O Çocuk, işte bu Çocuk!..

2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı için start verilmiş, öğrenciler sıralarına oturmuştu.

Yeni bir mesleğin heyecanı ve gelecekte karşılaşmaları muhtemel yaşantının hayali ile doluydular…Cıvıl cıvıl hayat dolu bu gençleri bekleyen, kim bilir ne tuzaklar sipere yatmış bekliyordu.

Öğretmenleri birer birer derse giriyor ve kendilerini tanıtarak okutacakları dersin içeriğiyle ilgili açıklamalarda bulunup kendilerini tanıtıyorlardı.

Geriye dönüp baktıklarında, daha hayatın başından beri birkaç kare resmin kayıtlara geçtiğinden habersiz görünüyorlardı. Dört (4) lerden bir kaçı geride kalmıştı. Gözlerde umutlu bakışlar, gönüllerinde doldurulması gereken boşluklar vardı. Hafızalarında dizayn edilip, tashih edilmesi gereken çok şey belliydi. Hayattan, gelecekten, öğretmenlerinden beklentileri çoktu.

Seçmeli dersler arasında yer alan Siyer dersiyle birlikte Din Kültürü ve Ahlak bilgisi dersini vermek üzere beyaz önlüğüyle kapıyı açıp içeri giren mütebessim bir çehre ile karşılaştılar:

-Selamün aleyküm…

Ayakta saygı ile selama karşılık verdiler hep bir ağızdan:

-Aleykümüsselam…

-Buyurun, oturun lütfen.

Hepsi heyecan ve merakla öğretmenin yüzüne bakıyorlardı. Acaba kimdi ve neler söyleyecekti? Derse giren ve daha yeni tanışacakları her öğretmen, onlar için bir umut, bir mesajdı. Kim bilir, nasıl bir tarz ve yöntemle karşılaşacaklardı.

Kendini tanıtarak söze başladı Öğretmen. Ve hemen arkasından; yeni okullarının, gelecekteki mesleklerinin, tüm hayat karelerinin bereketli, feyizli, başarılı, sağlıklı olmasını, dünya hayatlarında olduğu gibi, ebedî hayatlarında da mutlu ve umutlu olmalarını temenni edip güzel dilekleri peş peşe sıraladı.

Ruhlar aleminden başlayan bir yolculuk serüveninin şifrelerini anlattı. İnsanoğlunun nereden, niçin ve nereye doğru bir yolculuk yapacağından bahsetti. Biraz da nabızlarını tutmaya, fıtratlarına, masum/temiz dimağlarına hitap etmeye çalışıyordu. Anlattı, anlattı, zaman zaman sorular sordu, parmak kaldıranlara konuşma fırsatı verdi. Aktif metodla sınıfı diri, zinde ve derse karşı merak modunda/frekansında tutmak istiyordu. Geçmiş birikim ve tecrübesini doyasıya kullanıyordu.

Tam o sırada bir öğrencinin ağladığını gördü.

-N’oldu kızım, neden ağlıyorsun?

-Çok duygulandım hocam! Şiir gibi anlatıyorsunuz!…

Öğretmen, yıl boyu vereceği mesajların ipuçlarını vermişti öğrencilere. Kartviziti, Allah’ın (c.c) bahşettiği zenginliklerle doluydu. Eğitimci, İlahiyatçı, Yazar.

Öğrenciler daha fazlasını merak ediyorlardı. Yazdığı kitaplardan dersiyle alakalı (gerçi hepsi ilgiliydi) “İlâhî Rahmet Hazret-i Muhammed (S.A.V)” ismini taşıyan kitap masanın üzerindeydi. Kitabın üzerindeki yazar adıyla öğretmenlerinin ismi aynıydı. Anlamışlardı Ona ait olduğunu. Ama daha fazla bilgi edinmek istedikleri belli oluyordu.

Öğretmen, ibretli bir hikâye ile o günkü dersi noktalamak istedi:

“Ana dolumuzun bir köyünde hayata gözlerini açan bir çocuk varmış. Çiftçi bir ailenin çocuğu…Çileli ve fedakâr anne-babanın bin bir emekle büyüttükleri bu çocuk, yedi yaşında kur’an dersine başlayıp on iki yaşında hafızlığı tamamlamış. Bu arada bir müddet de Arapça eğitim almış dönemin meşhur âlimlerinden. Almış almasına da, yaşı gelip 13’e dayanmış. Yani, anlayacağınız, ilkokul çağını geride bırakmış. Dayısı eğitmen olduğu için, özel aldığı dersler sayesinde okuma yazmada oldukça iyiymiş. Kur’an ve Arapça eğitiminin bu husustaki katkısını da göz ardı etmemek lazım. Derken, seviyesini belirlemek, ilkokul diploması almak üzere köyden Şehre gönderilmiş. Beşinci sınıfların bulunduğu bir sınıfta imtihan edilmiş. Seviyesi onlarla aynı bulunmuş. O günün yönetmenliğine göre, tüm beşinci sınıf öğrencileri sene sonunda sınava girerek diplomayı hak ediyorlarmış. Bu çocuk da bunlarla birlikte sınava girip ilkokul diplomasını almaya hak kazanmıştı.

Sevinçle anne-babasına koşarak müjdeyi verdi. Önünde alınması gereken çok yol vardı daha. Peki, bundan sonra ne olacaktı? Hangi okulu, nerede okuyacaktı? Geldiği noktada en uygun olanı İmam-Hatip Okuluna gitmesiydi. Bulunduğu İl’de yatılı bölümü yoktu. En yakın İl’e gitmek durumundaydı. Öyle de oldu. İki arkadaşıyla birlikte yola koyuldular. İlk defa, bulunduğu İl’in dışına çıkıyordu. Tren garında bindikleri süslü faytonun ve atların kaldırım taşlarında çıkardıkları sesler ve ritimler, kulaklarında bir musiki parçası gibi haz veriyordu gönlüne.  Bir tahta bavul, renkli bir sergiye sarılmış bir kat yatak…İlim yolunda atılan  heyecanlı adımlar, çarpan bir yürek. O zamana göre büyükçe bir şehir, geniş caddeler, yüksek binalar…

Okula ulaşmışlardı. Müdür yardımcısının odasındaydılar. İki arkadaşı kaydını yaptırmış, sıra kendisine gelmişti. Müdür yardımcısı Veysel Bey sordu:

-Evladım, senin velin nerede, gelsin de kaydını yapalım.

-Hocam, harman ve iş zamanı olduğu için velim gelemedi.

-Peki, velin kim olacak? diye sordu Hoca.

-Benim velim de siz olun hocam!..diye cevapladı kendinden emin bir biçimde.

Odada olgun bir beyefendi oturuyordu. Müdür yardımcısıyla bakışıp gülüştüler. Çocuğun bu davranışının ve samimi sözlerinin çok hoşlarına gittiği belli oluyordu.

Misafir olarak oturan kişi, şefkatli bir ses tonuyla:

-Veysel Beyciğim, müsaade ederseniz, ben bu çocuğun velisi olmak istiyorum, dedi.

-Hay hay hocam, memnuniyetle, siz istedikten sonra, diyerek takdir ve memnuniyetini ifade etti müdür yardımcısı.

Veli olan zat, öğrenciye dönerek:

-Evladım, cep defterin var mı, varsa ver de, adımı ve adresimi yazayım ki, beni bulabilesin. Artık bundan böyle sorunların ve ihtiyaçların olursa bana geleceksin, tamam mı? dedi.

Çocuk cebinden deftere benzeyen yapraklı bir şey çıkardı. Boş kâğıt parçaları bir araya getirilerek üzerine bir karton kapak geçirilmiş, alt kısmından iplikle tutuşturulmuş bir defterdi bu.

Birbirlerine bakıp tebessüm ettiler. Zaten ayaklarında lastik, başında annesinin ördüğü takkesi vardı. Çocuğun bu halinden çok etkilenmişlerdi. Hayranlık ve şaşkınlıkla seyrediyorlardı, ama belli etmemeye çalışıyorlardı.

Cebinden mürekkepli dolmakalem çıkardı ve deftere yazdı: Ahmet İspir, Yücel İlkokulu Müdürü.

O yıl, pansiyon şartları henüz tamamlanmadığı için, üç arkadaşıyla birlikte eski bir toprak ev kiraladılar. Bir hasır, üç tane hasır yastık, bir gaz ocağı, üç bardak, tencere, tava…O yıl öyle geçti. Gurbet, ana-baba hasreti, çevreye uyum ve diğer problemlerle baş etmeyi başarmışlardı.

İkinci sene pansiyona yerleştiler. İnşaat tam olarak bitirilememişti. Tavandan yağmur damlacıkları damlıyordu, battaniyenin altında ısınmaya çalışıyorlardı. Çok şükür, yine de sığınacakları bir yuvaları vardı. Her ne kadar yemekler yeterli ve doyurucu olmasa da, Allah’ın verdiği helal rızıkla karnını doyuruyordu.

Annesinin reyhanlı yoğurt çorbası ve tereyağlı mantısını özlemiş olacak ki, duygularını şiirle dile getirmişti:

Pırasa çizmeyi çekmiş dizine,

Makarnanın kimse bakmaz yüzüne,

Nohut gider belki aylık izine,

Yüce katındadır sonsuz hazine.

Yıllar gelip geçmişti. Acı tatlı hatıralar, hayatının bir parçasını oluşturmuştu çoktan.

Yedi yıllık okulun beşinci sınıfında, kalan iki sınıfın da derslerini vererek lise tahsilini beş yılda yüz akıyla tamamlamıştı.

Üniversite, arkasından değişik mekânlarda muhtelif görevler bir birini takip etmişti. O çocuk; okuyan, yazan, düşünen, düşündüren, konuşan, kitlelere hitap eden, insan yetiştiren, insana değer veren biri konumundaydı. Ruhu can kafesini terk edinceye kadar da bu kudsî dâvanın, nurlu Kur’ân kervanının kararlı ve azimli bir neferi olmaya söz vermişti. İhlas, şefkat, merhamet, gayret ve fedakârlıkla Sırat-ı Müstakimde yürümek, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde sağlam akidenin takipçisi olarak hayat maratonunu tamamlamak istiyordu.”

Hikâye bitmişti. Tam o sırada teneffüs zili çaldı. Öğrenciler şaşkın bir vaziyette satır aralarındaki mesajları çözmeye çalışıyorlardı. Çok etkilendikleri bakışlarından belliydi. Şaşkınlıkları sessizliğe, arkasından da alkış ve takdir çığlıklarına dönüşecekti.

Öğretmen, “Allah’a emanet olun” dilekleriyle kapıya doğru yönelirken noktayı koydu:

“O Çocuk, işte bu çocuk!..”

İsmail Aksoy

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: