Popstarlar ve Çocuklar

Hayranı olduğum pop şarkıcı, son yolculuğuna çıkmadan önce, günlüğünün son satırına şöyle yazmış:

“Bir reklâm tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor!”

Ömrünün son dakikalarında bile olsa, kalınca bir sahtelik perdesini bu kadar çarpıcı biçimde yırtması, itiraf etmeliyim ki beni kendisine çok daha hayran bıraktı. Belki bizim yıllar boyunca kendisi için hiçbir şey ifade etmeyişimize içerlemeliyim. Ama sonuçta onun hayranı olmak, ondan daha çok, bizim tercihimizdi. Burada uyuyan biri varsa, bunlardan birinin biz olduğumuzu inkâr edemezdik. Düşünüyorum da, niçin ona hayran olmuştum? Neden kendisine hayran olmamızın yalnızlığında hiçbir azalmaya sebep olmadığı birisine bu kadar hayranlık duyguları beslemiştim?

Onu ilk gördüğümde televizyon önünde vakit öldüren bir çocuktum. “Bak oğlum!” demişti babam, “Büyüyünce sen de böyle olmalısın.” Babam, kendi gibi değil de neden onun gibi olmamı istemişti ki benden? Şimdi anlıyorum ki, bunu o zaman anlayacak yaşta değilmişim. Babam başına bir iş gelse kimsenin ruhu duymayacak köhne odasının köşesindeki televizyonun önündeydi. Oysa o, televizyonun bizzat içinde, herkesin gözü önündeydi. Göz önünde olmak ve babaların parmakla işaret ettiği bir yerde durmak fikri, yüreğimi hoplatmaya başladığında gençliğe ilk adımlarımı atıyordum.

Bir başkasının hayalleri ile büyümenin ne demek olduğunu ilk o zamanlar öğrenmiştim. İlk o zamanlar tüm gerçeklerime inat, kendimi elinde mikrofon sahnelerde düşlemiştim. Ve yine ilk o zamanlar babamın köhne odasında oturmakla hayallerimin gerçekleşmeyeceği gerçeği ile yüzleşmiştim. Kaçmalı, gitmeliydim; starların yetiştiği sokaklarda ben de adım adım yürümeliydim. Kasetçiler çarşısına varıp dükkan dükkan sesimi dinletmeliydim. Beni keşfedecek biri olmalıydı. Birileri bunu başarabiliyorsa ben de yapabilirdim; hem sesim de fena değildi.

Ne var kiİ, köyden kaçıp İstanbul’a varınca daha ilk günden anyayı konyayı görmüştüm. Cebinde beş paran yoksa adam diye yüzüne bile bakmıyorlarmış meğer. Meğer paran yoksa kasetçi dükkanına adımını bile atamazmışsın. Sesinin güzelliğini göstermeye fırsat bile bulamazmışsın. Döndüm geriye hayallerimi İstanbul sokaklarında sabahlara dek yıldızları seyreden sokak çocuklarına bırakarak. Zira, avuçlarımda kala kala birkaç zavallı gerçek kalmıştı. Meğer hayalleri ile yaşayanlar gerçekleri ile gömülürlermiş. O dönüş baba ocağına değil de kendimeydi sanki. Kendime, yani gerçeklerime…

Artık adımlarımı daha sağlam atacaktım, daha fazla çalışacak üniversite sınavını kazanacaktım. Yeni hayalim daha mantıklı gelmişti; büyüyordum galiba… İstanbul bir kez daha kapılarını açıyordu bana. Bu kez anlı şanlı bir üniversite öğrencisi olarak geçiyordum boğazdan. Kulaklarımda o meşhur şarkıcının haraketli müzikleri çınlıyordu. O an şarkıcının beni eğlendirdiğini düşündüm. O beni neşelendirmek için vardı sanki. Bir gün onun konserine de gidecektim. Televizyondan gördüğüm o insana çok yakındım artık; ama sanki yine de aramızda dağlar vardı. Fakat şimdi okumakta olduğum gazete kağıdını tutarken ellerim titriyor. O dağların zirvesinde mesken kurmuş adamın ölüm haberine bakarken, hayretle irileşen gözlerime bakın ne takılıyor: “Bir reklam tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor.” Bu onun günlüğündeki son cümleymiş. Garip bir şekilde intihar etmiş. Meğer o karlı dağın zirvesindeki göz alıcı buzul, etrafındaki milyonlarca kar tanesine rağmen yalnızmış. Bir süredir de uyuşturucu alıyormuş. Ve birden telefonum çalıyor. ”Oğlum nasılsın?” diyor heyecanla. Cevap veriyorum: ”Babacığım ben iyiyim de… Senin hayallerin nasıl?”

İsa Yılmaz/Zafer Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: