Ölümün Sırları
Benlik yalancılığının ve gölge varlığın yok olduğu büyük iklim…
Gerçek varlık ve teslimiyetin eşiği, vücud yapımındaki her zerreyi yaratıcısına döndüren mes’ud kânun: İşte ölüm..
Sâdece ölüm bahsîle küfür ve inkârı cerh azmindeyiz.
Ölüm evvelâ bütün fizyologların kabul ettiği gibi, ihsas hassasını kayıb eden hücrenin mecburî olarak dûçâr olduğu ve kuvvetle arzu ettiği bir madde istihâlesidir. Bütün hâdise ve dâvanın özü, ölümdeki istihalenin mânâ bütününe teshindeki aldatma keyfiyetidir, ölüm hâdisesi, maddi istihale bakımından da hakikî bir yok oluş değil; bilâkis yeni bir varlığa giriş sırrını taşır. Hepimizce malûmdur ki ölen vücûdun hücre bütünü toprakdaki mikroplar vâsıtasile basit kimyevî anâsırına ayrılır. Ayni kimyevi cisimler, müteakip istihalelerden sonra, yeni hayat mevzularında tekrar, yaşatıcı mevkilerini elde ederler. Meşhur bir tabiat âliminin ifâde etdiği şu sır, mezkûr kimyevî maddelerin uzuvları değiştirirken taşıdıkları ana prensibi belirtmek bakımından mühimdir: (Tabiat alıştığı kanunları muhtelif hâdiselerde sık sık tekrar eder.) Bu mutlak kânunun tezahürü çeşitli misâllerile bütün tabîatçıların malûmudur, ölümün madde plânında sıralı seklide belirtdiği, bu yeniden oluş, hâdiselerin sakınılmaz vak’ası yanında, bilhassa insanların ölüme geçerken taşıdıkları ruhî incelikleri mütâlâa edersek, ölümün mutlak âdem olmadığı hakikati kendiliğinden müsbet bir vâkıa hâlinde belirir.
Ruh varlığımızla beş duyumuz arasındaki yakın irtibat, ölüm ânında bilhassa ruhun varlığına saik olacak şekilde, hissi değişiklikler belirtir. Müsbet ilimlerin tam vahdetle kabul etdikleri mühim vak’aları sura ile zikredeceğim:
1 — Hafıza sistemimizde son anlarda müdhiş bir şarj olur. Adetâ ölüm ânında hafıza bütün mazinin filmini bir anda gösterecek şekilde yüklüdür. Hayâtın hesap tablosunun bu son ve yekûn bilançosuna ait, şahsın ölürken bâzan bu sırrı beyan edebildiği bilhassa asılmalarda yapılan tecrübelerde görülür.
2 — Kulaklarda aşırı bir hassasiyet teşekkül eder. Vücûdumuzun en sıhhatli anlarında almaya muktedir olamadığımız birçok ses dalgalarını ölüm ânında çeşitli sesler hâlinde duyuyoruz. Sanki beynimizde o an gizli âlemlerin işaretini alan yepyeni bir radyo merkezi kurulmuştur. Hattâ sayısız şahsî müşahedelerimizle gördük ki, son anlarını yaşayan bir çok ağır hastalar, izah kudretinde olmayarak bizde mânâsız addedilecek hareketlerle bu duyulanların sırrını belirtmek için etrafına ikazlarda bulunur.
3 — En mühim ölüm inkilâbı göz merkezlerinde husule gelir. Göz bebekleri bütün kâinatı içine alacakmış gibi büyür. (Göz bebeklerinin büyümesi alelade bir adale felci veya vegetatif sinir sistemi kimyası yoluyla husule gelmiş bir hâdise değildir. Narkoz hâlinde olduğu gibi, ölürken göz bebeklerimizde büyüme yerine küçülme olabilir.) Keza göz madde hududunun ötesini görüyormuş gibi hassaslaşır. Mutlaka müstesna şartlara ayarlanmış ve başka manzaralar temaşasına başlamıştır. Agoni hâlinde ölümün son basamağında bulunan hastaların bir noktaya müteveccih korkunç dalgınlıkları ve garib ihtilâçlarını, hattâ hiç beklenmedik manzaraları, çeşitli işaretlerle izah etdiğlni görmemek mümkün değildir. Keza bir çok i’tizar hâlindeki hastalarda müşahede etdiğimiz şekilde, ölen insanlar son anlarında çok eskilere âit normal şartlarda hafızada silinmesi îcâb eden hâdiseleri müşahede ediyor ve bize de kısmen anlatıyorlar. Son cümlenin ifâdesi şümulünde bâzı ilim adamlarının iddia etdikleri şu hakikati de belirtmek isterim. İnsanların hayatda iken başkalarına karşı yaptıkları cürümler, ve bu hâdiselere âit tablolar ölüm ânında bir fotoğraf gibi teferrûatiyle canlanıyor. Bu hususta garib tecrübeler hâlinde göz bebeklerinde cürmü tesbit eden fotoğraflar bile almak bir zamanlar adli tıbbı müşkül duruma düşürmüştü.
Ölüm anındaki değişikliklere dâir en mühim bir tesbitle insanların son ânında nedense ıztırap ve ferahlık duygusundan temâmen ayrı kalmaları aksine bir takım ruhî mefhumların ölüm ânında maddî iztıraplardan daha müthiş olarak ön safhaya geçmiş bulunması keyfiyetidir. Yine bizzat vak’alar hâlinde tesbit ettim ki, son ânın mes’ud veya muztarib olması, maddî keyfiyetden ileri değildir. Çok müşahhas tâkib etdiğim bir vak’ada yukarıdaki tezimi belirten canlı hakikati, öz hâlinde zikredeceğim:
Yakınlarımdan bir şahıs yemek borusu kanserine mübtelâ oldu. Hastalığın tezahürü olarak da, on beş gün sonra yemekden temâmen; sudan da kısmen kesildi.
Tam bir lâboratuvar sarâhatîle incelediğim bu hasta, mânâya intikal bakımından beni korkutuyordu; zira tıbbi realiteye göre bu hastanın ölüm ânında üç korkunç hâdise ile karşılaşması lâzımdı:
Birincisi; dayanılmaz ağrılar,
İkincisi; akciğer kangreni ihtilâlîle tehammül edilmez koku meydana getirmesi,
En korkuncu da yiyememekden doğan Hipoglisemia cinneti.
Bu üç tehlike benim hastamı da ölümünden bir gün evveline kadar kuvvetle tehdit etdi. Aklî muvâzenenin kayıp olması, koku ve ağrı, müthiş maddî ıztırab kitleleri hâlinde hastaya yüklendi. Hastanın Allâha karşı sonsuz bağlılığı, muvakkat aklî muvazenesizlik hâlinde bile kayıp olmadı, ölümünden bir gün evvel beklemedik şekilde ve tıbben îzâhı mümkün olmayan bir yenilenme husule geldi. Ağrılar temâmen kesildi. Çok uzaklardan bile his edilen müdhiş koku nefesinden bile kayıb oldu. Akıl ve şuur, kanda tam hipoglisemiye rağmen normal şekle döndü. Bu suretle ölürken hastamızda beklediğimiz maddî ıztıraplar ve cinnet yerine tam bir madde refahı, mânâ bakımında da; ölümünü evvelden sezme zevki İçinde dudaklarına son kelime olarak, salâvâtı sunduracak bir kalb felâhîie karşılaşdık…
Ruha âit her bilgi ve bulguyu inkâra memur maddeciler, bu bir zikretdiğimiz ölüm sırlarını pisikopatik galat veya halisünasyon diye izaha kalkışırken, ruhu inkâr yolunda (Rûhî galat) kabulünü tenakuz heykeli şeklinde dikip gülünç mevkie düşmüyorlar mı? Eğer onları, ölüm ânında gördüklerini İzah mecburiyetinde tutsaydık, utançlarının hududunu tâyin edemezdik.
Ölümün, kaba bir yok oluş olmadığına dâir şu müsbet vak’alar, ruh üzerindeki evvelce belirttiğimiz hakîkatlarla beraber toparlanınca ebedî olduğumuz sırrı, bir vakıa hâlinde belirmiyor mu?
Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1952)