Risale-i Mazharla Mazhar Olanda Parlaklık…

“İşte Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneş’in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya Güneş’e âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems’e karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems’in âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkilat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır, fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.” (Sözler:340)
Nurlar, en yüksek tarîk-i velâyeti, ilimde, hakaik-i imaniyede, ilm-i kelâmda bulunduğunu göstermiştir
 “Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş, yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envar-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envarına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında  bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.” (Kastamonu:228)
Nurlar, kâinat kadar geniş mertebe-i huzur kazandırır…
“İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takib ediyor. En uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur. Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani’ olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.” (Kastamonu:232)
Bir zerre, Cenâb-ı Hakk’ı zâtıyla, sıfatıyla isbat eder…
“Her bir zerre Cenâb-ı Hakk’ı zâtıyla ve sıfatıyla tarif eder ve isbat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ülemalar büyük ve geniş delillerle, Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl Güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi Güneş’i gösteriyor ve o Güneş’e işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfat ve kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar. İşte Kur’an-ı Hakîm’in manevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikatı izahatıyla isbat etmesi içindir ki; müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için “Lâ mevcude illâ Hû” demeğe mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak için “Lâ meşhude illâ Hû” dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.
Belki kainatta herşey Allah’ı gösterir kelimesinin, parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:  Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahib olur. Öyle de herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını “Lâ mevcude illâ Hû” diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine daimî marifet ve huzuru bulmak için “Lâ meşhude illâ Hû” deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar; fânilik perdesini üstüne çeker;  huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi bu zamanda Kur’anın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden sırrıyla, zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var. İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.” (Emir-2:69)
Abdülkadir Haktanır