Müslümanca yaşayınca bütün zorluklar siliniyor…

Geçmiş yıllarda bayram namazını kılmak üzere uzak bir camiye gitmeye karar verdim. Halbuki evimizin çevresinde beş cami var. Uzak camiye gitmemin sebebi, orada İslamiyet’e 60 sene hizmet eden, ilmi ile amil yaşlı bir hocaefendi ile konuşmasını bilen genç bir hoca vardı.

Birinden kalbim, diğerinden aklım istifade ediyordu. Sabahın erken saatlerinde araba bulmak zordu o zamanlar. Epeyce yürüdüm, sonra bir minibüse bindim. Uzaktaki o camiye geldim. Yüzlerce kişi camiyi doldurmuştu. Fakat bu topluluk cemaat değildi. Çünkü birbirine derman bulan, birbirinin sevincine ortak olan çok azdı. Namazdan sonra, cemaat çıkarken elli yaşlarında birisi caminin penceresine yaslanmış, ağlıyordu. Mendili gözlerine bastı, uzun uzun ağladı. Onu uzaktan seyrettim. Bir kişi gidip, “Kardeşim, derdin nedir?” diye sormadı. Ben de çekindim, “Sana ne?” derse diye… Kim bilir yakınlarından birisi mi öldü? Evinde matem mi var? Yeri dolmayacak bir boşluk mu oldu? Velhasıl öyle bir cemaat ki, gülenlerin ağlayanlarla ilgisi yok!.. Sonradan öğrendim ki, adamın maddi sıkıntıları varmış…

Düşündüm…

Ehli hakikat, yara açmaz tedavi eder. Ağlatmaz, gözyaşı siler. Yaptığı bu ulvi hareketlerin de karşılığını beklemez. Çünkü Allah için yapmıştır… Tabii bu seviyede olmak, kamil kişilerin işidir. Kemalâtı anlamak için, bir insanın hayat devrelerine bakmak lazım. Çocukluktan çıkan insan, on sekiz yaşına gelince delikanlı oluyor. “Deli” kanlı diyorlar; Çünkü hoşuna giden şeyleri yapar, zevkinin peşindedir. Fakat kötü duruma düşen insanları göre göre onlardan az çok ibret alır. “Dikkat etmeliyim” der. İşte, “dikkat etmeliyim” dediği anda kemale erme, olgunlaşma başlamıştır. Sonra bazı hatalarından dolayı kendini ayıplamaya başlar. “Neden tahsilimi tamamlamadım? Neden sanat öğrenmedim? Neden okuldan kaçtım? Annem-babam ölürse ben ne yapacağım? Ya parasız kalırsak? Deprem olur mu? Evimiz yıkılır mı? İşten atılır mıyım? Bu kalabalık dünyada kaybolur muyum? Hayat, insan yutan kumsallara mı dönmüş? Sağlam bir kulp bulamazsam benim halim ne olacak?“… Dikkat edilirse insanı olgunlaştıran iki unsur, geçmişin pişmanlıkları, geleceğin korkularıdır. Binbir derde uğradım ben bile bile, Neler çektim neler, bu kafa ile… Geçmişi bırak, geri döndüremezsin. Geleceği bırak, hükmedemezsin. Bulunduğun hale bak, ne haldesin? Bulunduğumuz hale bakarken bir ölçü lazım. O ölçü, İslamiyet’tir. Şeytanın söylemediğini insanın nefsi söyler. Evvela menfi fısıltılar şeytanın nefesinden çıkar, sonra besmelenin manasını anlarsa Allah’a sığınır. Birinci madde, haramlardan uzaklaşmaktır… İşte şimdi kemale ermenin kapısı aralandı…

İslamiyet, toz toprak şeklinde ve hükmünde olan beşeri sistemlerin perdesi altında değişmeyen, pörsümeyen ve solmayan, her asır tazelenen İlahi bir nizamdır.

Müslümanca yaşayınca bütün zorluklar siliniyor… İnsan haline şükrediyor.

Şimdi içinde yaşadığımız bir zaman dilimi var. İçinde bulunduğumuz anı İslam’a nasıl uydurabiliriz? Bütün mesele bu…

Maddi ve manevi organlarına nizam verenin nizamına tabi ol ve kurtul. Dert sende, derman yine sendedir. Problem sende, çözümü yine sendedir. Başka kapı çalma, kendi öz dünyanda ayağa kalk. Bir filiz gibi başını gaflet toprağından çıkar, göreceksin ki bahar gelmiş…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi