NEDİR BU 4 MEZHEP?

Mezhep Nedir?
«Mezhep sözlükte gidilen yol demektir. Bir terim olarak ise mezhep, en kısa haliyle “dinin inanç, ibadet ya da siyaset alanıyla ilgili olarak ortaya çıkan yorumlar ve bu yorumlar etrafında gelişen gruplaşmalar” anlamındadır.
Biraz daha geliştirilmiş haliyle mezhep şöyle tanımlanmıştır: “Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce bütünü, bu yaklaşımlar etrafında meydana gelem ekolleşme, bu ekolleşmelerin ürünü olan ilmî birikimdir”» (1)
Lügat anlamı olarak Mezhep; “Dinde tutulan yol.” (2) demektir.
«İslâm dininde de mezhepler vardır. Bunlar arasında temelde bir ayrılık yoktur. Hepsi de Kur’ân-ı Kerim’i ve peygamberimizin sünnetini esas almışlardır. Ancak, hakkında açık ve kesin nass (âyet veya hadîs) bulunmayan hususlarda İslâm bilginleri ictihad etmişler, görüş bildirmişlerdir.
Peygamberimiz, Sahabilerden Mu’az’ı (ra.) Yemen’e hâkim olarak gönderirken kendisine şöyle sormuştu:
-Yemen’de ne ile hükmedeceksin? Mu’az,
-Allah’ın kitabı Kur’an ile hükmedeceğim, dedi. Peygamberimiz,
-Aradığını Kur’an’da bulamazsan ne yapacaksın, buyurdu. Mu’az,
-Resulullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim, dedi. Peygamberimiz,
-Onda da bulamazsan ne yapacaksın, buyurdu. Mu’az,
-Kendi görüşümle hükmedeceğim, diye cevap verdi. Mu’az’ın bu cevabından Peygamberimiz memnun oldu ve bundan ötürü Allah’a hamdetti. (3)
Bundan anlaşılıyor ki bir olay hakkında Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimizin sünnetinde kesin bir ifade yoksa müctehid, ictihad ederek konuya çözüm getirir.
İctihad etme yetkisi olan bilginler, bir olay hakkında aynı görüşü ortaya koyabilecekleri gibi birbirinden farklı görüşler de belirtebilirler.
İşte, mezhepler, böyle hakkında açık ve kesin hüküm bulunmayan olaylardaki birbirinden farklı yorumlardan meydana gelmiş bulunmaktadır.» (4)
«Şanlı Peygamberimizin içtihada «izin vermeleri», gerçekte «mezheblere» izin vermeleri demektir. Çünkü «mezhebler» , içtihad farklarından doğarlar. Bunu önlemek mümkün değildir. Yüce İslâm âlimleri, meseleyi böylece anlamasalardı ve ele almasalardı, hiç «mezhebler» doğar mıydı? Elbette doğmazdı. O halde, «mezhebler de nereden doğdu? diye sormak abes olmaz mı?
Mecelle’nin 16, maddesine göre, «içtihad ile içtihad nakzolunamaz». Yine, bilindiği gibi, «Müctehidlerin, içtihadlarınca âmel etmeleri vâciptir». Yani, müçtehidler; Kitab’a, Sünnet’e ve Ashab’ın İcmâı’na uymak zorunda olmakla birlikte, sadece «içtihadlarında» ayrılabilirler ve üstelik onlar, «kendi içtihadlarına uymak zorundadırlar». Esasen, müctehidlerin içtihadlarında «itilaf etmeleri» (birleşmeleri) kuvvettir de içtihatlarında «ihtilafa düşmeleri» (farklı içtihadda bulunmaları), ümmet için rahmettir. Evet, bizzat Şanlı Peygamberimiz böyle buyurmuşlardır.» (5)
Bizim ele alacağımız konu ise “fıkhî mezhepler yahut amelî mezhepler” diye bilinen 4 mezheptir.
«Dinimizde, Kitab, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet, «İslâm’ın ana caddesini» tâyin eder. Müçtehidler, bu «ANA CADDE»de yürümeyi kolaylaştıran vazifeliler, onların içtihadları da birer «işaret taşı» veya «levhası» gibidir. Maksat, «ANA CADDE»den çıkmadan, rahat, kolay ve emin hareket etmeyi sağlamaktır. Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat Yolu’nun gerek «İtikadi Mezhebleri» (Matürîdilik ve Eş’arîlik), gerek bugün taraftarı bulunan dört «Fıkhî Mezhebi» (Hanefîlik, Mâlikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik) böylece doğmuş ve yayılmışlardır. Bunların hepsi de haktır. Hepsi de «Edille-i Şeriye»nin sınırları içindedir. Sadece «dinin fer’i meselelerinde» farklı içtihadlara göre hareket etmektedirler.» (6)
«İbadet konularıyla ilgili olarak ortaya çıkan gruplaşmalar ise fıkhî mezhepler yahut amelî mezhepler diye anılır. Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik, Malikîlik gibi.» (7)

Mezheplere Gerek Var Mı?
Bu sorumuzun cevabını Allame-i Asır Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri 27. Söz olan “İçtihad Risalesi” eserinin Hatime’sinde şöyle vermektedir;
“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.” (8)
Her asrın şartları farklıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen «And olsun ki, her ümmet içinde: “Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın yerine tutacağınız herşeyden) kaçının!” diye (kendilerine nasîhat etmesi için) bir peygamber gönderdik.» (9) buyurulmasından da, her ümmete/millete/kavme bir peygamber gönderildiğini anlıyoruz.
Her asrın şartlarına göre yeni şeriatlar ve o şeriatları onlara gösteren Peygamberler olmuştur. Hattâ aynı asırda bile birden fazla Peygamber farklı bölgelere gelmiştir. Peygamberlerin bir kısmına müstakil kitap verildiği gibi, bir evvelkinin kitabıyla amel edenler de olmuştur. Mesela Musa (as)’ın kitabıyla Harun (as) da amel etmiştir Hazreti İsa (as)’ın kitabıyla da Yahya ve Zekeriya (as) amel etmişlerdir. Peygamberler, Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilen yirmi beş peygamberden ibaret değildir. Bir hadîs-i şerîfte de işaret edildiği üzere 124.000 peygamber gelmiştir. (10) Ama “Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır.” Bu yüzden de teferruatta farklılıkların oluşması bir realitedir. Çünkü zamanın şartları değişiyor, insanların sorunlarına cevapların verilebilmesi için “ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”
“Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur.” (11)
Mezheplerin gerekliliğinin daha iyi anlaşılması için verilen örnek çok güzeldir. Nasıl ki “mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder” yani değişir. Aynen bunun gibi de “asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder.” Yani milletlerin kabiliyetlerine göre de hükümler değişir. Buradaki değişim teferruat kısmındadır. Yoksa esasat değişmez.
İslâm’ın şer’î hükümlerinin teferruat kısmı, insanların hallerine bakar. İnsanların hallerine ilaç olabilmesi için de şartlar göz önüne alınarak fetva verilmelidir.
“Enbiya-i sâlife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıtada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.
Sonra Âhir Zaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.” (12)
Daha önce gelmiş peygamberlerin zamanında insanların tabakaları birbirinden çok uzak, karakterleri kaba ve şiddetli, fikirleri basit, ilkel, ilkokul düzeyinde ve medeniyetten uzak bir hale yakın olduğundan; o zamanki şeriatlar, onların hallerine muvafık ve uygun olarak gelmiştir. Hattâ öyle olmuş ki bir kıtada ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Hz. Şuayb (as) ile Hz. Musa (as)’ın ve Hz. İbrahim (as) ile Hz. Lut (as)’ın aynı asırda yaşamaları gibi.
Âhir Zaman Peygamberinin gelmesiyle birlikte insanlar iptidaî yani ilk okul düzeyinden idadiye yani orta okul düzeyine ilerlediğinden çok inkılaplar ve ihtilaller ile insanlık kavimlerini bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Son ders, Kur’ân-ı Kerîm’in dersi; son şeriat, İslâm’ın şeriatı; son muallim de, Muallim-i Ekmel ve Ekber olan Hazreti Muhammed Mustafa’dır (asm).

Mezhepler Birleşebilir Mi?
“Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden mezhepler taaddüd etmiştir.
Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi mezahib de bir olmaz.” (13)
Bu yerlerin izahı sadedinde Said Özdemir’in hazırladığı “Açıklamalı Şafiî İlmihâli”nde şöyle geçmektedir;
“Elhâsıl: insanlar bir seviyede bulunmadıklarından ve bir içtimaî hayat tarzında gitmediklerinden mezhepler teaddüt etmiştir.” (14)
Yani insanların seviyeleri bir olmadığı ve sosyal hayatları da aynı tarzda olmadığı için, mezhepler bir değil dört olmuştur.
“Eğer beşeriyetin ekseriyet-i mutlakası bir yüksek mektebin talebeleri gibi bir ictimaî hayat tarzını giyse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler birleştirilir. Fakat âlemin hâli buna müsaid olmadığı için mezhepler de birleştirilmez.” (15)
Görüldüğü üzere insanların çoğunluğu yüksek mektebin yani üniversitenin talebeleri gibi bir sosyal hayat tarzına giyse, hepsi bir seviyede olsa; işte o zaman mezhepler birleştirilir. Fakat âlemin hali buna müsait olmadığı aşikardır. Bu yüzden mezhepler de birleştirilmez ve birleştirilemez.
“Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi mezahib de bir olmaz.” cümlesinden de anlaşılacağı üzere; bir mezhebin diğerine oranla daha fazla tabileri olabilir. Ancak bütün insanların maddi ve manevi olarak aynı seviyeye gelmeleri hikmeten mümkün olmadığı için, ikinci bir mezhebin varlığını devam ettireceğini anlıyoruz. Çünkü fıtraten – yaratılış olarak- insanların yapıları farklıdır. Bu yapı farklılığından dolayı da farklı mezheplere tabi olmaları en mantıklı ve makul olanıdır. Fıtratlar nasıl ki tek tip olamaz ise, mezhepler de kalkıp bir mezhep olamaz.
Hak Bir Olur, Neden Dört Mezhep Var?
Mezheplerin Ortaya Çıkış Sebepleri Nelerdir?
«Eğer desen: Hak bir olur, nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilaçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine hastalığı için zehir gibi muzırdır, tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur.”
İşte bunun gibi ahkâm-ı İlahiye, mezheplere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.» (16)
Bu konu ile ilgili bazı misaller ise şunlardır;
«Mesela, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiî’ye ittiba eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdıyü’l-Hâcat’ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için imam arkasında Fatiha’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
İmam-ı A’zam’a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalp edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem mesela, madem şeriat, tabiatın tecavüzatına set çekmekle onu ta’dil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbaı, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şafiî mezhebine göre “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir.” Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var.”
İşte bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibarıyla ecnebi kadınlarla ihtilata, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptela olduğundan; sanat ve maişet itibarıyla, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için şeriat onların hakkında, o tecavüzata set çekmek için “Abdest bozulur, temas etme! Namazını iptal eder, bulaşma!” manevî kulağında bir sadâ-yı semavî çınlattırır. Amma o efendi, (namuslu olmak şartıyla) âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa müptela değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuş ise abdestin bozulmaz. Hicab edip kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır.” der, onu vesveseden kurtarır.» (17)
Mezhepler konusu ile ilgili “iki katre misal”e bakarak bizler de bunun gibi bir çok bulabiliriz. Nitekim bu ifadelerden sonra Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri şöyle der;
«İşte denizden iki katre sana misal, onlara kıyas et. Mizan-ı Şa’ranî mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen et.» (18) [İnşaAllah yakın bir istikbâlde Üstâd’ımızın Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği bu cümlesindeki vazife deruhte edilmeye çalışılacaktır. İmâm-ı Şa’ranî Hazretleri’nin Mizan-ı Kübra eserinden, aynen Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri gibi mukayeseli bir şekilde misaller verilmeye çalışılacaktır.]
Bu şekilde haller vuku bulduğu için mezhepler ortaya çıkmıştır.
Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Âyet-i Kerîmelerin ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’den gelen Hadîs-i Şerîflerden farklı istinbatlar olmuştur. Bu istinbatları ancak müctehid olanlar yapabilir. İ̇sti̇nbât : “Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.” demektir.
«“Ey İmân edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu olmanız durumu müstesna- cünüp iken yıkanmaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursunuz veyahut biriniz abdest bozmaktan gelirse ya da eşlerinizle cinsel ilişkide bulunup, su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip (niyet ederek onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi din. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” (19) âyetinde geçen “lamese” fiilini Hamza ve el-Kisai elifsiz olarak sülasiden “lemestüm” diğer kıraat imamları da “müfaale” babından “låmestüm” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat şekline göre fiil, tek kişide cereyan etmektedir. Buna göre “lems” in anlamı, “dokunmak” demektir. Yani söz konusu fiil elle dokunmak veya öpmek gibi cinsel ilişki dışı bir eylemi ifade etmektedir. Nitekim İbn Ömer de “Dokunmak cimanın dışında bir şeydir” derken elle dokunmayı kastetmiş, İbn Mes’ûd, Sa’id b. Cübeyr, İbrahim b. Yezid en-Nehaî ve ez-Zühri de aynı görüşü benimsemiştir.
İkinci kıraat tarzına göre de fiil “müfáale” bâbından geldiği ve “müşâreket” ifade ettiği için meydana gelen eylemin iki kişi arasında vuku bulduğunu göstermektedir. Buna göre “lâmese” fiili, cinsel ilişkiden kinayedir. İşte bu iki kıraat tarzından hareketle, İslâm hukukçuları farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Şöyle ki: Ebû Hanife “Lâmestüm” şeklindeki kırâatı esas alarak söz konusu kelimenin cinsel ilişki anlamına geldiğini ve el ile dokunmanın abdesti bozmayacağını ileri sürmüştür. Zira, her ne kadar bazı âlimler, “mülámese” fiilinin de “lems” gibi elle dokunmak anlamına gelebileceğini söylüyorlarsa da o, bu görüşün aksini savunarak, söz konusu kelimenin cima anlamını ifade ettiğinde ısrar etmektedir.
İmam Şâfiî ise, “lemestüm” kırâatını tercih ederek, anne, kız kardeş, hala ve teyze gibi nikâhı ebedi olarak haram olanları istisna ettikten sonra, yabancı kadının herhangi bir yerine dokunmanın abdesti bozacağını ileri sürmektedir.
İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel de mutlak anlamdaki dokunma fiilini şehvetli veya şehvetsiz dokunma diye ikiye ayırarak, şehvetli olarak dokunma sonucu abdestin bozulacağını, diğer şekilde bozulmayacağını savunmuşlardır Buna göre Hanefiler, çoğunluğun kıraatına dayanarak söz konusu fiili “cinsel ilişki” anlamında ele almışlar, diğer mezhepler de Hamza ve el Kisai’nin kıraatını esas alarak bu kelimenin “dokunma” anlamını ifade ettiğini ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla onların istinbat ve istihraç ettikleri hükümlerde, sünnetin etkisi görülse de ağırlık noktasını mütevatir kıraatlerdeki farklılıklar oluşturmuştur. Bu da mütevatir kıraatlerin, Kur’ân tefsirinde hem anlayış farklılıklarına yol açtığı hem de önemli bir işlev gördüğü anlamına gelir.» (20)
Görüldüğü üzere müctehidler, bir tek ayetten 3 farklı hüküm istinbat etmişlerdir.
Eşlerin birbirine elinin değmesi veya temas olması meselesinde; İmam-ı Azam Ebu Hanîfe’ye göre bozmaz, İmam-ı Şafiî’ye göre bozar, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam-ı Malik’e göre ise şehvetli ise bozar ama şehvetsiz ise bozmaz. Bu şekilde farklı anlayışlar ve anlam çeşitliliği rahmettir.
Bir Âyet-i Kerîmeden bu şekil farklı görüşler ortaya çıktığı gibi bunun gibi birçok misal de verilebilir.
On İki Mezhep İmâmı Kimdir?
On iki hak mezhebi ve imamlarını şu şekilde sıralayabiliriz;
1) İmam-ı Azam Ebu Hanife
2) İmam-ı Mâlik
3) İmanı-ı Şafiî
4) İmam-ı Ahmed b. Hanbel
5) İmam-ı Evza’î
6) İmam-ı Sufyan b. Ûyeyne
7) İmam Sufyan es-Sevrî
8) İmam Davud
9) İmam Muhammed İbn-ül Cerir et-Taberi
10) İbni Hazm
11) İmam-ı Ebu Bekir b. Münzir
12) İmam-ı İshak İbn-i Rahvey
Bu 12 İmam için bilinmesi gereken bir şey vardır ki, o da bulundukları çevreye, bölgeye göre verdikleri hükümler değişiklik göstermiştir.
Meselâ; İmam Evza’, “Birçok defa hacca giden Evzâî hacda Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî ve Hakem b. Uteybe başta olmak üzere çok sayıda âlimle karşılaşmış ve ilmî tartışmalarda bulunmuştur. Çağdaşı âlimler arasında saygın bir yere sahip olmuş, Şam (Suriye) bölgesinin fıkıh otoritesi sayılmıştır. Evzâî döneminin ve sonraki nesillerin fıkıh âlimleri ve imamları tarafından bağımsız fıkıh ekolü, ictihad usulü, re’y ve fetvaları bulunan bir müctehid ve imam olarak benimsenmiş, görüşleriyle amel edilmiş ve fıkıh tarihi içinde Süfyân b. Uyeyne, Hasan-ı Basrî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d, İshak b. Râhûye, İbn Cerîr et-Taberî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Ebû Sevr gibi mutlak müctehidler arasında yerini almıştır.” (21)
Süfyân Es-“Sevrî, sahip olduğu hadis ve sünnet birikimini esas alarak yaşadığı dönemin fıkhî meseleleri hakkında fetvalar vermiş, fıkıh alanında görüşleri esas alınan bir otorite haline gelmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd’a dayanan Kûfe fıkıh geleneğinin temsilcilerinden Ebû İshak es-Sebîî, A‘meş ve Hammâd b. Ebû Süleyman’a öğrencilik yapmış olmakla birlikte özellikle İbn Şübrüme ve İbn Ebû Leylâ’nın yolunu takip eder. Kûfeli hocalarından aldığı fıkıh bilgisi ve nosyonunu Mekke, Medine, Basra ve Şam bölgelerinin zengin hadis ve sünnet birikimiyle bir araya getirmiş, gerek döneminde gerekse daha sonraki yüzyıllarda bilhassa ehl-i hadîs eğilimine sahip olan âlimlerce Ebû Hanîfe’ye karşı Kûfe fıkhının temsilcisi diye öne çıkarılmıştır.” (22)
Buna benzer şekilde bilinen “4 Hak Mezhep İmamı” haricinde 8 tane daha hak mezhep imamı vardır. Ama onlar tabileri kalmadığı, içtihadları revâc bulmadığı, sistematik hale gelip yaygınlaşmadığı için zaman içinde unutulmuşlardır. Günümüze 8 diğer hak mezhep gelmemiştir. 4 hak mezhep olan “Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik ve Malikîlik” gelebilmiştir.
4 Mezhep ve İmamları Kimlerdir?
4 Mezhep, bilindiği üzere “Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik ve Malikîlik”tir. Bunların imamları da sırasıyla şunlardır;
1-İmâm-ı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit)
2-İmâm Şafiî (Muhammed bin İdris)
3-Ahmed bin Hanbel
4-Malik bin Enes
1-İmâm-ı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit): «Esas adı Numan bin Sabit’tir. İslâm dünyasında “Ebu Hanife” olarak anılır. İslâm müçtehidlerinin en büyüklerindendir.» (23) «Tercih edilen görüşe göre, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “hanif” kelimesine atfen bu şekilde [yani Ebu Hanife diye] isimlendirilmiştir.” (24)
Dedesi Zuta ile ilgili anlatılan bir rivayet şöyledir; «Zuta’nın, Müslüman olduktan sonra Sabit adındaki oğlu dünyaya gelmişti. Sabit de babası gibi Hz. Ali’ye (ra) ilgi duyuyordu. Gelen birçok rivayete göre İmam Ali bin Ebi Talib, Sabit için hayırlı bir zürriyet duasında bulunmuştur. Allahu Teâlâ, Hz. Ali’nin (ra) bu duasını kabul buyurmuş ve Sabit’e Irak fakihi – İslâm fakihi de diyebilirsiniz- Numan bin Sabit’i ihsan etmiştir, İmam Şafiî bu büyük insan hakkında, “İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.” demiştir. Tarihin Ebu Hanife adını verdiği Numan, bu künye ile tanınıp meşhur olmuş, onun ismi, ilmî ve düşünceleri nesilden nesile aktarılmıştır.» (25)
«Kendi mezhebinden olmayan Muhammed b. İshak en-Nedim, İmam Azam hakkında şöyle söylüyor: “Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve yakında ilim namına ne varsa hepsini o tedvin etmiştir.”» (26)
Tabiinden olduğunu dair rivayetler vardır. (27) Çünkü şu şekilde bir bilgi kitaplarımızda yer almaktadır; «Ashab-ı Kiram’dan birkaç zâtı görmüş olmak şerefini kazanmıştır.» (28) «Enes bin Malik’i görüp ondan, “İlim tahsili her Müslümana farzdır.” hadîsini rivâyet ettiği de söylenmiştir.» (29)
«Fıkıh ve usûlü’d-din sahasındaki hizmetlerinden ve bu hususta başı çekmesinden ötürü İmâm-ı Âzam yani “Büyük İmam” diye anılmıştır.» (30)
Aynı zamanda İmâm-ı Azam Ebu Hanife, Fahr-i Kainat Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in de bir hadîs-i şerîflerinde belirtilen vasıflara masadak olmuştur ki, Bediüzzaman da “Mu’cizât-ı Ahmediye Risalesi”nde şöyle belirtmiştir;
« Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile– ferman etmiş ki:
اِنَّ الدّ۪ينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَالَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَاءِ فَارِسَ
deyip başta Ebu Hanife olarak İran’ın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.» (31) Hadîs-i Şerîfte meâlen şöyle buyurulmaktadır; “Eğer din, Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi.” (32)
«İmam-ı Azam’a uyanlardan her birine Hanefî veya Hanefîyyü’l-Mezheb denir.» (33)
«Hicretin 80. yılında Kûfe’de doğmuş ve 150 tarihinde Bağdad’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun…» (34) Amin…
2-İmâm Şafiî (Muhammed bin İdris): «O dönemlerde Resûlullahla akrabalıkları olan başka müslümanlar, Muttalip oğullarına yaptığı gibi, niçin kendilerine de ganimetten hisse ayırmadığı sorulmuş. Resûlullah Efendimiz, Muttalip oğullarının hem Cahiliyede, hem de İslamiyette kendisinden ayrılmadıkları gerçeğini hatırlatmıştır.
Şafii’nin annesi ise Yemenli olup Ezd kabilesine mensuptur.
Şafii’nin babası Şafii (R.A.) daha beşikteyken vefat etmesi dolayısıyla Şafii’nin ilk ailevi terbiyesi annesi vasıtasıyla olmuştur.
Şafii (R.A.), ilim tahsiline hususen annesinin isteği üzerine on yaşında başladığını ifade etmektedir. Mekke’de yakın akrabaları arasında ilim tahsilinin daha uygun olacağı düşünülmüştür.
İmam Şafii, ailece soylu bir nesebe sahip olmakla birlikte fakir bir ailenin çocuğu olarak hayata gözlerini açmıştır. Ancak içinde bulunduğu muhit ve sahip olduğu meziyetler onun yüksek idealler peşinde koşmasına imkan hazırlamıştır.
Şafii’nin (R.A.) İlim tahsiline ciddi olarak Mekke’de başlamış olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim’i Gazze’de hıfzetmiştir. Mekke’de ise Kur’an-ı Kerim’in bir sonraki halkası olan Hadis ilmiyle iştiğal etmiştir.
Hadisleri ezberlemekle yetinmeyen İmam Şafii bunları yazmak, böylece zihninde muhakemesini arttırmak yolunu takipten de geri kalmıyordu. İfade edildiğine göre İmam Şafii bazı kimselere müracaat ederek kullanılmış kağıt isterdi. Kendisine verilen bu kullanılmış kağıtların diğer yüzlerine hadis yazardı.» (35)
«İmam Şafii’nin en önemli telifatından olan El-Ümm kitabında bu husus şu şekilde ifade edilmektedir: “İlim çeşitli bölümlere ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi, Kitap ve sıhhati sabit olan Sünnettir. İkincisi, hakkında Kitap ve Sünnette her hangi bir hükmün bulunmadığı İcma’dır. Üçüncüsü, Resûlullah’ın Sahabilerinden bir bölümünün söylemiş olduğu sözlerdir. Ancak bu diğer sahabelerin onlara muhalif olanların bulunduğunu bilmemiz şartına bağlıdır. Dördüncü, sıraya oturtulan kaynak ise Sahabelerin ihtilafa düştükleri sözlerdir. Beşincisi ise Kıyastır. Bu da Kitap ve Sünnette var olandan başka bir şeye dayandırılamaz.”» (36)
«Şafii’nin, Sahabelerin sözlerini değerlendirmeyle ilgili olarak bazı değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlere göre İmam Şafii Sahabilerin sözlerini kaynak kabul ettiği biçimindeki görüşünden vazgeçtiğidir. Buna rağmen, daha önce de beyan ettiğimiz gibi İmam Şafii Sahabelerin sözlerine Kur’an ve Sünnetle ilgileri dolayısıyla bir değer atfetmiştir. Kur’an’ı en iyi anlayan ve yaşayan Sahabeler olması onların farklı bir mertebeye konulmalarında müessir olduğu şüphesizdir.» (37)
İmam Şafii’nin «Mezhebi, şark ve garpta intişar etmiş, her asırda milyonlarca Müslüman kendisini imâm tanımış, hattâ bilfiil ictihad iktidarını haiz bulunan nice büyük fakihler, onun açtığı ictihad yolunu eyleye lüzum görmemişlerdir.» (38)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz «ferman etmiş ki:
عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَءُ طِبَاقَ الْاَرْضِ عِلْمًا
deyip İmam-ı Şafiî’ye işaret edip haber veriyor» (39) Hadîs-i Şerîfte meâlen şöyle denilmektedir; “Kureyş’in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır.” (40)
«İslâmiyet’in hak ve hakikat yolunu Allah’tan ve O’nun Peygamber’inden aldığı ilim nuru ile aydınlatarak, Müslümanlara kıyamete kadar sönmeyecek ilim meşalesini yakan, bu büyük zâtın mazhar-ı rahmet olarak en büyük makama ulaşmasını ve ilâ yevmilkıyame nur içerisinde müstağrak kalarak yatmasını Allahu Zü’l-Cemal’den niyaz eyleriz.» (41)
3-Ahmed bin Hanbel: «164 (780) yılı Rebîülevvelinde (veya Rebîülâhir) Bağdat’ta doğdu. Ailesi Merv’den Bağdat’a göç ederken annesi ona hamile olduğu için Merv’de doğduğunu söyleyenler de vardır. Oğlu Sâlih’in rivayet ettiği şecereye göre soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Nizâr’la birleşerek Hz. İsmâil’e kadar uzanır. Dedesi Hanbel b. Hilâl Emevîler devrinde Serahs valiliği yapmış, Abbâsîler’in idareyi ele geçirmesinde önemli görevler üstlenmiş, babası da Abbâsî ordusunda görev almıştı. Ahmed b. Hanbel, babası otuz yaşlarında öldüğünden, Şeybânoğulları’ndan olan annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyüdü. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten ve Bağdatlı âlimlerden bir müddet gramer ve fıkıh okuduktan sonra hadis öğrenmeye başladı (795). İlk hocalarından biri, kendisinden pek çok hadis yazdığı tanınmış muhaddis Hüşeym b. Beşîr olup diğer hocaları arasında Süfyân b. Uyeyne, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî, İmam Şâfiî ve Abdürrezzâk b. Hemmâm gibi âlimler bulunmaktadır. En çok hadis yazdığı hocası Vekî‘ b. Cerrâh’tır. İmam Şâfiî’den ise fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenmiştir. El-Müsned’deki rivayetlerine göre hocalarının sayısı 280 kadardır. Birini doğrudan, öbürünü başka bir râvi vasıtasıyla ondan iki hadis rivayet eden Buhârî’nin yanı sıra diğer tanınmış talebeleri arasında Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, akranlarından Yahyâ b. Maîn ile Ali b. Medînî, Ebû Zür‘a er-Râzî, Ebû Hâtim er-Râzî, iki oğlu Sâlih ve Abdullah bulunmaktadır. Hocaları İmam Şâfiî, Abdürrezzâk ve Abdurrahman b. Mehdî de kendisinden hadis dinlemişlerdir. Yalnız İmam Şâfiî onun adını açıkça söylemek yerine, “güvenilir kimse bana rivayet etti (haddesenî es-sika)” demeyi tercih etmiştir (42).
Ahmed b. Hanbel’in vecize mahiyetinde hakîmane sözleri vardır. Çok sevdiği Ali b. Medînî bir tavsiyede bulunmasını isteyince ona, “Azığın takvâ olsun, âhiret hep gözünün önünde bulunsun” demiştir. Yakınlarına da, “Değerli bulduğunuz hayırları araya bir engel girmeden yapmaya bakın” tavsiyesinde bulunmuştur.
Ahmed b. Hanbel’in hayatını dolduran yegâne meşgale hadis olmuştur. Hayatını hadise göre tanzim etmiş, yazdığı her hadis ile mutlaka amel ettiğini söylemiş, kendisinden istenen fetvaları da hadise dayanarak vermiştir. Örnek davranışlarıyla İbn Hanbel’in takdirini kazanmış olan muhaddis ve zâhid Abdülvehhâb b. Abdülhakem el-Verrâk ona altmış bin fetva sorulduğunu, hepsini de “haddesenâ” ve “ahberenâ” diyerek hadislerle cevaplandırdığını söylemiştir. Ebû Zür‘a er-Râzî’nin birlikte yaptıkları müzakerelerde tesbit ettiğine göre Ahmed b. Hanbel -mükerrerleriyle birlikte- 700 bin (veya bir milyon) rivayeti ezbere bilmekteydi. Oğlu Abdullah da onun bir milyon rivayet derlediğini ve yazdığı her rivayeti ezberlemeyi prensip edindiğini söylemektedir.» (43)
Ahmed bin Hanbel; «İmam-ı Şafiî’nin talebesidir. Ayrıca İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin talebesi İmam-ı Ebu Yusuf’tan da ders almıştır.» (44)
Ahmed bin Hanbel, “Kur’ân Mahluktur” denildiği zamanda karşı çıkarak zulümlere maruz kalmıştır.
Müslümanların “sırat-ı müstakim” yani “dosdoğru yol” üzere yürümelerini temin etmek ve işlerini kolaylaştırmak için samimiyetle ve ciddiyetle çalışan iman, ilim ve ahlak kahramanlarından biri de; İmam Ahmed bin Hanbel’dir. (45)
Genç nesiller zulme karşı direnen Ahmed bin Hanbelleri örnek almalıdırlar. Allah rahmet eylesin… Amin…
4-Malik bin Enes: «Hicri 95 yılında Medine’de doğdu, yine Hicri 179 yılında (Milâdî 759’da) orada vefat etti.» (46)
«Hayatının yarısını Emevîler, yarısını Abbâsîler devrinde geçiren Mâlik’in kendi dönemindeki siyasî olaylardan uzak durduğu, mevcut yöneticilere de karşıtlarına da açık bir destek vermediği anlaşılmaktadır. Onun siyasî olaylar karşısındaki tarafsızlığında gerek kendisinden önce Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm’ın Emevî yönetimine karşı çıkışları, gerekse kendi zamanında Hâricî lideri Ebû Hamza eş-Şârî’nin Haremeyn’deki (130/748), Muhammed en-Nefsüzzekiyye’nin Medine’deki (145/762) isyanları ile diğer çeşitli isyanlar sırasında çok kan dökülmesinin yol açtığı olumsuz durum ve bunun Haremeyn halkında meydana getirdiği hayal kırıklığının büyük etkisi olmalıdır. Gayri meşrû veya adaletsiz görülen bir yönetime karşı çıkılırken daha büyük zararlara yol açmanın doğurduğu tedirginlik yanında karşı çıkanların diğerlerinden farklı olup olmayacağına dair tereddütler, dönemindeki birçok büyük âlim gibi Mâlik’in de isyanı hoş karşılamayıp devlet adamlarına hakkı tavsiye etme yolunu tutmasının başlıca sebebi olmuştur. Gerek bu tavrı gerekse halk ve yöneticiler katındaki itibarı dolayısıyla doğacak yankılardan ötürü hilâfet konusunda açıkça fikir beyan etmediği görülmektedir.
Yöneticilerle iyi ilişkiler içinde bulunmasına rağmen zaman zaman İmam Mâlik de haksız muamelelere mâruz kaldı. Derslerinde, baskı altında meydana gelen boşamanın geçersiz olduğuna dair hadisi rivayet etmekle Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a yapılan biatın da geçersiz olduğunu ima ve Muhammed en-Nefsüzzekiyye’ye biatı teşvik ettiği iddiasıyla 146 (763) yılında Medine valisinin emriyle tutuklanıp kırbaçlandı ve omuzu sakatlandı. Anılan hadisi Nefsüzzekiyye’nin isyanı sırasında rivayet etmesi onun taraftarlarınca işaret edildiği şekilde yorumlanmış olabileceği gibi sevmeyenleri tarafından yönetim katında aleyhine kullanılmış olması da muhtemeldir. Gerçekte İmam Mâlik’in yönetime karşı bir tavrının olmadığının anlaşılması, ayrıca halkın ona yapılan haksızlığa büyük tepki göstermesi sebebiyle Halife Mansûr hac için geldiğinde kendisini çağırarak özür diledi ve gönlünü aldı. Ayrıca ondan derlediği hadisleri kitap haline getirmesini, bunu çoğaltarak bütün şehirlere göndermeyi ve onunla amel edilmesini emretmeyi düşündüğünü belirttiyse de Mâlik bunun doğru olmadığını söyleyerek karşı çıktı (47). Daha sonra Mehdî ve Hârûnürreşîd’in de aynı talepte bulunduğu, ancak onun yine kabul etmediği rivayet edilir (48). Halifelerin idarede ve yargıda birlik ve istikrarı sağlamaya yönelik bu tekliflerine, her âlimin kendisine ulaşan sünnet mirası ve yaşadığı çevrenin şartlarına bağlı olarak farklı görüşler taşımasının tabii olduğunu, aksi bir görüş ve uygulamaya zorlamanın doğru sayılmadığını belirterek karşı çıkmıştır.
Hac veya umre için Mekke’ye gidişleri dışında Medine’den ayrılmamış, Medine’nin mânevî değeri yanında buradaki zengin ilmî ortam da gerek talebeliği gerek hocalığı zamanında başka yere gitmekten onu müstağni kılmıştır. Bu sebeple Halife Mehdî-Billâh’ın onu Bağdat’a davetine de olumlu cevap vermeyip affını istemiştir.
İmam Mâlik, geçirdiği kısa süreli bir rahatsızlıktan sonra 14 Rebîülevvel 179 (7 Haziran 795) tarihinde Medine’de vefat etti, cenaze namazını Medine valisi kıldırdı ve Bakī‘ Mezarlığı’na defnedildi.» (49)
«Çok büyük bir fıkıh, hadîs ve tefsir âlimi idi.» (50)
«İmam Azam ve İmam Ebu Yusuf’la da görüşmüştür. Medine halkının bilgini ve imamıdır. İmam Malik’in belli başlı eseri “Kitâb El-Muvatta”dır. Fıkıh (İslâm Hukuku) tertibine göre yazılmış ilk hadis kitabı sayılır.» (51)
«Maliki mezhebi Medine’de ortaya çıkmış; Hicaz’da, Afrika’da ve Endülüs’te yayılmıştır.» (52) Allah ebeden razı olsun. Âmin.
Bir Mezhebe Bağlanmaya Gerek Var Mıdır?
«İslâm tarihini incelediğimizde, müctehid imamlar döneminden sonra, her ne kadar ictihad derecesine ulaşmış imamlar gelse de onların dahi dört mezhep imamından birine tâbi olduklarını görebiliriz. Elbette bu, onların ictihada elverişli olmayışları anlamına gelmez. Aksine ehliyeti haiz olmalarına rağmen gerek sahabenin, gerek tâbiinin ve gerek se müctehid imamların, naslardan hüküm istinbat etme noktasında bütün kuralları tedvin etmiş olmaları ve sonraki nesiller için bir şey bırakmamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum aynen matematik, geometri, fizik, kimya ve buna benzer ilimlerin temel kurallarının yüzyıllar öncesinden belirlenmiş olmasına benzer.» (53)
«Bütün müçtehitlerin sözlerinin kaynağı olan şerîatin menbaına, kalb gözü ile eriştim. Her bir fakih için, ondan ayrılan bir cedvel, yani bir kanal gördüm… Ve herbir müçtehidin, zan ve tahminle değil, keşf ve yakîn ile içtihadında isabet ettiğini bildim ve Şerîate göre, bir mezhebin, diğer bir mezhebden evla olmadığını anladım.» (54)
Bütün hak mezhebler Kur’ân-ı Kerîm’den alınmıştır. Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz, kendisine inzal olunan Kur’ân-ı Kerîm ve ilham buyrulan hadis-i şerifler ile İslâm dinini tekmil etmiştir. İşte İlâhî hükümlerin büyük bir kısmı (yüzde doksanı), bu iki ulvî kaynağın açık hükmü ile beyan edilmiştir. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, “Şeriatın yüzde doksanı –zaruriyat ve müsellemat-ı diniye– birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez.” (55)
«Evet, müçtehidler, kendileri için içtihat etmişler ve hiçbir kimseye, “Gelin bana uyun.” dememişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de; “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez.” (56) buyurmuş ve bu hakikati veciz bir surette ifâde etmişlerdir.
İçtihada ehil olmayan müminler ise, bu müçtehitlerin içtihatlarına göre amel etmiş ve müşkillerini halletmişlerdir. Böylece mezhepler teessüs et­miştir. Bu mezheplerden dördü, bütün ümmet-i Muhammedin gönlünde yer tutmuş ve vicdan-ı umûminin kabulüne mazhar olmuştur.» (57)
«Hak mezheplerde, akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mes’ele yoktur. Çünkü onların nokta-i istinadı Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrib edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan menfi cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur’an-ı Kerim’in;
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” (58) tehdidinden de hissedar olurlar.
Mukallid olan bir kimse hangi mezhebe intisab etmiş ise, artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hâllerinde herhangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla, diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.
İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir. (59) Mademki taklid sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.
Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezheb değiştirmesi, onları hafife almak manasına gelir.
Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, “Makalât” adlı eserinde bu gibi kimselerin hâlini şöyle tasvir eder:
“Evet, her grubun kendi­siyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şa­irinin dediği gibi: ’Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani’ görünen kişiden daha bozguncusu yoktur.” (60)
Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.
Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, “Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm’ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A’zam, İmâm-ı Şafi’i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir.” (61) der ve bu imam­ların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin “İslâm dinini tehdid eden en tehlikeli bid’at.” (62) olduğunu ilâve eder.
Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm’ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der: “Ben bu mezhepsizlerden hiçbirinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni mes’elelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası ta­mamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve mucibince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacak­ları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhebleri yıkmak için bütün güçlerini sarfetmekten ibarettir!..” (63)
Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:
“Bütün insanları, inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?”
Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:
“Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların ta’mir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tah­rip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır.” (64)
Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere ittibadan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.» (65)
Mezheplerdeki Farklılıkların Rahmet Olması
«İlk devir müctehidlerinden Süfyân- Sevrî [rahmetullahi aleyh], “Şu konuda âlimler ihtilaf etti demeyiniz. Bunun yerine, ‘Alimler bu şekilde ümmete genişlik sağladılar’ deyiniz”» (66) demesi bize hakikati bir cihette anlatır.
“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (67) hadîs-i şerifi de bu meselemizde bize ışık tutmaktadır.
«İhtilaf ise tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür eder.» (68) şeklinde bir itiraz olursa diye Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermiştir; «Hadîsteki ihtilaf ise müsbet ihtilaftır. Yani her biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adâvetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.» (69)
«Allahu Zülcelal Hazretleri, Habib-i Ekremi (a.s.m.) hürmetine, mezhepler arasındaki ihtilaf ile nihayetsiz rahmet ve suhulet kapılarını açtı. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde
“Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir.” (70) buyurmakla bu hakikati ifade etmiştir. Evet bu hadis-i şerif her türlü müsbet ihtilafı içine aldığı gibi, mezhepler arasındaki ihtilaflara da şamildir.
“Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” (71)
“Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” (72)
Bazı âyet ve hadislerdeki kelime ve cümleler ayrı ayrı hükümleri ihtiva etmiştir. Bir tek sedefte müteaddid inciler bulunabilir. İşte müçtehitler âyet ve hadîslerin sedefindeki cevherlerde ihtilaf etmişlerdir. Bu ise muhtelif kapıların açılmasına vesile olmuştur. Bu ihtilaf ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Cenâb-ı Hak;
“Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata ile adam öldürmekte kısas icrasını ve günah işle­yen azaların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklif­leri kaldırır.)” (73) gibi âyet-i kerimelerle şeri’at-ı Muhammediye’nin gâyet derecede suhuletli olduğunu ifade buyurmaktadır.
Meselâ, İmâm-ı Şâfiî’nin “kadına el değince abdestin bozulması” şeklindeki içtihadı, günümüz şartlarında hac ibadeti esnasında çok sıkıntıya sebebiyet verir. Zira tavafın abdestli olarak yapılması lazımdır. Milyonlarca insanın toplandığı o kalabalıkta bu hükmün uygulanması adeta imkansız olduğundan, bu mezhep mensupları diğer mezhepleri takliden tavaf yaparlar.
Abbasi halifesi Harun Reşid, İmâm-ı Mâlik’e “Senin kitaplarını yazdıralım, âlem-i İslâm’ın her tarafına dağıtalım. Ümmeti bunlara sevkedelim”, teklifinde bulunur. İmâm-ı Mâlik şu cevabı verir:
“Ya emire’l-mü’minin, ulemanın ihtilafı Allah’tan bu ümmete rahmettir. Herbiri kendi nazarında sahih olana tabi olur. Hepsi hidâyet üzeredir ve hepsi Allah’ın rızasını ister.” (74)
Müsbet ihtilaf, sahabe döneminde sıkça vuku’ bulmuştur. Hazret-i Peygamber de (a.s.m.) ümmetini, dilediği sahabenin İçtihadıyla amel etme hu­susunda serbest bırakmakla böyle bir ihtilafa razı olmuşdur. Sahabelerini içtihat farklılığından dolayı muaheze etmemiş, her iki tarafın da hükmünü hak ve münasib görmüşdür.
Sefere çıkan iki sahabi, namaz vakti geldiğinde su bulamayınca teyem­mümle namazlarını kılarlar. Sonra vakit içinde su bulurlar. Biri namazı iade eder, yeniden kılar. Diğeri ise önceki kıldığını yeterli görür. Dönüşte durumlarını Resûlullah’a sorarlar. Hazret-i Peygamber iade etmeyene “Sünnete isabet ettin”, diğerine de “Sana iki defa ecir var” cevabını verir.
“Sahabelerim yıldızlar gibidir, onlara uyarsanız hidâyete erersiniz.” (75)
Hadis-i şerifi de bu hakikata işaret etmektedir. Buna binaen herhangi bir insan hak mezheplerden dilediğini tercih edebilir.
Kıblenin bilinmediği yerde namaz kılan bir mümin, kendi içtihadı ile bir yön tayin etse veya her rekatını bir başka yöne doğru kılsa namazın sıhhatine fıkhen hükmolunur.
Bu sayede müslümanlar zaruret hallerinde ruhsatı azimete tercih ede­bilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir rahmet olmuştur. Evet, müslümanlar kendi mezheblerinde çözümü olmayan bir mesele hakkında, zaruret halinde, diğer bir hak mezhebin ruhsatı ile hareket edebilir ve böylece sıkıntıdan kurtulurlar.
Zaten şeriat-ı Muhammediye insanların fıtratına uygun olarak taraf-ı İlâhîden vaz’ edilmiştir.
Müçtehitler arasındaki ihtilaflar ümmet-i Muhammed hakkında rah­met olduğu hâlde; geçmiş ümmetlerin helakine sebep olmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “ihtilaf geçmiş ümmetlere azab olduğu halde, benim ümmetime rahmet olmuştur,” buyurmuşlardır.» (76)
Mezheplerin Müslümanlar Açısından Fayda ve Zararları
Mezheplerin faydaları, “Mezheplerdeki Farklılıkların Rahmet Olması” başlığında ele alınmıştır. Kolaylık sağlaması ve zenginlik oluşturması bunun başında gelir.
Mezhepler arasındaki ihtilafların sebebleri ise kısaca şöyledir;
«Mezhepler, büyük şehirlerde kuruldu. İhtilaflar da şehirlerde fıkhi ekollerinin kurulmasıyla başladı. Irak’ta, Hicaz’da ve Şam’da fıkıh ekolleri vardı. Sonra Şiiler, kendi fıkıh ekollerini oluşturdular. Daha sonra her ekolün başında, çevresinde talebeleri olan bir şahsiyet kendini gösterdi, bu şahsiyet, rivayet ve fıkhî dirayet konusunda onlara yardım ediyor, rivayet edilenleri çıkarıyor, olayları onlar üzerine bina ediyor, olayları araştırıyor ve hükümlerini veriyordu. Kufe’de kıyas üstadı Ebu Hanife vardı. Medine’de İmam Malik, Şam’da Evzai, Mısır’da da Leys bin Sa’d bulunuyordu. Sonra, ikinci tabakayı teşkil eden İmâm Şafii, Ahmed bin Hanbel ve Davud ez-Zahiri gibi İmamların devri geldi. İçtihad, bunlardan sonra da devam etti. Sonra, mezhep taraftarlığı başladı. Müctehidler, mutlak ictihâdı bırakıp kendi mezheplerinin çerçevesinde ictihât eder oldular. Daha sonra ise ictihat, mezhebin esaslar çerçeve dinde kalmayarak, mezhep İmamının görüşleriyle ve mezhepte hakkında nass bulunmayan konularla sınırlı hale geldi. Bundan sonra ictihat, sadece mezhep müctehidlerinin görüşleriyle sınırlı kaldı. Ve böylece, öncekilerin bıraktıkları yerde bir donukluk ve duraklama devri başladı. Çünkü, artık kimse ictihât etmiyor, yalnızca öncekilerin görüşüyle yetiniliyordu.
Fer’î fıkıh meselelerindeki görüş farklılığı, öncekilerin icmâ ettikleri şer’i hükümlerin kapsamından çıkmadığı müddetçe, dinde bozulma olduğunu göstermez. İhtilafın sebebi hakkı aramak oldukça, insanlar için, seçtikleri şeyler de kolaylık kapısı açmış olur ve doğru olanını seçmelerini sağlar. Çünkü ha hakikat nuru, görüşler arasındaki ihtilâf ile, çeşitli bakış açılarının bilinmesiyle açık ve kesin bir şekilde parlar.
Bütün müctehid imamlar, farklı görüşleri öğrenmeye özel bir önem vermişlerdir. Ebû Hanife, şöyle diyordu: “İnsanların en bilgini, insanlar arasındaki ihtilâfı en iyi bilendir. Bilginlerin tartıştıkları konulardaki görüşlerini bilmek, delil çıkarma metodlarını, zayıf ve kuvvetli delili araştırıp öğrenen kişinin önüne gerçeği çıkarır. Bu, olaya her yönüyle bakışı sağlar. Olaya her yönüyle bakan kişi ise, olayın doğru mu yanlış mı olduğu hakkında hüküm ver meye daha lâyıktır.
Üzerinde icmâ edilen fer’i meselelerde ve ihtilâf konusu haline getirilemeyecek değişmez İslâmî prensipler üzerinde ihtilâf olmaz.
Mezhepler arasındaki ihtilâf, bunların dışında kalan fer’i meselelerde olmuştur. Dinin değişmez hükümleri şunlardır: Namazın beş vakit olması, Namazda Kâbe’ye dönülmesi, Namazın rükünleri, oruç, zekat ve haccın farziyeti, zekâtın ölçüsü ve bunun gibi, kabul etmeyenin Müslüman sayılmayacağı İslâm’ın temeli olan konular. Yine, şüpheye mahal olmayacak şekilde Kur’ânla sâbit olan; nikahı haram olanlar, miras miktarı ve benzeri konular da temel prensipler olarak kabûl edilir. İslâm bilginlerine göre, bunlar icmâ ile sâbittir, bunları inkâr eden dinden çıkar.» (77)
Yani ihtilaf konuları ayrıntı ve muamelat kısmındadır. 4 hak mezhepten birisi “Namaz 3 vakittir” diğeri de “Namaz 5 vakittir” demez. Hepsine göre de namaz “5 vakittir”. Farklılık namazda her rekatta el kalkar mı, kalkmaz mı gibi konulardadır. Hepsinde de oruç farzdır. Ama ayrıntılarda farklılık vardır. Abdestsiz 4 mezhepte de namaz olmaz. Ama abdesti bozan şeyler de, birine göre mess-i nisvan yani kadına dokunmak bozar, diğerine göre bozmaz. Zekât 4 mezhebe göre de zekât vermek var. Ama farklılık; ziynet eşyasından verilir mi verilmez mi gibi konulardadır. Yani ana konularda ihtilaf yoktur. Teferruat konularda farklılıklar mevcuttur.
Mezheplerin zararlarına gelecek olursak; doğrudan doğruya değil dolaylı olarak bazı zararları vardır. O da insanların bilinçsiz davranması sonucu oluşan şeylerdir. Mesela mezhepçilik, mezhep taraftarlığı, mezhepçilik yapanlar arası çatışmalar ve benzeri durumlar örnek verilebilir. Bu durumlarda suçlu mezhepler değil, mezheplerin hakikatini anlayamayan basiretsiz insanlardır.
«”Mezhep” ve “Fırka” tabirlerini karıştırmamak gerekir.» (78) «Bugün, birçokları “mezhep” ve “fırka” tabirlerini, bilerek veya bilmeyerek birbiri ile karıştırmaktadır. Halbuki, kesin olarak bilinmelidir ki İslâm’da “mezhepler haktır” da “fırkalara ayrılmak yasaktır”.» (79)
Mezhepleri fırka olarak görenlerin halleri zararlar arasında sayılabilir.
«”Hep birlikte Allah in dinine sarılın, fırka fırka olmayın (parçalanıp bölünmeyin)” âyetinde “fırka fırka olmayın (parçalanıp bölünmeyin)” ifadesiyle yasaklanan tefrika, “kendine çekerek ayrılmak, fırka kurmak ve ayrımcılık yapmak, bölünmek ve bölüklere ayrılmak” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanların, böyle bölüklere, fırkalara ayrılarak birbirlerinden sıyrılmalarını ve ayrı düşmelerini kesin bir dille yasaklamış, Müslümanları ayrılığa düşüren inançları ve kitleleşmelere ön ayak olan fikirleri yermiş ve kötülemiştir. Bu nedenle bu anlamdaki “fırka” yani “tefrika” İslâm kültüründe pek sevilmeyen bir ad olmuş, Kur’ân’da her zaman olumsuz manada kullanılarak yerilmiş ve yasaklanmıştır.» (80)
«Nasslardaki kullanımları dikkate alındığı zaman tefrika, Kur’ân ve Sünneti anlama girişimini “sahte bir bilinç” üzerine temellendirerek Allah ve Rasûlü (s.a.v.) tarafından belirlenen emir ve yasaklara kulak asmayarak İslam’dan yüz çevirmek, fıtrî İslâm’a aykırı düşmek; nefse, şehvete, heva ve hevese uyarak ayrılığa düşmek ve neticede bölünüp parçalanmaktır. Bir başka ifadeyle tefrika, vahiy ve sahih Sünnet’le belirlenen itikad, ibadet ve ahlaki konularda düşülmesi yasaklanan görüş ve ameli ayrılıklardır.» (81)
Yani «”Edille-i Şeriyye”ye bağlı olarak doğan “mezhepler” hak, Müslümanların bilhassa “itikatta” bölünmeleri ve dağılmalarına sebep olan “fırkacılık” bâtıldır ve yasaktır.» (82)
Fırkalara bölünmenin yasak olduğunu anladığımız âyetlerden birkaçı şunlardır;
«O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Hem Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın!» (83)
«Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler (yahudi ve hristiyanlar) gibi de olmayın! Hem işte onlar yok mu, kendileri için (pek) büyük bir azab vardır.» (84)
«Allah’a ve Resûlüne itâat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider; o hâlde sabredin! Şübhesiz ki Allah, sabredenlerle berâberdir.» (85)
«(Hepiniz) O’na yönelen kimseler olarak, O’ndan sakının, namazı hakkıyla edâ edin ve müşriklerden olmayın! O (müşrik) kimselerden ki, dinlerini parçalayıp kısım kısım oldular. (Ve üstelik onlardan) her tâife, kendi yanlarında olan (din) ile sevinen kimselerdir.» (86)
Netice; İslâm dininde mezhepler vardır. Ama mezhepçilik yoktur. Mezhepler fayda verir, mezhepçilik ise her daim zarar verir. Mezhepler rahmettir, mezhepçilik azaptır. Mezhepler fırka değil, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri anlama, yorumlama biçimi ve metodudur. Mezhepler; İslâm dininin fiiliyata dökülmesinde ve karşılaşılan durumlarda kolaylıklar verir. Ve bu şekilde insan fıtratına da uygundurlar. Müçtehidin-i İzam Hazeratı başta olmak üzere bütün ulemâ-i İslâm’a Allah rahmet eylesin ve bizleri de ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolundan şaşırtmasın. Âmin.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- DİB Yayınları, Sorularla İslâm, s. 73
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Mezhep maddesi
3- Ebû Dâvûd, Akdıye, 11: Tirmizî, Ahkâm, 3
4- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, İslâm İlmihâli, DİB Yayınları, s. 29
5- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
6- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
7- DİB Yayınları, Sorularla İslâm, s. 74
8- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
9- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Nahl Sûresi 36. Âyet Meâli
10- Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77
11- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
13- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
14- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 8
15- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 9
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600-601
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 601-602
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 602
19- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 43. Âyet Meâli
20- Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, s. 43-45
21- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 546-548
22- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 38, s. 23-28
23- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
24- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Mezhep, s. 75
25- Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 369-370
26- Muhammed Zahid el-Kevserî, Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür, s. 5
27- Bkz. Hasan bin Ammar Şürünbülali, Nuru’l-İzah Tercümesi Nuru’l-Misbah, s. 5
28- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
29- Hasan bin Ammar Şürünbülali, Nuru’l-İzah Tercümesi Nuru’l-Misbah, s. 5
30- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 75
31- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 118
32- Buhârî , Tefsir: 62; Tirmizî, 47. Sûrenin tefsiri: 3
33- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
34- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
35- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 605-606
36- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 616
37- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 618
38- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 291
39- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 117
40- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:53, 54
41- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 293
42- Zehebî, XI, 182-183
43- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2. , s. 75-80
44- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
45- Bkz. Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 156
46- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
47- İbn Sa‘d, s. 440; İbn Abdülber en-Nemerî, el-İntiḳāʾ, s. 80-81
48- İbn Abdülber en-Nemerî, el-İntiḳāʾ, s. 80; Süyûtî, s. 71
49- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 506-513
50- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
51- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, DİB Yayınları, İslâm İlmihâli, s. 32
52- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, DİB Yayınları, İslâm İlmihâli, s. 32
53- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 30
54- Ebu’l-Mevahib Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali eş-Şârânî, Mizan-ı Kübra, s. 44
55- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 534
56- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 535
57- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 356
58- Nisa Sûresi, 4. Âyet Meâli
59- Muhammed Seyyid, Medhal, s. 306
60- Muhammed Zahid el-Kevserî, Makalât, s. 163
61- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 146
62- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 182
63- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 206
64- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 192
65- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 359-361
66- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 46
67- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212
68- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 299
69- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
70- Keşfu’l-Hafa, I, 64,66
71- Bakara Sûresi, 185. Âyet Meâli
72- Hac Sûresi, 78. Âyet Meâli
73- Araf Sûresi, 157. Âyet Meâli
74- Ebu’l-Mevahib Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali eş-Şârânî, Mizan-ı Kübra, s. 77
75- Müstedrek, 1, 286; Sünenü’d-Darimi, 1, 207
76- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 377-379
77- Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 308-309
78- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
79- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
80- Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 62
81- Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 62
82- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 150
83- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân Sûresi 103. Âyet Meâli
84- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân Sûresi 105. Âyet Meâli
85- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Enfal Sûresi, 46. Âyet Meâli
86- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Rum Sûresi, 31-32. Âyet Meâlleri