Peygamberimiz A.S.M Hayatı Ve Günümüzdekiler

Feleğin tersine döndüğünü düşündüren tablolardı. Eşyaya ters bakıldığı bir yer; aydınlığı karanlık diye tarif edenler vardı. Kök anlamı ‘barış’ ve ‘esenlik’le kardeş olan bir din, nicedir savaşla ve hatta terörle eşit olarak anılır haldeydi oraları. Kızın babası olmak ayıptır, o ayıptan kurtulmak için kız evladını diri diri toprağa gömen insanları yaşadıkları yeri nasıl bir hale çevirdi Aleyhissalatu vesselam. Öyle bir din getirdi ki, insan karıncaya basmaktan, haksız yere en küçük bir cana kıymaktan çekinmek talimatıyla o insanın ahlakını düzeltti.

Kadına düşmanlık yapmak şöyle dursun, cana düşmanlık yapmayı, hayata düşmanlık simgesine dönüşmüştü zihinlerin çoğunda. Cahiliyet içindeki bir toplumu alıp kendini bilmenin, haddini bilmenin, Rabbini bilmenin zirvesine ulaştırdı. Kız çocuğunu diri diri gömen Ömer’i eski halinden alıp İslam ahlakının eleğinden geçirdikten sonra Dicle kenarında ayağı incinen kuzu ile dertlenip, onun dahi tasasını çeker hale dönüştüren; bedevî bir topluluğu medenî bir ümmet haline getiren; İsmi yesrib olan ilk şehrin ismini Medine, yani medeni edip medeniyetlere kültürlü kılan bir dindi O mübareğin getirdiği din.

Ama ne yazık ki, O hak dini 24 milyon kilometreye götüren ve beş-altı asır oralarda devam etti. Ama o ecdadın evlatlarına iç ve dış düşmanlar milyonlarca kez yazık ki, o mübarek yerlere gericilik, haksızlık yapan, cahillik ve kabalıklar kaynağı yeri diyerek, öyle anılır hale getirmişlerdi. Böylesi bir zaman, feleğin gerçekten tersine döndüğü bir zaman değilse de, neydi? Gördüklerimiz, feleğin tersine döndüğünü düşündüren tablolardı o kötü günler. Her ne kadar o devrin kırıntıları daha var memleketimizde. Fakat  Ümit varız ki: Şu an yaşadığımız idare, bu milleti aslına çevirecek İnşaallah.

O eski tabloları hatırladıkça, yüreğim yanıyor, gözlerim yaşla doluyor. Çünkü: Barış dini olan İslâm’a, barış adına savaş açanların; Eski Dünyanın yarısını kuşatmış bir medeniyetin dinini medeniyet adına redde kalkanlardı; medenî milletler hanesine yazılmak adına savunanların arasında olacak yerde, üzgün, çok üzgün, had safhada üzgündük biz Müslümanlar. O günleri düşününce hala yüreğimiz yanıyor.

Yüreğimdeki hüznü ve yangını daha da büyüten bir ilave husus ise, bu güzelim dinle birlikte, onun elçisi, rehberi, peygamberi hakkında söylendiğini duyduğum lâflardı. Bir aslanı üç çemberden geçirmeyi başardı diye bir aslan terbiyecisini dakikalarca ayakta alkışlayan insanlar, bir aslanın bile yapmadığı şeyi yapıp öz evladını diri diri toprağa gömen insanları bütün çağların gördüğü en benzersiz terbiyenin eşliğinde adalet, nezaket, medeniyet ve insaniyet timsali kılan bir peygambere kabalık, gerilik ve şiddet yakıştırıyorlardı.

Duydukça, insanın ruhunu daraltan şeylerdi bunlar. Zaman oluyor, meydanlara koşup tepelere çıkarak haykırmak; “Hayır! Peygamber a.s.m. sizin bildiğiniz gibi değildi hiçbir zaman! Kesinlikle hayır!” diye biz Müslümanlar gücümüz yettiğince bağırmak istiyoruz. Hayatını okudukça hayranlığımız arttığı, sözlerini anladıkça derinleştiğimiz, bana ve bize bizi öğreten, biz insanlara benliğimizi eritmeyi öğreten, nefsimizi eritip inceleştiren o güzelim Peygamberin a.s.m. sünnetini ‘çöl âdeti’ diye elinin tersiyle itmeye kalkışan insanlarla bir yüzleşme yaşamamız şarttı. Onlar, barış dinine savaş, aydınlık bir medeniyete karanlık, incelikler peygamberine a.s.m. kabalık yakıştıran insanlardı.

Gelin görün ki, ortadaki manzaraya yalnız bu açıdan da bakmamalıyız. Bilmeyenin öğrenmeme, görmeyenin bakmama, anlamayanın düşünmeme kabahati vardır, tamam. Önyargısıyla hareket edenin şartlanmışlığı aşamaması, kötü niyetli yaklaşanın iyi niyetli olamaması da bir hatadır elbette. Ama tablonun öte tarafında, bu yanlışlığı üreten, besleyen, yahut büyüten tutum, tavır ve yaklaşımlar da vardı. Biliyordum; bunlar hiç olmasa bile, birileri kalblerini ve akıllarını bu dine kapalı tutmayı sürdürecektir. Ama şunu da bilmeliyiz ki; bunlar, kalbini bu dine kapatanların sığınacakları bir mazeret değilse bile, kalbini bu dine açmaya açık nice insanın önünde birer engeldi. İncelikler Peygamberine a.s.m. kabalığı yakıştıranlar kesinlikle haksızdılar, ama ne yazık ki incelikler Peygamberinin a.s.m adını dilinden düşürmediği halde kabalık sergileyenler hiç bir zaman haklı veya mazur sayılamazlar.

O yüzdendir ki, yıllar önce, en yüce hislerin içinde karşılık bulduğu nuranî bir saray olarak tarif ettiği İslâmiyetin ‘matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül edenler’e serzenişte bulunan, “Ey insafsızlar! Umum âlemi birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?” diye haykıran; bu güzelim dini lekelemeye dönük teşebbüslerde bu dinin müntesiplerinin onun özüne uymadığınız halde onun adına yaptıklarınız yanlışların da hissesi sizde olduğunu belirtip, “Şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların kendilerini en alt tabakadayım diyenleri kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârâne olan hayalâtlarına o kılıncı bir derece iliştireceğim” diyen Bediüzzaman’ın duyduğu ızdırabın bir benzerini, çok zamandan beri içimde taşıyordum.

Zira, çok yazık ki, barış dini İslâm’ın müntesipleri arasında, onu savaşla eşit görenler vardı ve bugün bile var. Yazık ki, incelikler Peygamberinin a.s.m. adını anarak kabalık edenler vardı bu gün bile var. Yazık ki, o kudsî Nebînin a.s.m. güzelim sünneti adına o sünnetin güzelliğine uymayan tavırlar sergileyen insanlar vardı, bugün bile var. Yolda beride, kitaplar arasında, gazete sütunlarında, televizyon ekranlarında, şu veya bu ortamda gördüğüm öyle tablolar o zaman çok vardı ki, İslâm’ın gereği olmadığı halde İslâm adına yapılıyor, İslâm adına yapıldığı için de birilerini İslâm’a karşı mesafeli kılıyorlardı zavallılar. Öyle şeyler vardı ki, Peygamberimizin a.s.m. hayatından alınmadığı halde Peygamberimiz a.s.m. adına yapılıyor, Peygamberimiz a.s.m. adına yapıldığı için de itiraz oklarının Peygamberimiz a.s.m.ı hedef seçmelerine sebep oluyordu o zaman bugün bile az da olsa ondan beteri de var.

Bütün bunların her kesimden insan tarafından başarılması için ise, öncelikle, bir bilgilenme hamlesi ve gayreti gerekiyor olması icab eder. İslâm’ın malı olan ile olmayanı, onun gibi İslâm’a ait doğru bir ölçü ile o ölçünün yanlış yorumunu yapardılar ve bu gün bile yapanlar var, devam edersek, doğru bir ölçünün doğru yorumu ile o yorumun yanlış uygulamasını ayırma, ve bunun da beraberinde, hangi doğrunun hangi yerde hangi şekilde uygulanacağını bilme imkânı veren bir bilgilenme ihtiyaç yok mu? elbette vardır…

Bu bilgilenmenin merkezinde ise, görebildiğim kadarıyla, Kur’ân’ın ‘en güzel örnek’ diye gösterdiği; yine Kur’ân’ın tarifiyle, ‘kendi hevasından konuşmayan,’ ‘âlemler için rahmet,’ ‘insanları Allah yoluna çağırıcı,’ ‘ışık saçan bir kandil’ olarak Hz. Peygamberin a.s.m.ın hayatı ve şahsiyeti vardı. O ki, onun için, “Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, O’nun Habibine uyun ki, Allah da sizi sevsin” ölçüsünü getiriyordu Kur’ân.

Bu bilgilenme sürecinde benim dikkatimi en ziyade çeken husus, Hz. Peygamberin a.s.m. şahsında insaniyet-İslâmiyet denkliğini keşfetmemiz idi. Yakın zamanda yaşamış bir büyük düşünürün, İslâmiyeti neden ‘insaniyet-i kübra’ olarak tarif ettiğini, Hz. Peygamberin a.s.m.ın şahsında, net bir biçimde kavrama imkânı buluyordu ve bizde bulmalıyız. O, kelimenin tam anlamıyla ‘insan’dı. Bir insan nasıl olur, insan insanlığını nasıl gerçekleştirir, insana,  insan olarak ona verilmiş yetenek ve özellikleri nerede nasıl kullanır ve ne şekilde geliştirir gibi soruların cevabı onun hayatının, özünde, sözünde apaçık görünüyor. Görmek isteyenlere…

Onun hayatını ve sözlerini okurken, kişinin islâmiyeti onun insaniyetinin gelişmişliği nisbetinde gelişir dersini almıştım açıkçası… Kaba bir insan ama mükemmel bir müslüman olmak; insaniyeti geri, İslâmiyeti ileri olmak, anladığım kadarıyla, mümkün değildir, o mümkün değildir. Bizatihî Peygamber a.s.m. “Sizin Cahiliye döneminde en hayırlılarınız, hakkı kabul ve teslim ettikten sonra, İslâm döneminde de en hayırlılarınızdır” derken dikkat çektiği üzere, ‘islâm’ olarak en hayırlı olabilme potansiyeli, ‘insan’ olarak en hayırlı olana aittir. O asla şüphe götürmez bir hakikattir…

Onun “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” hadisi de, kişinin insaniyetinin gelişmişliği nisbetinin islâmiyetinin gelişme kaydedeceğine dair bir hatırlatma hükmündeydi. “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler” hadisi şerifi, bir başka örneğiydi bunun. “Allah yumuşaklıkla muamele edendir, yumuşak huyluluğu sever ve yumuşak huyluluğa karşılık olarak verdiğini başka hiçbir şeyle vermez” hadisi de… Aynı şekilde, “Allahu Teâlâ güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever” gibi, “İnsanlara (iyilik yapana) merhamet etmeyene Allah rahmette bulunmaz” gibi hadisler de, insaniyet-İslâmiyet denkliğine dikkat çekmektedir…

Yine de, O güzel Peygamberin (a.s.m.) hayatını okurken ondaki inceliğin farkına varmamı sağlayan en önemli husus, insaniyet-İslâmiyet denkliğini gösteren nebevî söz ve tavırlardan ziyade, onun ayrıntılardaki hassasiyeti idi. Onun ashabına yaptığı, “Sizden biri bir meclis veya bir çarşıdan geçerken elinde ok bulunduğu takdirde, okun demir kısmını tutsun, onunla bir müslümanı yaralamasın” ikazı, bunun bir örneğiydi. Hz. Peygamber a.s.m, benzer şekilde, bir insanın elindeki kılıcı veya bıçağı kabzasını kendi elinde tutar, keskin kısmını muhatabına uzatır şekilde tutmasını hoş görmeyip yasaklamıştı. Diğer taraftan, gencecik yaşında Peygamberimiz a.s.m.ın incelik dersi almış bir sahabinin, Abdullah b. Ömer’in bildirdiği üzere, “Resûlullah aleyhissalatu vesselam kişinin arkadaşlarından izin almadan iki hurmayı birlikte yemesini yasaklamıştı.” Başkalarının hukukuna saygı noktasında, ancak bu kadar incelir ve çevresini bu kadar incelikte olan olan Müslümanlığı gösterir idi o insan.

Oysa, onun ayrıntılardaki inceliği, bu kadarla sınırlı değildi.

O ki, yemeğe davetli olduğu bir eve giderken, davetli olmadığı halde onlarla birlikte gelen bir insanı izinsizce içeri almak yerine, ev sahibinin iznini ve rızasını alma yolunu seçmiş; “Ben Resûlullah’ım! Yanımdaki kişiyi de elbette buyur etmesi gerek” gibi bir tavra asla girmemiştir.

O ki, birçok hadisin belgelediği üzere, evinde veya dışarıda, hiçbir vakit herhangi bir yemek aleyhine lâf, beğenmemezlik lafı etmemişti. “İştah duyduğu bir yemek ise yer, hoşuna gitmeyen bir yemek ise terkederdi.”

O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o, yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almış, canı çekmiştir. Öyleyse, yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” inceliğini ashabına öğretmişti.

O ki, Allah Resûlünün önüne sirke ve ekmekten başka birşey koyamayışına üzülen fakir bir ev sahibini şu sözlerle sevindirmişti: “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!”demiştir o Mübarek a.s.m. Böylesi davranışlar, küçük olaylara, ayrıntılara dair idi elbet. Bu kadar inceliği gereksiz görenler de çıkabilirdi. Ama o, incelikler Peygamberimizin a.s.m.ın  her zaman ince gürüşüydü. Ve onun nazarında, küçük olaylar, hiç de küçük olmayan olaylardı. O, “Ameller kap gibidir. En aşağısı güzelse en yukarısı da güzel olur; en aşağısı bozulursa en üstü de bozulur” buyuran güzeller güzeli Peygamberimiz a.s.m.ın sözü değil miydi? 

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: