RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE NASIL EHİLLEŞİRİM!

RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE NASIL EHİLLEŞİRİM!

İşin ehli, işini kural kaideye göre yaparak ehilleşmiştir. İşin kaçamaklarına uyarak veya üstün körü suhre gibi yaparak değil!

“NE GELİYORSA BAŞIMIZA SAFDİLLİKTEN, SAFDİLLERDEN GELİYOR!

 Üstadımız, Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini lahikalarda sarihan ve vazıhan ve mücmel olarak yazmıştır. Meslek ve meşreb düsturlarıyla kâlen, hâlen, ilmen ve kalemen meşgul olan ve ihlasla cehd eden, vartaya düşmez. Sair usullerle çalışılırsa varta-i azime düşebilir.

Kâlen meşguliyet: Konuşmalarımızın Risale-i Nur’a uygun olmasına cehd etmeliyiz.

Fiilen meşguliyet: Hatt-ı hareketimizin Risale-i Nur’a muvafık olmasına cehd etmeliyiz.

Kalemen meşguliyet: Risale-i Nur’u medh ederek, kalemle yazmalıyız.”[1]

Her işin bir ehli vardır. Şayet usulüne uygun olarak yapmak istiyorsa bir insan ehlini arar, kendi felsefesine, düşüncesine göre hareket etmez. Nitekim hevaya göre hareket mesuliyet getirir insanın başına.

“Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”[2] (Nahl Suresi, 43.) İlim sahipleri, “Verrasihune fil ilmi/İlimde derinlik sahibi” (Al-i İmran Suresi, 7.) ve “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1.) hadis-i şerife göre müçtehid ve müceddidlerdir. Öyle ise, hakiki, sadık, samimi, dürüst, müttaki bir dindar, içtimai, siyasi yol haritasını kendisi belirlemez, ilim sahibine, otoritesine, yani müceddide sorar.

  • “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl Suresi, 43.)
  • İlim sahipleri, “Verrasihune fil ilmi/İlimde derinlik sahibi”[3] ve
  • “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.”[4] hadis-i şerife göre müçtehid ve müceddidlerdir.

Öyle ise, hakiki, sadık, samimi, dürüst, müttaki bir dindar bir insan içtimai, siyasi meslelerde kendi başına hareket edemez meselelerini, ilim sahibi olan müceddide sorar. Tabi herkesin gözünde kendi âleminde bir müceddid / müçtehidi vardır. Maddi meseleler bir şekilde hal olur; ama manevi meselelerdeki hata / ihmaller manevi mesuliyetleri de akabinde getirecektir. Yani kimi manevi önder seçeceğine insan hassas olarak davranmalıdır. Bir yerden peynir bile alacakken bazı yerlere içeriğine bakıp hassas davranan insan manevi meselelerde cesur davranıp başına buyruk hareket etmesi tam bir felakettir.

  • Risale-i Nur Külliyatı “bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…”[5]

Buna biz safdiline inanmış da değiliz. Bunu makamı ve ilmi olan bir çok kimse de ifade etmektedir. Mesela Eski fetva Emini Ali Rıza Efendi[6] şunu ifade etmektedir.

  • “Bedîüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük bir hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda ve mahrumiyet içinde tam bir feragat-ı nefs ettiğini ve onun Risale-i Nur’u müceddid-i din olduğunu kat’iyyen tasdik ederim. Cenab-ı Hak onu muvaffak eylesin, âmîn!”[7]
  • Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.[8]

Biz Risale-i Nur Külliyatını okuyanlarca Bediüzzaman Said Nursi ahirzamanın fıkh-ı ekberini elinde tutacak olan Mehdi-i Azamdır. Eserleri olan Risale-i Nur külliyatı namındaki telifatı sadece iman dersi değil, içtimai meselelerde de ders verir ve bir muslih olarak ders verir. Bu suretle Bediüzzaman hazretlerinin tebliği eserleri durana dek devam edecektir. Zaten fertler gelip geçer eserleri baki kalmaz mı? Derler ya sen kuşu değil uçuşunu hatırla.

Bediüzzaman Hazretlerinin;

İmani ve İslami eserleri: Sözler, Lemalar, Mektubat, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, İşarat-ül İ’caz olarak..

İçtimai Hayata dair: Münazarat, Hutbe-i Şamiye, Divan-ı Harb-i Örfi, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Emirdağ, Kastamonu, Barla lahikaları ve bunlardan terkip edilmiş olan Beyanat ve Tenvirler, Şualar. Ve bu reçetelerin yekünu Eski Said Dönemi Eserleri olarak Asar-ı Bediiyye namıyla tab edilmektedir.

  • “Risale-i Nur talebesi; imanî bahisleri okur, ehl-i salat ve takva olur, fakat başka cereyanlara aldanabilir. Eğer, meslek ve meşrebe dair mevzuları, lahikaları okursa, aldanmaz.”[9]

Sadece imani bahisleri okuyanlarda çeşitli içtimai meselelerde keşmekeşler olabilir çünkü üç sac ayaklı olan hizmetin sadece bir kısmını esas alarak hayatına devam ediyor. Böyle bir keşmekeş yaşamaması ancak keramet olur zaten. Bu sac ayak İmani bahisler, Lahikalar ve Müdafaalardır.

İmani ve İslami meselelerde Risale-i Nur Külliyatının bahislerine kimse itiraz etmemektedir ve edemezde, çünkü iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır.”[10]

  • Bizlerin bu zamanda ihtiyacı, tahkik-i imandır. Akıl, ruh ve kalbimizi, bütün manevi cihazatımızı nur-u imanla doldurmalıyız. Çünkü insanın 30-40 yaşlarına kadar kabiliyet ve istidatları alışkanlık haline gelir. Bu yaşa kadar nur-u imanla meşgul olmak elzemdir.”[11]
  • “Lâhika Mektupları: Lâhikalarda geçen siyasi mektuplar, şahsa değil umuma yazılmıştır. Üstadımızın hususi neşrettiklerine nazaran, çok kısa, hatta bir satır olarak umuma neşrettiği mektuplar vardır. Mektuplar ihtiyaca binaen yazılmıştır.”[12]
  •  Lahikalardaki mevzuular, aynen bu zamandakilere de hitap eder.”[13]
  • Üstadın Mektupları: Üstadın 2 çeşit mektupları vardır. Biri hususi… Diğeri: Kıyamete kadar Nur talebelerini herbir mes’elede tenvir edecek mektuplardır.

Üstad bu ikincileri ayırmış ve neşretmiştir. Bu mektupları kim okursa, ona hitap ediyor, yoksa eskiden yazılmış, hususi mektup değildirler. Onun için, Nur Talebelerine hitap ederken “Aziz, Sıddık,.. kardeşlerim” diyor. Ben de bu mektupları okuduğumda veya okunduğunda “Lebbeyk Üstadım” diyorum.”[14]

  • “Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi; Risale-i Nur eserlerinde ve Lahika mektuplarında, Risale-i Nur’un meslek ve meşreb düsturlarını sarihan, vazıhan, mücmelen vâ’z ve beyan etmiştir.
  • Nur Talebeleri; Risale-i Nur eserlerini ve Lahikaları devamlı okuyarak ve bilhassa ameli ve tatbiki hakikatları not edip (halen, kalen, fiilen ve kalemen) bu Kur’anî düsturlarla amel ederse veya ihlasla amil olmaya cehd ederse; Kur’anî, imanî ve mücahidane (Nur-u Kur’an hizmeti) olan Risale-i Nur hizmetinde, ömrü boyunca muvaffak olur. Ve bu muvaffakiyetinde bilerek veya bilmeyerek herhangi bir varta’ya düşmez. Sair şeylerin usulleriyle hareket etme varta-i azimine düşerek, ömür dakikalarını zayi etmez ve ettirmez…”[15]
  • “Hiçbir müfsid [bozguncu, yoldan çevirici] ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür [veya gösterir cerbeze sahibi olduğu için]. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette [hayatta, hizmette..] geziyor…”[16]

Siyasi ve içtimai meselelerde ortaya çıkan keşmekeşlerin en temel sebebi bu kaideleri tatbik etmemektir.

Hülasa: Hiç kimse kendi indi, hissi, şahsi, hevesi, nefsi, nakıs, konjonktürel, siyasi görüş ve yaklaşımlarını Risale-i Nur Hizmetine, Bediüzzaman Hazretlerine izafe etmeye, amiyane tabirle yamamaya sahip değil! Hizmetin prensipleri hizmet içindedir. Harici metodlarda aramak veya ihdas etmek nurculuktan feragat etmek demektir. Ben bu sözleri yazıyorum gene mihenge vuracak olan bu satırları okuyanlara aittir.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Bir dava adamından notlar (118)
[2] Nahl Suresi (43)
[3] Al-i İmran Suresi, (7)
[4] Ebû Dâvûd, Melâhim (1)
[5] Tarihçe-i Hayat (60)
[6] Son dönem Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerindendir. Medrese eğitimini en üst seviyeye kadar tamamlandıktan sonra birçok görevde bulunmuş ve İstanbul’da Fetva Eminliği de dahil, çok önemli mevkilerde hizmet vermiştir. O da çağdaşları gibi tarihimizin üç önemli devrini yaşamıştır. (1861-1943)
[7] Tarihçe-i Hayat (307)
[8] Barla Lahikası (146)
[9] Bir dava adamından notlar (130)
[10] Emirdağ Lahikası-1 (180)
[11] Bir dava adamından notlar (101)
[12] Bir dava adamından notlar (102)
[13] Bir dava adamından notlar (116)
[14] Bir dava adamından notlar (148)
[15] Bir dava adamından notlar (127)
[16] Münâzârât (49) / Hizmet Rehberi (161)

Ramazan bayramınızı tebrik ederiz

Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu cehennem azabından kurtuluş olan mübarek Ramazan-ı Şerifi uğurladık. Ramazan bayramına bizleri kavuşturan Allah’a hamd ve şükürler olsun.

Ramazan Bayramının müminler arasında ayrı bir yeri vardır. Risale-i Nur eserlerinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup ’ta “Ramazan Bayramı, her gün tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibi, tutulan bir aylık orucun toplu bir iftar sevincini ifade eder.” Şeklinde beyan edilmiş.

Ramazan ve Kurban Bayramları Hicretin 2. yılından itibaren idrak edilmeye başlanmıştır. Ramazan Bayramı, bağışlanmış olmanın bir sevinç işaretidir. Bu bağışlanma müjdesini insanlara melekler veriyor. Allah’ın Resulü (asm) buyurmuş; “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler:‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emr olundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emr olundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı alınız’.

Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi şöyle seslenir:

‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilân edilir” buyurmuştur. O zaman Ramazan bittiği için değil, günahlarımızın af olduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz.

Hadis-ı şerifte buyuruldu ki:“Bayram sabahı Müslümanlar toplanınca Allah’ü Teâlâ, meleklere, “işini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir? Diye sorar.

Melekler de “ücretini almaktır” derler.

Allah’u Teâlâ da: ”Siz şahit olunuz ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlım hakkı için istediklerinizi veririm” buyurdu. (Beyhaki)

Resulullah (asm); “Bayramınızı tekbir (Allahuekber) getirmek suretiyle süsleyiniz.” buyurmaktadır. Dünyanın dört bir tarafına dağılan sayıları iki milyarı aşan Müslümanların aynı anda tekbir getirdiklerini düşündüğümüzde, karşımıza muhteşem bir tablo çıkmaktadır. Yeryüzü âdetâ tek bir ağız olmakta, tekbir getirip namaz kılar gibi bir hale bürünmektedir.

Bayram günleri, ulvî duyguların coştuğu, sevgi ve saygının mü’minler arasında canlandığı güzel günlerdir. Bayramda dargınlar barışır, barıştırılır, kalpler muhabbet, uhuvvet ve şefkatle dolup taşmalıdır. Şefkatte de insanlığa rehber olan peygamberimiz (asm) bilhassa Bayram günlerinde yetimlere sahip çıkar, onları himaye ederdi. Babası bir savaşta şehid olan, kimsesiz kalan Abdullah adında bir çocukla alâkadar olmuş, eve götürmüş, bütün ihtiyaçlarını temin etmiştir.

Bayram, yardımlaşmanın en güzel misalleriyle süslenmelidir. Bayram günlerinde, öncelikle anne- babalarımızı, aile büyüklerimizi, akraba ve komşularımızı ziyaret ederek onların gönlünü almalıyız. Ramazan’da elde ettiğimiz kazanımları ve güzellikleri bayram sonrasına da taşıyarak rahmet ve bereket iklimini yaşamaya devam etmeliyiz.

Ramazan Bayramı tüm âlem-i İslâm’a, bugün İsrail zalimin zulmü altında ezilen Filistin halkına hayırlara ve kurtuluşa vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, Ramazan bayramınızı NurNet adına tebrik ederiz.

08.04.2024

Rüstem Garzanlı

Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

Ayhan KÜFLÜOĞLU – metabilgi@metabilgi.org – 03.Nisan.2024

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Evrende devamlı olagelen bu fiil ve olayları, “doğa, fizik – kimya kanunları”yla da açıklayamayız. Çünkü ve zaten: “Kanun” varsa; madde – enerji ve atomları, o kanuna uymaya sevkeden bir kuvvet, bir fail ve programlayıcı var demektir. Çünkü: Soyut ve zihnî olup, hiçbir somutluk ve maddîlikleri olmayan; yani fiziksel bir vücud/mevcudiyetleri olmayan “Doğa Kanunları”nın; somut maddeye etki edip, o madde ve enerji ve atomları, bir yerlere sevketmesi ve üç boyutlu belli koordinatlarda durdurup, “canlı insan” inşa etmesi, hattâ “cansız masa” bile inşa etmesi; “kanun” (Doğa Kanununun) tanımı icabı imkânsızdır. Çünkü dediğimiz” gibi; “soyut ve zihnî” yasa ve kanunların, “somut ve haricî” maddeye, kuvvet uygulamaları ve madde ve atomları, belli noktalara yönlendirmeleri ve bir noktada sabitlemeleri mümkün değildir.

Çünkü: Zihnimizdeki kanunu, kâğıda yazıp; meselâ “Kırmızı ışıkta duracaksın” kanunu var diye; zihnimizdeki, kâğıt üstündeki o kanuna, akılsız-cansız atomlar uymaz; bu kanunda bir yaptırım kuvvet, yani emir ve zorundalık görmezler.

O hâlde: O kanunu yazan, o kanunun uygulama ve müeyyidesini de yazıyor ve madde’ye uyguluyor, yaptırıyor ki; “madde” o kanuna, “haberi olmadan” uyuyor! O hâlde: Kâinatta sabit ve genelgeçer olan kanunları yazan ve atomlara emredip, atomları kudretiyle sevkeden ve emir-kural-kanunlarını uygulatan bir “kanunkoyan”, bir “Hâkim–i Hakîm” var…

Başka bir örnek: Anne karnındaki bebeğin, gelecekte doğunca süt emmesini amaçlayan, plânlayan ve bilen bir sebep, yani Rabbimiz; o bebeğe, daha doğmadan anna karnında parmağını emme stajı yaptırarak, bu dünyaya hazırlıyor… Demek: Ancak geleceği plânlayan ve bilen biri, “şimdi ve geçmişi” yazabilir; senaryonun bütününü bilen biri ancak, bu kurguyu tutarlı olarak tasarlayıp, yazabilir ve maddeye o rolü verebilir. İnsan ve hücrelerini, o yöne sevkedebilir; hücreleri, önceden belirlenmiş koordinatlara çekebilir ve/veya itebilir…

Başka bir yazının konusu olmak üzere, buraya şu notu da düşmek gerekiyor ki; sebeplerin, kâinattaki fonksiyon ve hikmet ve rolü biraz netleşsin:

Birşeyin yokluğunun sebebi, varlığının da sebebi demek değildir… Yani: Katil, katl/maktulün “sebebi” diye; aynı katil, o “maktul yaşarken de, yaşamasına sebepti” diyemeyiz Aynen bunun gibi: Meselâ suyun yokluğu, bitkiyi susuz bırakmak; bitkinin kurumasına, ölmesine “sebep” oluyor diye (yani ademî sebep); aynı “su” için, “bitkinin yaşamasına ve büyümesine de sebeptir” diyemeyiz! Bu, mantık kurallarına aykırı olur…

Elhasıl: Kâinatta hiçbirşey, “mümkün” olduğu için olmuyor. Ama biz, devamlı olageldiği için, “mümkün(müş)” zannediyoruz! Bu, bize zihnimizin bir oyunu!

Bugünkü aklımızla, 15 yaşında dünyaya doğsaydık: “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, niye geldim!?… Aaa! Çok tuhaf!; Yumurtanın içerisinden ‘kuş’ çıkıyor!… Ayağımla basıp, elimle ufaladığım, renksiz, tatsız, kaba topraktan; çeşitli renk ve tatta, sanat eserleri çıkıyor!…” diye herşeye, her yere hayretle bakardık. Ama doğarken başlayan ülfet ve alışkanlık, bakışımızı büküyor! Herşeyle kurmamız gereken ünsiyeti kuramamamızın bedeli, ülfetimizle ödeniyor maalesef!…

Evet; herşeyin bir bedeli var: “Kâinattaki herşey; tabiî sebeplerle, yani maddenin tabiât ve özellikleri icabı, kendi kendine (yani failsiz ve ustasız) ve tesadüfen olması mümkün ki oluyor; oluyor ki demek ki olması mümkün” şeklindeki; kısırdöngüsel (kuyruğunu ısıran yılan gibi, fasid daire); yani delil ve müddeâ, sebep ve sonucun devamlı yerdeğiştirdiği totolojik, fasid kıyasına inanırsak; kendini gerçekleştiren inanç (veya iddiâ, kehanet) gibi; bize herşey öyle görünür. (Birileri beni takip ediyor veya insanlar, beni sevmiyor diye inanan birinin; insanlardan gördüğü her davranışı, öyle yorumlama ve anlamlandırma, yani öyle görmesi gibi.)

Elhasıl: “Allah yok(muş), görmüyor(muş), bu işleri o yapmıyor(muş)!” gibi inanır veya davranırsak; Rabbimiz de bize, öyle davranır! “Yok(muş)” gibi davranır! “Ben kulumun zannı üzereyim…” Hadis-i Kudsî’sine bu açıdan da bakılabilir.

Önceki yazılardan: “Sormadığımız sorunun, cevabını göremeyiz… Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz… O hâlde; doğru cevaplardan önce, doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz… Neyi ararsan, onu bulursun… Aradığın şeyi, kaybettiğin yerde ara… Doğru soru, ilmin yarısıdır…” gibi ifadeleri hatırlayanlarımız vardır muhakkak. İşte biz de; olaylara, olanlara, olgulara doğru sorularla yaklaşırsak, ancak o zaman görebiliriz, oradaki, olanlardaki cevabı! Yoksa; “Bu son paragrafta kaç tane ‘s’ harfi var?” sorusunu sormadan; o cevabı aramayız, görmeyiz, farketmeyiz!…

O hâlde kâinata bakarken, doğru soru nedir?, Evrene hangi soruların ışığında bakarsak, cevaplar görünür olur ve anlam arayışı son bulur?

SİYASET ARENASI

SİYASET ARENASI

Bediüzzaman’a göre siyaset arenasına, din adına çıkanlarda, temel gaye İslamiyet aşkı ve dine hizmet gayreti olmalıdır. Fakat bu arenaya atılmak için harekete geçenlerde güç veya öne geçen sebep, siyasetçilik ya da tarafgirlik ise tehlikedir. Çünkü tarafgirlik damarı din namına hareket edenler için çok tehlikelidir. Nitekim bu tarafgirlik damarını din düşmanları çok defa istimal edip adeta Müslümanları birbirine kırdırmışlardır, fitne üreterek. Çok küçük bir fiille fitne hareketleriyle büyük başarılar elde etmişlerdir.

            Bunu Risale-i Nur’un tefsir mukaddemesinde şu şekilde ifade etmektedir Bediüzzaman Hazretleri;

“Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habîs olur. Aldatıcı olursa fesâdı daha şedit olur. Dâhilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü dâhilî düşman; kuvveti dağıtıyor, cesareti azaltıyor. Haricî düşman ise bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti artırır.

   Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâm’ı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, fazlaca onlara teşniat ve takbihatta bulunmuştur.”[1]

            Bu sebeple nifak daima Müslümanlar arasında tel’in edilen bir tutum olmuştur. Aslında nifak insanın duyguları, hisleri ve amelleri için de tehlike arz etmektedir. Bunu şöylece ifade edebiliriz. Bir his, duygu, düşünce, davranış insanda ağır basarsa diğer şeyler o insan da gerileme bu ağır basan diğerlerini baskılamaya başla ve insan bu ağır basan şey neyse onda hassasiyeti artarak müfrit bir hale gelir. Müfrit olmamak için nifaktan kaçıp her şeyimizi orantılı olarak ilerletmemiz gerekmektedir.

            Bunu takva meselesinde şu şekilde ifade edildiğini görmekteyiz ki;

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan iradezihinhislatife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır.

Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.”[2]

            Takvanın insanda olması ancak bu dört latifenin beraber ve birbiriyle ittifak ederek hazıl olacağını anlıyoruz.

BEDİÜZZAMAN, DİNİN SİYASETE ALET EDİLMESİNE KARŞIDIR.

Emirdağ Lâhikasında Eşref Edip (Sebilürreşad), Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu’dan bahsederken “…onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Hâlbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır”[3] demiştir.

            Tarafgirlik hakk ve hakikate taraftarlıktır. Hak ve hakikatlerse hiçbir şeye alet edilmemesi gerektiği ancak tercihlerimizi belirlemede, hayatımızda rehber olmasında daima devrede olması gerekmektedir.

            Hakka tarafgirliği Nurun birinci talebesi Hulusi Yahyagil’de şu şekilde görmekteyiz. Ki bu da bizler için bir misaldir.

            Bulunduğu ortam ve kendisini de müsbet birisi olması sebebiyle Büyük Doğu’cular beraber hareket etmeyi teklif eder kendisine. Sonrasını kendisinden dinleyelim.

 “Büyük Doğucuların bu fakiri kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine:

-“Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül müdür?” diye sordum.

– “Evet” dedikleri için, “Sizin yalnız imanî ve Kur’anî mesaildeki müşkillerinizi ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımı ile halle çalışırım. Benim mesleğim, ihtiyar ve şuurum taalluk etmeden Risale-i Nur dairesinde istihdamdan ibarettir. İman ve Kur’an mes’elelerinize hemfikrinizim. Fakat siyasetle iştigal edemem.” mealinde cevap verdim. Yalnız bu zümreden Nurlarla alâkadar olanlar var. Onların el ele vererek hem eserleri okumalarını ve anlayamadıkları yerleri sormalarını, Kur’anî hattı öğrenmeye gayret etmelerini rica ettim..”[4]

Nur hizmeti, iman hizmetidir, hizmet sahasının temelini bu alan teşkil eder. Siyasi oluşumlarla illa karşılaşacaktır. Onlara da ancak nurun prensipleriyle tavsiyelerde bulunur. Münferiden bazı şahıslar bu oluşumlara destek verebilir veya karşı olabilir bu başka meseledir.

Nurculuk, siyasi bir teşekkül olmadığı için tesiri büyüktür. Şahsın veya grubun hareketi siyasallaşırsa artık hizmetin mecrası yavaşça değişmeye başlamış demektir. Bu durumda artık tarafgirlik damarının mecrası da kaymaya başlar, ihlas da kaybolursa rekabet ortaya çıkar.

           

BEDİÜZZAMAN, DİN ADINA SİYASET YAPAN KİŞİYİ MESUL EDECEK HALLERİ ŞÖYLE İFADE EDER:

-Kim fâsık siyasettaşını, mütedeyyin muhalifine, sû’-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki [harekete geçiren] siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar [kendine sahiplenmek, tekel] zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i tarafgirliktir.”[5]

Aslında Risale-i Nur‘da, din adına çıkan siyasi cereyanlara nasıl bir tavır sergilenmesi gerektiğine dair misalleri görmekteyiz. Bunlara kısaca temkinli yaklaşmaktadır nurculuk. Çünkü din adına çıktığı ve siyasi olarak hareket ettiği için inhisar zihniyeti ağır basmaktadır. Bu da hakka tarafgirliği değil hizbe tarafgirliği netice vermesi sebebiyledir.

BEDİÜZZAMAN, RİSALELERİN SİYASETE ALET EDİLMEMESİNE MEMNUNDUR.

“.. benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmağa çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmağa mecbur edecekti. Hâlbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’an hakikatlarından başka hiçbir şeye âlet, tâbi’ olmadığı…”[6]

İnsan yönetme sanatı olarak bakıldığında İslamiyet bir siyasettir; ama gündelik dilde kullanılan siyasetle sadece kelime benzerliği vardır. Birisi insanları Kur’an ve sünnetle yönlendirmek diğeri de gündelik politikalar uğruna net olmayan kurallarla yönlendirmek demektir.

Siyasi mevzulara dair, Beyanat ve Tenvirler eserini okumanızı tavsiye ederim.

Beyanat ve Tenvirler’in kısa tarihçesi:  1969 yılından sonra din adına kurulan bir partiyle, Nurculuk ciddî bir problemle karşı karşıya gelecekti. Kurulma aşamasında Maraş Senatörü Tevfik Paksu, Isparta Milletvekili Hüsamettin Akmumcu, Yeni Türkiye Partisi Adıyaman Milletvekili Süleyman Arif Emre gibi Nur Talebesi kökenli bazı parlamenterler fiilî olarak yer almaktaydı. Nur Talebelerini kendi saflarına çekmeye çalışırlar. Tehlikenin farkında olan Zübeyir Gündüzalp, hemen sür’atli bir şekilde tedbirlerini alır. Risale-i Nur’un tamamınında Bediüzzaman’ın siyasî görüşlerini bir araya getirir. Çalışma hemen tamamlanarak “Beyanat ve Tenvirler” adıyla da neşredilir. Böylece bu siyasî hareket onun ciddî bir direnişiyle karşılaşır.

Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’u ve talebelerini ve insanları meslek-i nuriyenin zararına ve muhalifindeki cereyanlara taraftar olmaktan korusun. Âmin

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1] İşarat-ül İ’caz (82)

[2] Hutbe-i Şamiye (136)

[3] Emirdağ Lahikası-2 (36)

[4] Emirdağ Lahikası-2 (147)

[5] Sünuhat – Tuluat – İşarat (53)

[6] Emirdağ Lahikası-1 (257)

www.NurNet.org

Zekat malın bereketine, sadaka belanın def’ine vesiledir

Ramazan ayı maddî ve manevî birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı, duygu ve hissiyatın da öne çıktığı mübârek bir aydır. Dinî açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Hazreti Muhammed (asm) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı iftar ettirene de yazılır ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez.” buyurmuş.

Cenab-ı Allah (cc) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zenginlikle; kimi fakirlikle imtihana tabi tutmuştur. Zenginler muhtaç ve fakir insanlara şefkat elini uzatmakla mükellef kılınmıştır. İnsanoğlu, bütün varlıklara karşı duyarlı ve şefkatli olmalıdır. Şefkati olmayanın Allah’ın rızasını kazanması da mümkün değildir.

Ben fakir bulamıyorum bir sadâka vereyim, herkesi kendi gibi zengin görüp yardım etmekten imtina edenler. Bahane aranmazsa herkes kendinden bir cihetle daha fakiri bulabilir.

Nice servet sahipleri gördük, fakir ve muhtaçlara zekât ve sadâka vermekten çekinip sahabe Sâlebe durumuna düştüler. Ölüm için kimsenin elinde senet yoktur. Belki bugün belki yarın an meselesi…

Bir gün Resulullah (asm) sahabelerle sohbet ederken yere üç çizgi çeker. “Birinci çizgi insan, ortada ki ecel, üçüncü çizgi ise tul’ü emeldir” buyurur. 

İnsanoğlu büyük iş ve işlemlerin peşinde çırpınırken ecel ortada onu yakalayıverir. Sabit zannedilen bu dar-ı dünya bir an-ı seyyâle gibi geçiyor. Bundan dolayı ömür sermayesi malâyanî şeylerle değil; meşrû dairede çalışıp, muavenet ve teâvünde öncü olmak lâzımdır.

Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuş: 

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini mesul gören ve ekmeği olmayan aç bir aile için sırtına aldığı un torbası ile sosyal adalet ve hayat-ı içtimaiye içinde medâr-ı fahr olan Hazreti Ömer’in (ra) adaleti bin dört yüz seneden beri iftiharla yâdediliyor.

Hazreti Ömer (ra) Halife olmasına rağmen sosyal yardımlaşmada öncelikle fert olarak toplum karşısında sorumluluğunu göstermiştir. Demek ki, evvelâ kişi topluma karşı sorumluluk bilincinde olmalıdır.

Bir zengin zekâtını fakire verdiği zaman, fakir de o zengine karşı hürmetkâr olur. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslâm’ın köprüsüdür.

Yoksa “Ben tok olayımda başkası açlığından ölürse ölsün bana ne”2, derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adâvet besler, zengini düşman görür. Hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur.

Hülâsa: Bu mübârek Ramazan-ı şerifte sevabı birden bine çıkan yardımlaşma elimizi açık tutalım. Zekât İslâm’ın şartı, sadâka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine, diğeri belânın def’ine vesiledir. Vesselâm…

02.04.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Sünen-i Tirmizi.

2- İşaratü’l- İ’caz s. 49.

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version