Nefis, akıl ve ene

Sebep-sonuç bağlantılarını irdeleyerek düşünebilen ve böylece bir hükme ulaşabilen akıl ise, vahye teslim olmadığı sürece determinizm açmazından kendini kurtaramamaktadır. İslamî zeminde yetişerek hayatı inceleyen filozoflardan Muallim-i Sani olarak anılan İbn Rüşd dahi, yoktan yaratılmayı kavrayamamış, maddenin ezeliyeti fikrinden kurtulamamıştır. Tüm dünya tarafından epistemiyolojik açıdan yüksek bir yere oturtulan İbn-i Sina gibi bir dâhi, iman ve yakîn ile değil, teslimiyet ve kabul ile küfürden yakasını kurtarabilmiştir.

Bu ilginç açmazın, gerçekten birer dehâ seviyesinde düşünce gücüne sahip olan bu insanların hakka vasıl olma noktasında içerisine düştükleri derin aczin nedeni, kainatın maddi ve manevi yönlerini ayrıştırarak eşyaya muhatap olmalarıdır. Fizik ve metafizik inceleme alanları olarak kainattaki mahlukatın maddî ve manevi yönleri birbirinden koparıldıktan sonra, gerçek bir hükme ulaşabilmek ve ulaşılan sonuçları telif edebilmek mümkün değildir. Ruhu çıkmış bir vücut nasıl ceset seviyesine iniyorsa, anlamsal arayışı olmayan bir nazar karşısında  kainat sönükleşmekte, hakkı ifade noktasında derin bir sessizliğe bürünmektedir. Kainatı bir otopsi salonuna çeviren, mahlukatı ise birer ceset seviyesine indirgeyen bu nazarın arkasında ise elbette ki, akıl vardır. Çünkü, anı kavramaktan aciz olan, zamanın hep gerisinde koşan akıl, sürekli hareket halinde olan eşyayı kavrayabilmek için geçici olarak dondurur, parçalar, sonra sebep sonuç bağlantılarını bu geçici donukluğun içerisinde ilintilendirebilir. Eğer bu donukluk, kişinin iç dünyasında uyanık bir halde bulunan vicdandaki şuur ve kalpteki iman ile çözülmez ise veya şuur uykuya, kalp ise karanlıklara gömülmüşse, bu zihin sahibinin mahlukattaki anlamsal devnimi seyredebilmesi, eşyanın varlığında, kainat içerisinde bulunduğu noktada, diğer varlıklarla olan ilişkilerinde ve daima bir akış halindeki hareketlerinde açığa çıkan anlamları çözebilmesi imkansızlaşacaktır. Her sabah, komşusunun tebessümüne tebessümle cevap veren insanın, kendisine her şafakta binler tebessüm ve selam gönderen güneşi, tebessümsüz ve selamsız karşılaması bu nedenledir.

Yaratıcıdan gaflet ederek yaşayan bir insanın, kendi tercihleri sonucu yaratılan eserleri sahiplenmesini, iç aleminde kibrin açığa çıkışı takip edecektir. Kibir gibi manevi bir hasatalığa yakalanan insanın enaniyeti firavunlaşacak, aklı iblisleşecek, nefsi ise frenlenemeyecek derecede şımaracaktır. Modern zaman iblislerinin telkinleriyle Yaratıcısını, ruhunu ve dinini terk ederek derin bir boşluğa düşen insanlığın çırpınışlarını ve iç aleminde oluşan bu boşluğun derin sancılarını gidermek için, şuuru uyuşturan cazibeli eğlencelerle avutulmaya girişilmesi yeterli olmamıştır. Modern zamanlarda postmodern arayışlara giren insanlık, geriye dönerken izini kaybetmiş, yol üzerine ağ geren ve şimdilerde artık bir sektöre dönüşerek kapitalizmin en verimli aletlerinden biri haline gelen tüketiciliğin ve mistisizmin tuzaklarına takılmıştır.

Nefsi ve enaniyeti takip etmekle açığa çıkan, aklın mutlak gerçekliği kavrama gücünün yetersizliğiyle bir perde gibi araya giren tüm bu olumsuzluklar, nefsi ve enaniyeti reddeden, aklı olumsuzlayan insanları haklı çıkarır niteliktedir. İnsanın içsel donanımının bir yönünü oluşturan bu özellikler, gerçekten birer iblis gibi, sırf insan mücadele ederek karşı duruşunu netleştirebilsin, bu özelliklerin ilk bakışta karşısında yer alan kalp, şuur gibi melekî yönlerini geliştirebilsin diye mi verilmiştir? Tüm bu olumsuz yönelimlerine rağmen, insanın bu özelliklerinden istifadesi mümkün değil midir? İnsanın bu yönleri tümden aşağılanmayı gerçekten haketmekte midir? Diğer taraftan insana verilen vicdan ve kalp gibi özellikleri birer melek gibi masum mudur, handikapları yok mudur? İnsanın, iki ucu buluşturan ifrat-tefrit ortasında bir denge noktasına gelmesiyle açılabilecek kapıların tasavvuru mümkün müdür?

Melek, Hayvan ve İnsanı kıyaslayalım.

Kainattaki varlıkların durumuna dikkat edilecek olursa, maddî alemin merkezinde hayatın yer aldığı fark edilecektir. Maddî olan ne varsa ya doğrudan ya da dolayısıyla hayat ile irtibatları vardır, hayata doğru akmaktadırlar. Bir vücutta merkezî bir konumda olan beyin, nasıl ki vücudun diğer tüm unsurlarını birleştirip irtibatlandırıyor ise, hayat da kainattaki unsurların irtibatlandığı bir merkez olarak kendini göstermektedir. Ruhun devreye girmesiyle, ruhsal hayat sahibi olan varlığın hareketlerinde bu irtibat fiilen ispat edilmekte, hayatın ve ruhun üzerinde kendini gösteren şuur ise bu irtibatları anlamlandırmaktadır.

Cansız cisimler kendi varlıklarından dahi habersiz oldukları için, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, en küçük bir canlı mahlukun irtibat alanının genişliğine ulaşamazlar. Karınca her adımında kainatın tümüyle var olması için dua etmektedir, ancak, karıncanın kendi varlığından şuursal bir haberdarlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle, hayatiyetin vermiş olduğu irtibatla kainattan istifadesi mümkün olsa da, bu istifade şuursal yansımalar içermediği için içselleşemez, nesnel bir planda kalır. Gerçi bu durum şuursuz ve idraksiz birer nefis sahibi olan hayvanların, kainatın mülkî boyutundan gölgesizce istifadelerini sağlayarak, fiîli şükür halini mutlak boyutta yaşamalarına da imkan sunmaktadır. Akıl olmadığı için geçmişin ve geleceğin muhakemesi yoktur. Dolayısıyla, düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde elemsiz bir lezzet alırlar.

Şuurun, yani farkındalığın devreye girmesiyle bu istifade birden basamak atlayarak, içsel bir boyuta taşınır. Şuur sahibi varlık fark edebilme yeteneğine sahip olduğu içindir ki, ikramın nedenselliği arkasında ikram edicinin sıfatlarını kavrayabilir, bu sıfatların sahibi olan Zâtın varlığını idrak edebilir, nimetin nimet olduğunun ayrımına vararak, fiili hamd basamağından sözlü hamd basamağına geçişler yaşayabilir. Melekleri yüksek bir hamd ve tesbih mertebesine taşıyan sahip oldukları bu şuur ve idrak kabiliyetleridir, yaratılmasındaki incelik ve gerçeklik bu yüksek şuur ve idrak kabiliyetlerinde gizlidir. Mutlak bir adâlet, mutlak mizan ve nizamı, mizan ve nizam ise tasarrufta mutlakiyeti gerektirir. Şuurlu birer varlık olarak insanlar yaratılmakta olan kainatın çok küçük bir kısmına muhatap olabilmektedirler. Muhatap oldukları bu yüzeysel ve dar alanda dahi hakkıyla hamd ve sena gerçekleştirememektedirler. Hamd ve senânın gerçekleşmediği bir vasatta yaratılmakta olan mahlukattaki sanat, mahlukat uzerinde ifade edilmekte olan kemâl, yansımakta olan esmâ ve sıfatı İlâhiyenin tümü abesiyete gider, israf olur. Böyle bir durumda yaratmanın kendisi, ilahî bir oyun mertebesine düşer. Melekler kainatta cereyan eden incelikli tasarrufun ve her şeyi anlamlandıran hikmetin ciddi bir gereği olan hamd ve senayı yerine getirmek üzere yaratılmışlardır. Meleklere iman adâlet, hikmet, nizam ve mizanın bir gereğidir, Allah’ın abesle iştigâl etmekten münezzeh olduğunun bir tasdikidir. Bu nedenledir ki, imanın rükünleri arasina girmistir.

         Fakat, meleklerin bulunduğu mertebede hakikatler öylesine perdesiz, öylesine gerçek bir boyutta algılanabilmektedir ki, meleklerin hamd ve tesbihleri, şuursuzca ve idraksizce veya robotçasına değil, ama bir annenin bebeğini sevmesi gibi, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Melekler bir annenin bebeğine muhatap olduğu yakınlıktan çok daha yakın, çok daha perdesiz bir mertebeden Allah’ın rahmetine, keremine, ihsanına, kahrına, azametine, celaline muhatap olup, çok daha derinden bir sevgi ve haşyet içerisinde, samimi ve gölgesiz bir hal ile hamd ve tespih etmektedirler. Kainatın manevî boyutundan gerçek anlamda istifadeleriyle,  icraat-ı İlâhiyenin perdesiz muhatapları, cemal-i İlâhinin mutlak huzur içerisindeki beklentisiz aşıklarıdırlar onlar. Bu huzurlarını, manevî lezzetlerini bozacak nefis gibi, enaniyet gibi fitne unsurlarından da uzaktırlar, nazarlarını bulandıracak aklî vermekten de.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır