Konuşan Yalnız Hakikattır

Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki, bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yâni, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i İlâhiyenin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum… Yirmisekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sevkediliyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini,siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünki, hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor.. diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor.  Bir müddet de o uğraşıyor.. beni tazyik ediyor.. türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor.

Böylece musibetten musibete felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar. İster kasıd, ister vehim olsun, benim böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyetle yakînen ve vicdanen biliyorum ya.. dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya.. hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyor ya..

O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme ve muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval, Adalet-i İlâhiyyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi bildim. Ben, kemal-i teessürle söylerim ki; benim suçum hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemâlâta âlet yapmakmış.. şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. ALLAH’a binlerle şükrediyorum ki; uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i îmaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azaptan, cehennemden kurtulmaklığıma, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevi gayet kuvvetli mânialar beni menediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı.

Herkes hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri âmâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşrû hakkı olduğu hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben, ruhen ve kalben bu ahvalden menediliyordum. Rıza-i İlâhiden başka fıtrî vazife-i ilmiyyenin sevkiyle yalnız ve yalnız îmana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki, bu zamanda hiç bir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i îmaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmiyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara te’sirli bir surette bildirmek, bu keşmekeş dünyasında îmanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda, yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat da, bu zamanda,  bu şerait dahilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir; yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük mânevî bir mertebede bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez; çünki, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: «O şahıs dehasıyla, hârika makamiyle bizi kandırdı.» böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükür olsun ki: Yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlâhi ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, îman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, îmana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler yüzbinlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i îmaniyedir.

Madem ki: Nur-u hakikat, îmana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor.. bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulüm edenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa, herkes gibi gayet meşrû ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî mânevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, îman hizmetinde bu büyük ve mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben, maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakikat-ı îmaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda hizmet-i îmaniyede onlar devam edeceklerdir; ve benim, maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır; yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Bize işkence edenler bilmiyerek, kader-i İlâhinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek hakikat-ı îmaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Ben çok hastayım; ne yazmaya ne söylemeye takatim kalmadı; belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetüzzehra’nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Said Nursi

Sahabe imanı, İslâm celâdeti

Eşref Edip Sebilürreşad’ın 15. cildinin 356. sayısında “Sahabe İmanı, İslâm Celâdeti” başlığı altında şunları yazıyordu:

“Ashâb-ı Kirâmdan Hz. Abdullah bin Huzeyfe, Resûl-i Ekrem Efendimizin İslâma davet hakkında İran Şahına yazdığı mektubu götüren zattır. Şam fütûhatında Bizans ordusu ile yapılan muharebede esir düşmüştü. Bizanslıların kaidelerine göre, esir düşen kimse evvelâ mezhebini bildirir, ondan sonra bu mezhepten feragat eder, Hıristiyan dinine girer, ancak bu sayede kurtulurdu. Yoksa böyle yapmadığı takdirde, zeytin ağaçlarından büyük bir odun yığını hazırlanır, üzerine zeytin yağı dökülür, esir o ateş içine atılır, yakılırdı.

“Hz. Abdullah bin Huzeyfe, diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarının huzuruna getirildi. Hıristiyanlığı kabul etmesi teklif edildi. Kabul etmedi, şiddetle reddetti. Mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadı. Abdullah, Müslüman olarak ölmek istediğini söyledi.

“Bunun üzerine âdet gereğince Hz.Abdullah, ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına getirildi. Bizans hükümdarı da orada hazırdı. Papazlar ve hükümdar, Hz. Abdullah’ın illâ Hıristiyan olmasını tekrar ileri sürdüler. Hz.Abdullah kemâl-i metanet ve şehametle reddetti. Nihayet ateş yakıldı. Hz. Abdullah ateşe atılacaktı. Ateş karşısında da yine Müslüman olduğunu, ‘Külhü vallahü ehad, Allahü’s-Samed, Lemyelid ve lem yûled’ diyerek bu bâtıl dine intisap etmeyeceğini söyledi.

Değil beni‘ dedi, ‘benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı ayrı cefâ etseniz, ateşte yaksanız, yine Abdullah hak yoldan dönmez. Allah yolunda, bir olan Hâlık-ı Zülcelâl yolunda kalır. Yalnız benim canım değil, binlerce Abdullah’ın canı Hak yolunda fedâ olsun.

“Bizans hükümdarı ve papazları, bu İslâm, iman kuvvetini görünce hayret ettiler, yeni bir teklifte bulundular. Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini serbest bırakacaklarını söylediler. Hz. Abdullah bunu da kabûl etmedi, reddetti. ‘Ben bir Allah’a inanan bir Müslümanım. Bir haça tapanın elini öpmem’ dedi. Kendisine pekçok mal, mülk ve servet vereceklerini söylediler. Hz. Abdullah bunların hiçbirisini kabul etmedi.

“Bu derece iman, bu derece metanet ve celâlet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü. Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu.

“Bu defa başka bir teklifte bulundu. Kendisinin alnını öpmek şartıyla, bütün Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi. Seksen kadar Müslüman esir vardı. Hz. Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı:

“Benim hayatımın kıymeti yok. Hak yolunda ateşte yanarım, ölürüm. Fakat benimle beraber seksen Müslüman da yakılacak. Bir putperestin alnını öpmek, bir Müslümana yakışmasa da, seksen Müslümanın hayatını kurtarmak da büyük bir meseledir.’

“Seksen Müslümanın serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti. Esir Müslümanları beraberinde alarak Mekke’ye geldiler. Hz. Ömer bu mücahitleri, bu kahraman Müslüman Hz. Abdullah’ı bizzat karşıladı ve Abdullah’a sarılarak elini öptü. O arada lâtife kabilinden bazıları, ‘Bu zat bir putperestin alnını öptü, serbest oldu’ dediler. Hz. Abdullah hemen cevap verdi: ‘Evet, maalesef öyle oldu. Fakat seksen Müslümanın da hayatını kurtardım. Onları alıp ailelerine kavuşturdum.’

“Bu sözü üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk (r.a.) bir defa daha Hz. Abdullah’ın alnından öptü.

“Bu İslâm celâdet menkıbesini, neşretmekte olduğumuz Asr-ı Saadet, Peygamberimizin Ashabı adlı muazzam eserin dördüncü cildinden naklediyoruz. Bu bize merhum Said Nursî’nin esareti zamanında Moskof kumandanına karşı gösterdiği celâdet ve şehameti hatırlattı.

“Merhum Üstad, umumî harpte Ruslara esir olduğu zaman, buna benzer bir hâdise cereyan etmişti. Rus kumandanı esirleri teftiş esnasında Üstad kumandanın selâmını almıyor, yerinden bile kalkmıyor. Bu hareketten kumandan hiddetleniyor. ‘Belki görmemiştir’ diye tekrar önünden geçer. Fakat Üstad yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla, ‘Herhalde beni tanımadılar’ diyor. Üstad ‘Hayır!’ diyor. “Tanıyorum, kumandan Nikola Nikoloviç!’

“Kumandan, ‘Şu halde Rus Ordusuna ve dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorsunuz.’ Üstad, ‘Hayır’ diyor. ‘Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman din âlimiyim. İmanlı bir kimse Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam edemem.’

“Bunun üzerine Üstad’ı divan-ı harbe verirler. Subay arkadaşları neticenin vehametini takdir ederek, Üstad’ın özür dilemesini istirham ederler. Fakat Üstad kat’iyyen kabûl etmez. Kemâl-i izzet ve şehametle şöyle der:

Bunların idam kararı, ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.

“Nihayet divan-ı harb idam kararı verir. Hükmün infaz edileceği sırada Üstad, namaz kılmak için müsaade ister. Vazife-i diniyesini ifadan sonra atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam o sırada Rus kumandanı yetişerek, ‘O hareketinizin mukaddesâtınıza olan bağlılığınızdan ileri geldiğine kanaat getirdim. Tekrar tekrar rica ederim, beni affediniz’ der ve idam hükmünü geri alır.”

Muhabbet ve korku

Güneş sistemimizin nizamı câzibe ve dâfia denilen iki kuvve üzerine bina edilmiştir. Bu kuvvelerden birisi olmasa nizam bozulur. İnsanda bu kuvvelerin yerini sevgi ve korku hisleri almıştır. İnsanın dünya hayatının nizamı da iki hisle olduğu gibi, ebedî saadetin kazanılması da bu hislerin yerinde kullanılmasına bağlıdır.

Bir baba, ailenin nizamını ancak aile fertlerindeki bu iki hissi beraber yürütmekle temin etmektedir. Bir çocukta babasına karşı sadece sevgi hissi inkişaf edip korku hissi inkişaf etmezse, o çocuk zararlı işlerden korunma hususunda hassasiyet gösteremez. Sadece korku hissinin inkişafında ise babasının eliyle elde ettiği lütuf ve ihsanları hakkıyla takdir edemez.

Aynı şekilde, bir talebe hocasını sevmezse, onun ilminden istifadesi az olur. Hocasından korkmaması halinde de derslerine ciddî çalışmaz ve muvaffakiyetsiz olur. Bir raiyet de padişahını hem sevmeli, hem de ondan korkmalıdır.

Bu misâllere kıyasen insan, Hâlik-ı Zülcelâl’i hem sevecek, hem de O’ndan korkacaktır. İnsan Allah’a (C.C.) muhabbet hususunda terakkiyle O’nun lütfundan her zaman ümitvar olup, ebedî saadeti de o lütuftan bekleyeceği gibi; Allah’dan (C.C.) ziyadesiyle de korkacak ve ebedî Cehennem azabından kendisini kat’iyyen hariç tevehhüm etmeyecektir.

Bir insan ancak bu tarz hareket etmekle Hâlik-ı Zülcelâl’in hem emirlerine riayete, hem de nehiylerinden kaçınmaya dikkat etmiş ve havf ve reca arasında yaşamaya muvaffak olmuş olur.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Hür Adam filmi Risale-i Nur’a ilgiyi arttırdı

Hür Adam filminin gösterime girmesinin ardından, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve eserlerini merak eden insanlar, kırtasiyecilerin yolunu tuttu. Kırıkkale’de kırtasiyeciler ve Çarşı Camii yanında bulunan iş merkezinde kitap satan esnaf, durumdan memnun.

Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarının satışında da büyük patlama yaşandığını belirten esnaf, film sayesinde bu sayının iki katına çıktığını söyledi. Yıllardır esnaflık yaptığını belirten Çağlar Kitapevi’nin sahibi Çağlar Yumşak, ilk defa bir film sayesinde sattığı kitapların iki katına çıktığını söyledi. İnsanların Hür Adam filmini ve fragmanını izledikten sonra Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve eserlerini merak ettiklerini ve kitaplarını satın almaya başladıklarını belirten Yumşak, “Bediüzzaman Said Nursi’nin haftada 10 kitabını satıyordum. Şimdi bu sayı 30’a yaklaştı. Stoklarım tükenmek üzere, yeni siparişler vereceğim.” dedi.

Hür Adam filmiyle birlikte Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinin yer aldığı stantlardaki kitapların bir anda boşalmaya başladığını açıklayan Nil Tuna Mağazası Kırıkkale Kitap Sorumlu Ceylan Albayrak, filmi izleyenlerin Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını öğrenmek için kitaplara yöneldiğini ifade etti.

Kitapların hızlı bir şekilde tükenmeye başladığını görünce kampanya başlattıklarını belirten Albayrak, “Hem insanlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuma fırsattı buluyor. Hem de kitaplarını ucuza temin ediyor. Bazı vatandaşlar ise Bediüzzaman Said Nursi’nin bütün kitaplarını aldı.” diye konuştu.

Hür Adam filmine hayran kaldığını açıklayan Hadi Yalmancı, şunları söyledi: “Hür Adam gibi bir insanın çağımızda yaşaması beni derinden etkiledi. Filmi izlerken, ben o günlere sürüklendim. Filmin sonunda hemen yakın bir kırtasiyeye gittim. Eserlerini öğrendim ve birçok kitabını satın adım.

Hür Adam filminin internette fragmanını izlediğini söyleyen Ali Alnıaçık, ilk defa hayatını İslam’a adamış bir insanı gördüğünü kaydetti. Hemen sinemaya gittiğini ve film bittikten sonra kırtasiyenin yolunu tuttuğunu anlattı.

Kaynak: Risale Haber

Yazar’ın Notu: Maşallah, bizimde filmden beklentimiz Risale-i Nurların okunması ve yüzlerin o tarafa doğru dönmesiydi. Cenab-ı Hak hayırlara vesile eylesin inş. Amin

Hizmet ile Geçen Bir Ömür

-Kırklareli’nde “Hamit Hoca” diye bilinen Abdülhamit Oruç kimdir? Kendiniz ve aileniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Adım Abdülhamit Oruç. Babam Drama’da doğmuş. Mübadil göçmenlerinden olup çok küçük yaşta Türkiye’ye gelmişler. Küçüklüğünde Kavala’da okumuş ve orada din eğitimi almış. Türkiye’ye geldikten sonra yaşı küçük olmasına rağmen değişik yerlerde imamlık yapmış. Kırklareli’nin Vize kazasının Sergen köyünde (şimdi nahiye) tam 60 sene fiilen imam hatiplik, 4 sene kadar diğer iki köyde imamlık, emekli olduktan sonra 3 sene de fahri olarak imamlık olmak üzere toplam 67 sene vazife yapıyor. Ben de onun bu bereketli vazifesinin etkisi altında büyüdüm.

-Çocukluk ve talebelik günlerinize ait neler hatırlıyorsunuz?

20 Ekim 1940 senesinde Kırklareli’ne bağlı Sergen köyünde doğmuşum. 1947 yılında başladığım İlkokulu 1952 yılında kendi köyümüzde bitirdim. Babam o yaşlarda bize gerekli dini bilgileri verdi. Köyümüz büyükçe bir köy ve belki Trakya’nın en dindar köylerinden biridir. 1952 yılında ilkokulu bitirdikten sonra Lüleburgaz’ın Ahmetbey köyüne hafızlık yapmaya gittim. Orada Yunanistan’dan göç etmiş Menlik’li çok mübarek Hafız Osman adında bir zât vardı. 1954 yılına kadar onun yanında kaldım ve yarım hafız oldum. Ondan sonra yine 1954 yılı içinde İstanbul’a gitmeye karar verdim. İstanbul’da bir sene kadar Üsküdar Yeni Cami’de bulunan Hafız Mustafa Efendiden hafızlık çalışmalarına devam ettim. Fakat bazı sebeplerden ötürü yine hafızlığımı bitiremedim.1955 yılında yine İstanbul’da Taşlıtarla Dörtyol’da Hacı Fahri Kiğılı Efendi’de okumaya başladım. Alim bir zat idi. İstanbul’daki Kiğılı pasajı onlarındır. Bir ara köye gelmiş ve hafızlığıma ara vermiştim. Sonra tekrar döndüm ve o zatın yanında 1957 senesine kadar kalarak hafızlığımı bitirdim.Taşlıtarla’dan sonra 1958 yılında Eyüp ilçesine bağlı Kemerburgaz’da Trablusgarp’lı emekli bir binbaşı Hacı Tevfik Efendi’nin yanına gittim. Bu zat orada imamlık ve Kur’an kursu hocalığı yapıyordu. Onun yanında bir yıl kadar Arapça okudum. 1958 yılının sonunda oradan da ayrılarak İsmailağa Camii’nde bulunan Kur’ani Bilimler Yardım Derneğine gittim. Dernek bugünkü Draman’da Fatih Koleji’nin temellerini atan dernek idi. Orada Arapça ve dini bilgiler okudum. 1959 senesinin sonunda bu dernek ve Kur’an Kursundan da ayrılarak 1960 yılının Ramazan ayında[1] İzmir’e gittim.

-İlk tecrübeniz olması yönüyle başınızdan geçen hadiseler oldu mu İzmir’de?

İzmir’deki görevim sırasında ben acayip fikirleri olan bir tarikata rastladım. Onlara katılmak üzereydim. O günlerde bir rüya gördüm. Bu rüya benim hayatımda önemli bir dönüm noktası ve işaret taşı gibi oldu adeta. Rüyamda Bediüzzaman Said Nursi’yi gördüm. Fakat o güne kadar onu görmüşlüğüm yoktu. Bu hadise Bediüzzaman’ın vefatından[2] yirmi gün kadar önce oldu. İsterseniz o rüyayı anlatayım.

-Rüyayı anlatmadan önce şöyle bir soru sorayım. Risaleleri ve Üstad Bediüzzaman’ı tanımadan önceki düşünce yapınız ve bilgi birikiminiz hakkında bir iki cümle söylemek isteseniz neler söylersiniz?

Evet haklısınız. Şu hususu nakledeyim: Daha önce de anlattığım gibi ben değişik yerlerde yetkili sayılabilecek zatlardan Arapça okudum, hafızlık yaptım, vaaz edebilecek bir kıvama gelmiştim ama kafamda oluşan yüzlerce binlerce çelişkili soruyu cevaplayacak durumda değildim. Oluşan istifhamlara yorum getirip işin içinden çıkamıyordum. Başkalarına anlatıyordum ama kendim birçok müşkilatın içindeydim. Okumaya çok meraklıydım, okuduğum şeylerde bir sınırlandırma, yani hangi tür eserlerden ne elde edilir, nasıl istifade edilir gibi bir tecrübem olmadığı için ne bulursam okuduğumdan dolayı kafamda ve beynimde bir parçalanma, bir farklılaşma oluşmaya başladı. Zıt şeyleri bağdaştıramama gibi durumlarda manevi sıkıntılar çekiyordum. Mesela Darwin’e ait bir kitabı okuyor, ardından Kur’an’da Adem aleyhisselamın yaratılışına ait tefsirleri okuyordum. Bunun altından çıkamıyordum. Çünkü babam bana okumayı teşvik ederdi, fakat nasıl bir kitap okuyacağıma dair bir metot vermediği için “kitapta yazıyorsa doğrudur” fikrinden hareketle bir yığın çelişki içinde kalıyor ve sıkıntı çekiyordum.

-Peki bu sıkıntı ve çelişkilerden kurtulmak için nasıl bir arayış içine girdiniz?

İzmir’de, bütün bu sıkıntı ve çelişkiler içinde olduğum bir aylık dönem içinde, biraz önce bahsettiğim bir tarikatla irtibatım oldu. Birgün tarikatın önde geleniyle görüşmeye gittim. Görüşmemin sebebi ehli sünnet ve cemaatin dışında olan bazı konularda tereddüdüm olduğu içindi. Fakat değişik fikirleri ve yanlış telakkileri olan bu adamın dediklerinden sonra zihnim iyice bulandı ve allak bullak oldu. Sıkıntım iyice arttı, aradığımı bulamamıştım. Aslında gördüğüm kadarıyla güzel sohbetler ediyor, zikirler yapıyorlardı. Fakat kader ve Vahdet-i vücut meselesinde söylenen ifadeler beni iyice sıkıntıya soktu. Çünkü batılıların panteizm dedikleri bir düşünce yapısı vardı. Cenabı Hakk’ı biraz maddi olarak tarif etme gibi şekillere düşüyorlardı. Ondan dolayı da ayrı bir sıkıntı çekiyordum.

-Üstatla ilgili rüyayı görmeniz bu esnada oldu herhalde?

Evet o günlerde oldu. Kısaca rüyam şöyle idi: İzmir Karşıyaka’da imişim, o görüştüğüm tarikatın lideri olan zât, elinde bir sopa veya bağ budadıkları zıvana denilen bir aletle arkamdan gülerek beni kovalıyordu. Bu koşuşturma esnasında bir yere sığınmak istedim. Bir apartmanın kapısını açık görünce kendimi hemen oraya attım. Kapıdan girince bir de baktım ki merdivenin başında Üstad Bediüzzaman Said Nursi oturuyor. O zamana kadar ben onu tanımış, görmüş değilim, hakkında da fazla fikrim yoktu. Bana eliyle işaret ederek “kapat kapıyı, korkma tamam artık bitti…” dedi. Bu rüya benim hayatımda Risaleleri tanıma adına o müşkül durumdayken önemli bir dönüm noktası oldu. Bu rüyayı Bediüzzaman’ın vefatından yirmi gün kadar önce gördüm.

-Risale-i Nurları ne zaman gördünüz veya tanıdınız?

Üstad Bediüzzaman’ı rüyamda gördüğüm gecenin sabahında idi. Vaaz verdiğim camide bulunuyordum. Öğle vaazına çıkmadan önce hazırlık yaparken camiye dört kişi geldi. Kim olduklarını bilmiyorum, daha önce hiç karşılaşmadım, tanımıyorum. Orada bana Risale-i Nur ve Bediüzzaman’la ilgili sorular sordular. Ben fazla bilgim olmadığı halde birkaç şey söyledim. Bunun üzerine onlar “Hocaefendi! sen bu işleri bilmiyorsun, biz sana kitap verelim, ona göre konuşursun” dediler. Ve bana Mektubat, Lemalar, İşârât-ül İ’caz, Asa-yı Musa, Gençlik Rehberi, Küçük Sözler kitaplarını hediye ettiler. Risale-i Nurları ilk defa orada görmüş oldum.

-Risale-i Nurları tanımanız sizde nasıl bir değişiklik meydana getirdi?

İzmir’de vazifem bitip bayramda köyüme dönünce o adamların bana verdikleri Risaleleri okumaya başladım. Fakat kolay değildi. Öyle uluorta Risale okumak ne mümkün? Bırakın Risale okumayı Risaleyi düşünmek bile suçtu. O yıllarda zan altında kalmaya, şikayet edilmeye ve takibe uğramaya yeterli sebepti Risale okumak veya Risaleden bahis açmak. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin olduğu günlerden bahsediyorum. İhtilalin en etkili olduğu günlerdi. Onun için ben kitaplarımı alıp ormana gidiyordum. Yemyeşil ormanlıklar içerisinde bir dağ köyü benim köyüm. Ormanlarda sakin bir vaziyette Risaleleri okudum.Risaleleri okumaya başlayınca, Risale-i Nurlarda yaşadığım ve biraz önce saydığım çetrefil ve müşkil meseleleri çözen çok formüller buldum. Her okuduğum sayfadan sonra beynimden adeta bir ağaç parçası, bir kıymık, bir diken sökülüyormuş gibi rahatlamaya başladım. Benim ilk okuduğum eser İşârât-ül İ’caz kitabıdır. Klasik tefsirlere uygun yazıldığı için, kelime kelime tahlil ettiği için, yani eski tefsirlerde olduğu gibi bir kelimeyi söyleyip onun üzerinde yorum yaptığı için, diğer Risale-i Nur eserlerinden farklı olduğu için hocalık yönüyle bana daha yakın geldi. Ağır olmasına rağmen en evvel okuduğum eser odur. Arapça okumanın avantajıyla büyük istifade ettim o eserden. Bütün sorularımın cevabını Risale-i Nurda buldum ben. Kitapların tamamını herhangi bir sohbet veya bir kişinin desteği olmadan tek başıma okudum. İzmir’de de sorup edeceğim kimse yoktu. Dediğim gibi kitapları aldım ve köyüme döndüğümde ormanlarda okudum.

-Karşıyaka’da camiye gelerek size Risale veren insanlarla daha sonra görüşmediniz mi?

1960 yılından bu güne 45 yıl geçti. Onlarla ne karşılaştım, ne de gördüm. O zaman İzmir’de camiye gelerek beni Risale ile tanıştıran o adamları bulmak isterdim. Herhalde onlar benim Hızır aleyhisselamımdı! Bilemiyorum tabii. Şimdi onları bulup ziyaret ederek teşekkür etmek isterdim ama bir daha da hiç karşılaşmadık ki! Kulağımda kaldığına göre sanki aralarında birine “Ali” diye hitap ediyorlardı. Allah onlardan razı olsun. O gün kitapları verdiler ve kısa bir konuşmadan sonra kayboldular. Fazla kalmadılar camide. O zamanlar çok sıkı idi. Değil Risale-i Nuru okumak veya anlatmak, kafanın içinde olduğunu anladıkları anda takibat açılıyordu. Ağır baskılar vardı.

-Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışmanız nasıl oldu? Tanışmadan önce Hocaefendi hakkında neler biliyordunuz?

Kırklareli’ne ortaokul imtihanlarına geldiğim 1960 yılının Eylül ayında PTT’de Telem memuru olan ve Hocaefendi’nin Küçük Dünyam röportajında “Diyarbakırlı bir zat” diye bahsettiği Mehmet Dürücan ile tanıştım. Bu arkadaş bana diğer Risaleleri de hediye etti. Böylece ben Risale-i Nurların tamamen içine girmeye ve istifade etmeye başladım.

Mehmet Dürücan’la Kırklareli’nde tanıştıktan sonra beraberliğimiz ve sohbetlerimiz devam etti. İşte o günlerde bana Hocaefendi’den bahsetti. Kendisi daha önce Edirne’de Hocaefendi’yi ziyaret edip tanışmış. Hocaefendi’yi bana tanıtırken “Risaleleri iyi bilen, alim, fazıl ve Bediüzzaman’ı iyi tanıyan biri” diye bahsetti. Benim de Edirne’ye giderek Hocaefendi ile tanışmamı istiyordu. Hatta bana yol parası bile verdi ve Edirne’ye gönderdi. Bu gidişim çok iyi oldu. Fethullah Gülen Hocaefendi o zaman Akmescit denilen camide bir Kur’an Kursunun başında idi, talebe okutuyordu orada. Aynı zamanda penceresinde yatıp kalktığı Üçşerefeli Cami’de vaazlarına devam ediyordu. Hocaefendi ile tanışmamız 1960 yılının sonlarında oldu, çünkü 27 Mayıs 1960 darbesini hatırlıyorum, sıkı günlerdi. Hocaefendi ile görüşmemiz çok müspet oldu. Yakın fikir ve düşüncelerimizden dolayı çok güzel anlaştık. Daha sonraki günlerde de irtibatımız ve görüşmelerimiz devam etti.

Bildiğimiz kadarısıyla moral fm radyosunda progaram yapıyosunuz.Yazdığınız kitapların adlarını nedir ?

Nur’dan Parıltılar ve Nur’dan İlhamlar isimli 2 adet yazdığım kitap bulunmaktadır.

Allah Abdülhamit Hocamıza sağlık sıhhat versin, hizmetini daim kılsın. Her zaman duamız onun yanındadır.

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version