Murakabe

Çağımız Müslüman’ının en büyük problemi, gideceği yer ayrıldığı yerden hayırlı ise oradan sağ ayakla; bulunduğu yer gideceği yerden hayırlı ise sol ayakla çıkması gerektiğini bilmemesidir. Bütün problemlerimizin kökü, menşei, membaı işte budur.

Suriye’nin kan ağlayışı, Mısır’ın esareti, Irak’ın parçalanmışlığı, Filistin’in çaresizliği, Türkmen Dağı’nın yalnızlığı, Somali’nin açlığı, Arakan’ın yangını, Doğu Türkistan’ın kimsesizliği, hülâsa İslâm coğrafyasının neresinde her ne dert varsa hepsi birden, bundandır.

Rüşvet yiyen memur, işini savsaklayan işçi, işçisini mağdur eden patron, fâize tenezzül eden cüzdan, hendek kazan zıpır, asabiyeti İslâm kardeşliğinin önüne koyan idrâksiz, ecdâdına sövmeyi mârifet zanneden nasipsiz, ölünün ardından iftira eden çapsız, hülâsa hırsızından arsızına, ayyaşından zânisine, katilinden namussuzuna kadar, yanlış yapan her kim varsa, o yanlışı, işte bunu bilmediği için yapmaktadır.

Camiye giderken evden sağ ayakla çıkıp, camiden işe giderken kapıdan sol ayakla çıkabildiğimiz gün bütün dertlerimiz hallolacak.

Ümmetin bunca derdi varken ne kadar basit meselelerle vakit kaybettiğimize ironik bir misal olsun diye söylemiyorum bütün bunları. Bilakis basit zannettiğimiz için ihmal ettiğimiz, hakiki imâna kapı aralayan teferruâttan kopuşumuzun, cümle büyük dertlerimizin anası olduğunu ihtar için yazıyorum.

Biz, hayatın her alanına dair en küçük detaya varıncaya dek söyleyecek sözü olan bir dinin mensuplarıyız. Ve bu sözü, kendi hayatında en güzel örnek oluş hususiyetinin hakkını kâmilen vererek tatbik eden bir Güzel’in (s.a.s) ümmetiyiz.

Bir bardak su içmenin bile kaç ayrı edebi olduğunu ondan öğrendik. Bismillah diyerek, dibi görünen bir kaptan, suya bakarak, soluğu bardağın dışına vererek, sağ elle, oturarak, üç yudumda, emer gibi süzerek, bitince hamd ederek…

Uyurken hangi tarafa nasıl yatacağımızdan, hangi vakitlerde niçin ne kadar uyumamız yâhut uyumamamız gerektiğine, pantolonumuzu nasıl giyeceğimizden gömleğimizi hangi düğmeden başlayarak ilikleyeceğimize, bir sözü kaç kez tekrar edeceğimizden bir kapıyı kaç defaya kadar çalacağımıza, tırnağımızı kesme şeklimizden yüzüğümüzü hangi parmağımıza takacağımıza, yürümenin nasılından tebessümün ne kadarına, hulasa topyekûn doğumdan ölüme kadar karşılaştığımız hangi şeyi nasıl, niçin ve ne şekilde yapacağımızı, biz El-Muallim’den (s.a.s) öğrendik.

O’nun (s.a.s) her ânı dua idi. Otururken, kalkarken, uyumadan önce, uyanır uyanmaz, bir şey yerken, aynaya bakarken, elbisesini giyerken, evden çıkarken, yeni bir şey alınca, yağmur yağınca, hasta olunca, iyileşince dua, dua, hep dua…
Bu dâimi dua ve murâkabe hâlinin ne mânâya geldiğini anlamadık, anlamayacağız.

‘Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının’ ayet-i celîlesi Kur’ân-ı Kerîm’de değilmiş gibi ‘bize Kur’an yeter’ diyerek sünnet-i seniyyeyi hafife alan, hadis-i şerîflere yok muamelesi yapan zavallıların bu hâli anlamasını beklemek abes zaten, ama biz de anlamıyoruz!

O’nun nasıl oturup nasıl kalktığı, nasıl yiyip nasıl içtiği, nasıl yürüyüp nasıl baktığı sünnet değilmiş, sünnet sadece ibâdetlere dairmiş, bilmem ne.

İnsaf!

‘Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin’ hitâb-ı ilâhisi ile beşere dair en alelâde hususlarda dahi Rabbi’nin râzı olacağı bir hâl ile hâllendiği perçinlenen Efendimiz, neden dâimi bir murakabe ve dua hâlinde idi? Biz en sıradan işlerde bile onu taklit etmek suretiyle ne elde ederiz?

Cibril hadisinde ifade buyrulan ihsan sırrının temrinidir bu!

Biz Allah’ı görmesek de Allah bizi görüyor. Her hâlimizden haberdâr olan bir Rabbimiz var. O’nun râzı olmayacağı şeylerden uzak durup, yaptığımız her işte rızâsını gözetmeye memuruz.

Peygamber Efendimiz, ihsan sırrının zirvesinde olduğu için dâimi murâkabe ve dua hâlinde idi, biz o ihsandan nasip almak için her işte Peygamber Efendimiz’i taklit etmeye mecburuz!

Yürürken, konuşurken, otururken, kalkarken, tenhada, kalabalıkta ‘Allah beni görüyor’ bilincini diri tutmak bizi hakiki Müslüman yapar. ‘Ey iman edenler iman ediniz’ emr-i ilâhisine mukâbele etmenin bir yolu da budur.

Kendisine emredilen farzları dahi tam yapamayıp, yasaklanan haramlardan bile uzaklaşamayanlara mı ihsan sırrından haber soruyorsun diyenler olabilir. Evet, kastım tam olarak budur. Oradan buraya geleceğini zannettiğimiz yol buradan da oraya doğru gidiyor. İmân nurunu çepeçevre sarıp muhafaza eden emir ve nehiyler, onları kavi bir zırh gibi sarmalayan sünnetler, onun da etrafında kabartma bir nakış gibi o zırhı kuvvetlendiren nâfileler ve nihâyet en dışta da, dışarıdan bakıldığında süs içeriden bakılabilse muazzam bir kalkan vazifesi gördüğü anlaşılacak edebler.

Edepleri çiğnemeyi alışkanlık hâline getiren bir kişi, ilkin nâfilelerden mahrum kalıyor, sonra sünnetlerden taviz vere vere en son farzları da yapamaz hâle geliyorsa bundandır.

Ve evet, nereden hangi ayakla çıkıp nereye hangi ayakla gireceğine kadar ‘Rabbim beni görüyor Habîb-i Edîb’i gibi yapayım da benden râzı olsun’ diyerek, her dâim diri tuttuğu bilinci ile kalbindeki imânı, ihsâna kadar uzayacak bir diriltişle dirilten kişiye Mü’min denir.

Ve biz bu şuur ve idrâk içinde mü’minler olabilsek, sadece Şam’ın, Kudüs’ün, Kahire’nin, İstanbul’un dertlerini bir çırpıda çözmekle kalmayacak, New York’tan Paris’e, Moskova’dan Tokyo’ya kadar bütün yeryüzüne diriltici bir nefes olacağız.

Yolumuz açık, ayağımız sabit, yürüyüşümüz yâr olsun.

Serdar Tuncer / Yeni Şafak