Onun (s.a.s.) Ruhu , Aramızda Yaşıyor ve Bizimle Alâkadar..

Ayın hareketini esas alan Hicrî  Takvime göre Rebî-ül Evvel ayının 12. gecesinde  “Mevlid Kandili”  olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneşin hareketini esas alan Rumî Takvime göre de her yıl 20 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir.              

Dinî yaşayışımızda Ramazan orucunu, Hac zamanını ve  dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas  alan Rumî takvime göre belirliyoruz.

Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvimdekin göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan Rumî takvimdeki onun karşılığı olan tarihte kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s.), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki)  Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” (el yevmül’ isneyn) olan 12. gününün sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan Hicrî takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in (s.a.s.) hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.

Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece –bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi– yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir.

Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
          Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an âyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir: “Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)
“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)
           Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı,  sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar,  bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.
           Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.
          Rebi-ül Evvel ayının 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun (s.a.s.) doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.
           Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız; bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”
           Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.
           Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (s.a.s.) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Mustafa NUTKU