Nereden Nereye Geldik

İnsanları dalaletten kurtarmak için Allah tarafından Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam ile gelen İslam dini yavaş yavaş yayılmaya başlarken, hanımlardan ilk Müslüman Hazreti Hatice radiyallahu anha validemiz iken,  erkeklerden de ilki Hazreti Ebubekris-Sıddık. r.a.dır. Peygamberimiz vasıtasıyla Allah tarafında bize  gelen hak din ile ilk şeref ve fazilette birinciliği kazanan bu iki cinsin birinci mübarekleri, en sıkı dönemde bile Aleyhissalatu Vesselama destek olup, ta 40 Müslüman oluncaya kadar, İslamiyet’i gizli tutmuşlardır, Ömer-ül Faruk la birlikte 40 olduktan sonra İslamiyeti ilan ederek yavaş yavaş  sahabelerin sayısı çoğalmıştır.

Fakat o mübarek Sahabeler müthiş düşmanlara  karşı gelebilmek ve hak din olan İslamiyet’i yayabilmek için canları pahasına düşmanla savaşıp çarpıştılar. İşte Peygamberimiz (a.s.m.) hayatta iken yapılan savaşlarda birçok şehit vererek, Veda Hutbesi esnasında Sahabeler epeyce azalmıştı. Bundan sonra, Tabiin, Tebe-i Tabiin, Emevi ve Abbasi devletlerinden sonra, İslamiyet Osmanlı Devleti ile en parlak devrini yaşadı. İşte kâinatın Halikının getirdiği  dini kabul edip, “İla-i Kelimetullah” (Allahın dinini yükseltme) yolunda canını verme pahasına bile olsa, dedeleri gece gündüz İslamiyet’i yaymak için koşan Müslümanlardan biz âcizler, dedelerimizden bize  en güzel miras olan hak din İslamiyet’i terk etmemek için son derece gayretli olmamız lazım ve elzemdir.

Türk milleti olarak bizler, İslamiyet’i yaşayıp ona sahip çıkmak kadar önemli başka hiçbir iş yoktur. Yani ecdadın bize bıraktığı dini ve dini kaynaklı güzel adetleri yaşayıp onunla iftihar etmek bizim önemli görevimiz ve bizim için çok mühimdir. Çünkü Allah tarafından gelen Kur’ani Kerim ile, dünya ve ahiretimizi cennet yapma zenginliğine ancak bu şekilde kavuşabiliriz.

Şunu bilmeliyiz ki, İslam dini kuru teoriden ibaret değildir, onu ancak uygulamaya koyulduğumuz zaman meyvesini alabiliriz. Bu itibarla bizim asil vazifemiz maneviyattan uzak kalan gençliğe dinin hakikatlerini anlatmaktır.

Dinimizi yaşayıp uyguladığımız zaman dünyaya hakim olduğumuzu görmek için, Tarafsız tarihçilerin eserlerine bakmak yeterlidir.

Sözgelimi tarihin büyük şahsiyetlerinden, Fatih

Sultan Mehmed’i düşünelim, Onu Fatih yapan sırlar neler di?

Başta, Allaha harfiyyen itaat eden Fatih’in annesi,  Hüma Hatun  Valide Sultan la, babası Sultan İkinci Murat Hazretleri dır. Çünkü o mübarekler, her anne ile babanın en büyük derdi olması lazım gelen, onlara Allah  tarafından hediye olarak verilen evlatlarını, Allahın rızası dairesinde yetiştirmeye titizlik göstermeleridir.

Fatihin babası yaşadığı bir hadiseyi size anlatayım: Anne ile Babası fatihin eğitimine verdikleri önem, Oğulları Fatihte çok güzel meydana çıkmış olur:

Fatih’ın Babası İkinci Murad Hazretleri iptidai derslerini almak için oğlu Fatih’i, hocası Molla Gürani’ye götürmüş. Küçük Mehmet orada ders alırken, padişahın oğlu olduğu için, kendine güvenerek, hocasının sertliğini babasına şikayet etmiş. Babası da hocasını ikaz edeceğini ve sen padişahın oğluna nasıl öyle davranırsın diyerek, hocasına lazım olan dersi vereceğini küçük Mehmed’e  söylemiş. Bu şekilde Fatih olacak oğlu Mehmed’i rahatlatmış. Öbür yandan S.Murad hocası Molla Gürani’ye gidip demiş: Hocam Bizim küçük Mehmet biraz şımarıyor, fakat, tedbirimizi şöyle alacağız:

-Bir gün ben Mehmet’le birlikte mektebe geleceğim. Sana niye oğlumu rahatsız etmişsin diye çekişeceğim, sen de eline sopayı alıp bana, al oğlunu ikiniz de buradan defolun derken, birkaç sopa sırtıma vurup bizi mektepten kovacaksın. Ondan sonra ben küçük Mehmede: İşte ne yaptın? Arkadaşların okurken sen cahil kalacaksın diyerek ikna ettikten sonra, elinden tutup okutmanız için zatı âlinizin huzuruna yalvarmaya geleceğim. Nitekim öyle yapmış. Böylece küçük Mehmedin uslulaşmasını temin etmiş.

İşte, anlattığım gibi Fatih  Sultan Mehmed’in anne ve babası ağızla dua yaptıktan sonra, makbul dua yerine geçecek, tedbiri de alarak o tedbir fiili dua hükmüne geçmiş, kavli fili vazifelerini yaptıktan sonra işi Allaha havale etmişler. Çünkü “Anne ile babanın evlatlarına karşı dualarının makbuliyeti, Peygamberlerin a.s.m. ümmetlerine karşı yaptıkları dualar gibidir” hadisi şerifini onlar bizden daha iyi anlamışlar. Evet, ebeveynler evlatları için bu kadar ciddi uğraşmaları neticesinde, bakın Fatih’in olgunluğuna:

-Herkesin bildiği gibi, 21 yaşında Padişah olan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri, Peygamberimiz (a.s.m.) ın “Letüftehannel Kostaniyyetu. Feleni’mel Emiru Emiruha, feleni’mel ceyşu zalikelceyş” meâli (İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onun askeri ne güzel askerdir.) Hadisi Şerifini Fatih düşünerek “Ah! İstanbul’un fethi, bana  nasip olacak mı?” diyormuş. Çünkü o biliyordu ki, birçok hükümdar fethetmek için İstanbu’la  yürüdükleri halde onlara nasip olmamıştı.

Fatih Edirne’deyken İstanbul’u Fethe hazırlanırken bir gün  halkı denemek için, tebdili kıyafet ederek esnafı denetlemek ister,  ilk olarak bakkalın birine gider.  Bakkaldan yağ ile bal ister, bakkalcı kıyafetinden ötürü kendisini tanımadığı Fatihe istediği kadar yağ verdikten sonra, kusura bakmayın, ben sabahtan beri takip ediyorum, köşedeki bakkal siftah yapmadı, sana zahmet balı oradan alsanız memnun olurum deyince, Fatih sevinerek oradan ayrılır. Bir rivayete göre öteki bakkaldan balı aldıktan  sonra bir kasaba gider, kasaba iki okka kuzu eti verir misin der eti aldıktan sonra, kasaba bir takım ciğer de ver deyince, kasapta Fatihi tanımadığı için  kardeşim ne olur ciğeri yol ağzında ki kasaptan al deyince; Fatih aldığı cevaplardan çok memnun kalarak, kendi kendine, Allah’ın yardımı ile, bu halkla ben İstanbul’u fethederim diyerek, Orduyu hümayun’u İstanbul’un fethi için hazırlamaya başlar ve hazırlar.

İstanbul’un surlarını kırabilecek güçte topları kendi icat ederek döktürüyor.  Bununla beraber haliç tarafından İstanbul’u muhasaraya almak için, insan ve hayvan gücüyle, yetmiş kadar gemiyi Beşiktaş’tan Kasım Paşaya  kızaklar üzere, getiriyor. Kendisi de Ordu-i Hümayunla birlikte İstanbul’un surlarını kırıp dağıtmak için yarı gecede geliyorlar. Yoluna manevi ışık tutması için, Alim ve maneviyat abidesi hocası Akşemseddin’i yanında getirip Topkapı’ya  geliyorlar. O esnada askerine: Yatıp biraz istirahat etmelerini emrediyor. Sabaha karşı, ateş et emri etmeden önce, askerlerin takva sahiplerini seçerek sağ avucunu yağ yanağına koyup sünnete uygun yatanları kaldırıp onlarla savaşın ilk hareketini onlarla başlatıyor. Böylece bildiğiniz gibi düşman Ulubatlı Hasanın bir kolunu koparıyor, Ulubatlı öteki eli ile “Lailahe illallah Muhammedür-resülullah” yazılı Hilafet bayrağını surlara dikiyor. Nihayet İstanbul fethediliyor.

Sonra Müslüman’lar İstanbul’a yerleştikten sonra, papazlar hakimiyetimiz elimizden gitti deyip dışarı çıkmamaya karar vermişler. Fatih bunu öğrenince, zaptiyelerini  gönderip papazları yanına getirterek onlara demiş ki: İşte size padişahın mührünü taşıyan birer kağıt; gidin bununla mahkemelere serbest girin ve orada görün İslam’ın  adaletini. Siz oralarda İslam’ın adaletini gördükten sonra, inanacaksınız ki, bizim idaremiz altındaki hayatınız önceki hayatınızdan daha rahat olacaktır. Onlar da oradan çıkarlar, mahkemeler ancak Edirne ve Bursa’da bulunduğu için, Papazlar vapura binip Bursa’ya giderler ve orada bir mahkemeye girerler. Girdikleri mahkemede kadının huzurunda şöyle bir davadan iki kişi mahkeme olduklarını görürler:

Biri bir vatandaşa bir tarla satmış, tarlayı alan adam, tarlayı sürerken, sabanın demiri, altınla dolu küpün kapağını kaldırmış, bunu gören tarla sahibi, hemen küpü tuttuğu gibi, tarlayı aldığı adama götürüyor ve diyor ki: Kardeşim al altınlarını, ben tarla aldım, altın almadım. O da buna, ben içinde ne varsa tamamını sattım, alamam bana haram olur diyor ve işin halli için davayı  mahkemeye veriyorlar. Mahkemede kadı adaletli kararını vermek için,  her ikisini nüfuslarını teker teker sorar ve öğrenir ki, birinin bir kızı, ötekinin de bir oğlu bekâr varmış.  Nihayet kadının hükmü, bu çocukları evlendirin de bu altınları beraber harcasınlar. Bu hükmü dinleyen papazlar, hayran kalarak oradan ayrılırlar.

Şimdi biz tarihimizden gelen bu mükemmel adaleti öğrenince, düşünüp yakinen inanmamız lazım ki, insan Allah’ına ne kadar sağlam bağlanırsa o kadar mükemmel iş yapar ve Allah’ın rızasına muvaffak olur.

-İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya yı cami yapıp ilk Cuma namazını orada kılmaya hocalarının re’yi ile kararlaştırırlar. Hocalar aralarında şöyle bir karar vermişler. “Yatsı ve ikindi namazının sünnetini terk etmeyen kim ise Ayasofya da ilk Cuma namazını o kıldıracaktır.” Vakit gelmiş bu kelimeler ile seslenerek imam ararken,  yine İstanbul’un Fethi ile müjdelenen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerine İstanbul’da ilk Cuma namazını kıldırmak şerefi nasip olmuş. Böylece Fatih, sünneti gayri müekked olan yatsı ve ikindi namazlarının sünnetlerini de terk etmediği ortaya çıkıyor. (Haşiye) İşte, Fatih Sultan Mehmet Hanın başarısının sırlarından bir kaçı.

(Haşiye) (Bazısı bunun hakikatini bilmediği için, yatsı ve ikindinin sünnetini Peygamberimiz (a.s.m.) terk etmiştir diyor ve terk etmek sünnettir diyor. Fakat bunlar bilmiyorlar ki: Takva cihetine bakılırsa Peygamberimizin (a.s.m.) yaptıklarının hafif taraflarını değil, ağır taraflarını almak daha iyi olur. Hatta takvayla amel edenler başka mezhebin hafif tarafını alamazlar,  fakat ağır tarafını rahatlıkla alabilirler. Mesela Hanefi mezhebinde olanlar, Şafilerin kan akınca abdesti bozmama meselesini alamazlar. Fakat evlenmesi caiz olan kadının çıplak eline çıplak eli o hanımın çıplağına temas etse abdesti bozulur, meselesini rahatlıkla alabilirler ve bunu tatbik de edebilirler.

Evet, bu kadar Allaha bağlı ve itaatkâr olan bir padişaha, Rahim olan Allah, ona layık ihsanını başarılarla gösteriyor. İşte bütün Müslümanların, bilhassa Türklerin şeref ve övgüsü olan Fatih Sultan Mehmet han hazretleri 28 yıl padişahlığı süresince  2 imparatorluk 14 devlet ve 200 şehir fethetmiştir.

Evet! Kâinatın yaratıcısı olan Allah, Takva sahiplerine ve Onun mükâfatı olan cenneti ile müjdeliyor ve  Allahın kanunlarına isyan edenleri ceza yeri olan cehenneme atması de mahzı adalet oluyor. Evet Fatih gibiler böyle sağlam imanla dünyaya meydan okumuşlar. Osmanlının o parlak devrinden sonra, duraklama devri başlamış ve dış düşmanların  münafikane yaptıkları hileler neticesinde, işte 300 senedir yavaş yavaş Müslümanları yıpratmaya çalışmışlar. Onlar asil hedeflerine yirminci asırda ulaştılar. Tahribatlarının en büyüğü olan sefahatlerini teknikle ve fen ilimleri ile sarıp biz Müslümanlara kabul ettirdiler. Fakat onların o sahtekarlıkları günden güne, yalınız Müslümanların nefretlerini kazanmakla da kalmayıp, yaydıkları dinsizlik ve insanlıkla bağdaşmayan inanç ve hareketler, kendi memleketlerinde ki insanlarında nefretini kazanıp, onlarında fıtri ihtiyacı olan hak dine meyilleri günden güne artıyor.

Geçmeden bunu da ifade edeyim, günümüzde bazı Müslümanlar, dinin, bazı hafif taraflarını işlerine geldiği için onlara sarılıyorlar.

Bu hal başka değil, ancak şuna benzer: Bir insan, ayaklarım var ya, öteki azalarım olmasa da olur. Veya Gözlerim var ya kulaklarım olmasa da yaşarım demeye benzer. Halbuki iki hayatta rahat ve mutlu yaşamamız için Allah’ımız bize emrettiği ibadetlerin tamamını, yani onları  uygulamaya çalışmak gerekir.

Evet! Bu bize gösteriyor ki, bir insanın imanı ne kadar zayıflarsa, o, o kadar dini hayatından taviz verebilir. Öyle ki, benim Müslüman vatandaşım ufak bir iş bahanesi ile, namazını terk edebiliyor. Benim işim yorucu veya midemde biraz rahatsızlık var diyerek orucunu bozabiliyor. Veya, bir imansız doktorun, sen oruç tutamazsın demesi ile oruç tutmaya yanaşmıyor ve saire.. Allah bizi ve din kardeşlerimizi bu gaflet uykusundan uyandırsın. Amin!..

Bugün insanlara örnek olabilecek insana çok ihtiyacımız var. Müslüman olan erkek ve hanımlar her hareketleri ile insanlara örnek olmaları icap ediyor. Bozmak kolay yapmak zor olduğu için, yirmi günde yirmi kişinin yapamayacağı bir binayı, bir kişi bir günde harap edebiliyor. Biz batı diye diye ahlakımızı atarak battık.  O hale geldik ki televizyonda, kadın taytla külotla namaz kılabilir mi? Kadın erkekle ayni safta, başı açık namaz kılabilir mi? meseleleri tartışma konusu yapıyoruz. Allah’ım bu gibiler gibi olmaktan bizleri muhafaza eylesin.

Bunu herkes bilmeli ki, dini bilgilerden habersiz, dinden uzak bir haldeyiz ki, ecnebiler bir kaç kuruş paraya gafillerimizi satın alıp menfaat için onların dinlerine muvakkaten de olsa sokabiliyorlar. Halbuki, dinine bağlı bir Müslüman, mantığını kullanarak kendi dinini terk edip, hükmü geçmiş, başka bir dine kat’i surette giremez. Eğer girse mantığın değil, duygularının ve hislerine mahkûm olmanın neticesinden girer. Yani ya para için veya başka bir menfaat için girer. Çünkü dinsiz olmak için düşünmek lazım değil. Fakat dinine sahip çıkmak ve dindar olmak, mantığın kendi eseridir. Dindar olmakta iş var görev var, fakat onunla beraber, Dinine sahip olan kimsenin mantığı, aldığı o manevi bilgiler, onu o mes’uliyeti taşımağa mecbur ediyor ve ne pahasına olursa olsun bildiğini uygulamaktan geri kalamıyor. Çünkü, vazifesini yapmazsa karşıda nasıl bir zararlarla karşılaşacağını kesin olarak inanıyor ve inandığının gereğini yapıyor.

Abdülkdir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: