Ömür Tek Sermayemiz

Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi. Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek. Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.

Niçin yaşadık? Ev, araba, ünvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir? Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur. Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir.

Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler. İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler:

”Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” Sonra da şöyle uyandırır bizi Bediüzzaman: ”Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var.” Sonra da bizler… Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar… Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız herşey. Herşeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.

İslâm Peygamberi(a.s.m.) ”İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar” der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: ”Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer.”

Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve ”Akdeniz’in suyuna dokundum” diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?

Benjamin Franklin, ”Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir” der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?

Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: ”Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?” Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un ”Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” dediğini duyacaksınız.

Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır. İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür?

Ben otuzdört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: ”Sen öldün dostum; sen öldün.”

İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için herşeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz. Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz herşey bitmemiştir. Bizim için ‘herşeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.

Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silüeti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime. Günlerdir beni üzen herşey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname…

Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti. Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) ”Rabbinize yalvara yakara dua ediniz” sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, ”Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz” sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz. Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır.

İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür. İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.

Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekut evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir. Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula. Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: ”Onu seviyor muyum?” Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: ”Onu ne kadar seviyorum?” Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.

Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?

Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: ”Bana Seni gerek Seni…”

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: