Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi
Risale–i Nur Bilim’e nasıl bakıyor?
Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu yazımızda; kitap çalışmamızın ana konu ve temel tezi olarak savunduğumuz: “Bilimsel Bilim”in terkedilip, yerine “hakikî ma’rifet ve hikmet, ilim ve fen” olan “İslâmî B/ilim”e geçilmesi önerimizin Risale-i Nur’daki referans ve bağlantılarından bahsedeceğiz. Ve “Bilimsellik Felsefe ve Paradigması” yerine “İslâmî Paradigmaya” geçmekten ne kasdettiğimizi ve bunun getirdiği avantajları göstermeye çalışacağız.
Bunun için önce Risale-i Nur’un tarafsız ve objektif, olgusal ve nesnel olduğu iddia edilen lâik ve seküler Bilim’e nasıl baktığının gösterilmesi gerekiyor. Bedî’üzzaman Hazretleri’nin ateist ve materyalist, determinist ve natüralist Bilim’in eksik ve yanlış ve zararları hakkında Risaleler’de geçen bazı ifadelerini aşağıya aynen sıraladık. Böylece Risale-i Nur Külliyatı’ndaki “bilgi” (ilim, knowledde, data, info) ve “bilim” (science) ayrımı ve aralarındaki farklar da netleşmiş ve Risale-i Nur’un mevcut Bilim’e bakışı da görülmüş olacak.
Böyle bir çalışmaya ihtiyaç vardı, hatta çok geç kalındığını bile söyleyebiliriz. Çünkü Rabbimiz’in eşya ve işleyişiyle münasebeti konusunda maâlesef, Risale okuyan bizlerin de kafası karışık! Çünkü “evrenin, varlık ve devam ve işleyişi için Allah’a muhtaç ve mecbur olduğunu göster! Bilim’in gösterdiği hangi neden ve mekanizma yeterli gelmedi de; ‘şu işin şurasında (veya her noktasında) Allah devreye girmeli ve giriyor’ diye iddia ediyorsun!? Varlık ve işleyişte doğaüstü bir özne ve fail arıyorsun!” sorusuna net ve açık bir cevabımız yok!
Mevcut Bilim’in evren gözlem ve ölçümlerinde, eşyanın nedenselleme ve tasvirinde, herşeyi kurguladığı “sebep – sonuç” şablonlarıyla resmedip; böylece “bak bu işler failsiz ve öznesiz olabilir ve zaten oluyor; yani evrendeki işleyişe herhangi bir Tanrısal müdahale gerekmiyor. Zaten evren gözlem – ölçümlerimde de böyle bir müdahale gözlenmediği gibi, teorilerimize ‘Tanrı’ gibi (zaten kendisi ve eşyadaki fonksiyonu meçhul ve muamma!) yeni bir bilinmeyen eklememizi gerektirecek bir durum da yok! Durum buyken; kuramlarımıza yeni bir kavram, yeni bir postulat ve aksiyom eklemeye; açıklamalarımızı gereksiz genişletip – şişirmeye lüzum yok!” sözüne net ve açık bir cevabımız yok!
Aslında kâinata Bilimsel Paradigmadan bakış; kâinat gibi, Risale-i Nur’u da anlamamıza mâni oluyor! Yani Bilim/sellik Felsefesi, Bilimsel Zihniyet ve Bakış Açısıyla Risaleleri okuduğumuz için; Risaleler’de konuyla ilgili yerleri anlamıyor veya Bilim(sellik) lehine te’vil ediyoruz. Risaleler’de geçen “ilim – hikmet – ma’rifet – fen – felsefe” ayrım ve bağlantılarının sebebi ve bunların ortak noktalarının ne olduğu ve “bilim/sellik”in bunlardan nereye tekabül ettiği gibi soruları sormuyoruz. Bu soruları sormadığımızdan “maddiyyunluk, esbabperestlik, tabiatperestlik” gibi çoğu kavram ve ayrımların da anlamları zihnimizde net değil. Mes’elâ Risaleler’de geçen “sebeplerin hakikî te’siri yok” cümlesinden ne kastedildiği zihnimizde net değil.
Elhasıl kavramlar yerli yerine oturmadığı için kafamız karışık. Bunun sonucu olarak; herşeyi, Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nden ödünç aldığımız “Deterministik Paradigma”ya göre “sebep – sonuç etkileşim / ilişkileriyle” resmedip, anlatıyor ve sonunda da bu dediklerimizi yalanlar biçimde toptan “ama bu anlattığım faâliyetlerde aslında sebeplerin te’siri yok; hepsini Allah yapıyor!” diyerek İslâm’ın “Tevhidî Paradigma”sına sıçramadaki çelişkiyi farketmiyoruz!
Eğer böyle yaparsak; yani “yağmurun oluşum ve yağma mekanizması, neden ve nasılı şöyledir” şeklinde “Bilim’in Deterministik Şablonu”nu kullanıp, “ateist ve materyalist” ifadelerini ödünç alarak ve cümlenin sonunda da “ben yağmurun yağmasını sebep – netice münasebetiyle ve bir takım mekanizma ve fizik kurallarıyla anlatıyorum ama aslında yağmurda bu anlattığım sebeplerin etki ve te’siri yok, yağmuru yağdıran fail ve asıl sebep aslında Allah’tır! Yağmur ni’met ve rızkını bize veren sadece O’dur! O olmazsa, bütün bu işler ol(a)maz!” derseniz; o zaman öğrenci “madem sebeplerin etkisi yokta neden başta sebeplerle anlattın olayı bize, bizle dalga mı geçiyorsun!? Hem yağmurun Allah’tan bağımsız ve kopuk olarak yağdığını başta kendin anlatıyor ve tasvir ediyorsun; sonra kendini yalanlar tarzda ‘yok olay aslında böyle gerçekleşmedi, böyle olmadı’ diyorsunuz!” derse verecek cevabımız olmaz!
“Hem sen bile yağmuru anlatırken Allah’ı işin içine katmaya gerek görmedin ve cümlelerinde Allah gibi bir sebep ve failden bahsetmeye hiç ihtiyaç duymadın! Demek Allah olmadan da o iş olabiliyormuş! Hem söylesene Allah neresinde o olayın, olaya nerede müdahil oluyor; sebeplerin dolduramadığı hangi boşluğu dolduruyor!?” derse ne cevap vereceğiz!?
Cevabımız yok; çünkü okuduğumuz Risaleler’i, diğer okuduğumuz veya uzmanı olduğumuz fizik – kimya gibi bilimlere bağlamamışız! Çünkü Risaleler’i beynimizdeki “din” klasörüne atmışız; fizik – kimyayı da “bilim / bilimsel bilim” klasörüne kaydetmişiz! Büyük ihtimâl kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de çoğumuz için “din kitabı” kategorisinde; “hayat ve yaşam ve bilgi kitabı” kategorisine henüz girmemiş henüz! “İslâmiyet”i de büyük ihtimâl sadece “Din Dersi”nde anlatılması gereken; hayatımızın diğer kısımlarına dokunmayan; fizik – kimya gibi derslerden kopuk düşünüyoruz! Herhâlde Üstad’ın “Medresetüz Zehra” Projesini de; “Anadolu Fen İmamhatip Okulları”nın üniversite versiyonu gibi bir şey zannediyoruz!
İşte Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrim bence; Rabbimiz’in sadece “metafizik, felsefe, ilâhiyyatın” konusu olmadığını gösterip; aynı zamanda “fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya” gibi deney – gözleme dayalı b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!
Yani eşyanın varlık ve devamı, işleyiş ve kendi arasında ilişki – etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil, tecelli ve etkileri olmadan; sadece “madde – enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleri”yle hiçbirşeyin varlık ve devam, çalışma ve sonuçlarının açıklanamayacağı ve nedensellenemeyeceği; hatta nasıl’ının bile tasvir edilemeyip (nasıllanamayacağı) gerçeğidir! Tıpkı “Da Vinci” gibi bir özne ve fail olmadan, Mona Lisa’nın nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği; sadece “boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar” ile nasıl ve neden meydana geldiğinin açıklanamaması gibi!
Risaleler’in farkı: “Işık olmadan eşyayı göremem” veya “kulağım olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahû Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudret eliyle eşyayı çekip çevirmeden; sebepler ve eşya kendi acziyetiyle, bu şeyleri yapamaz”ın farkına vardırmasıdır! Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir, ikincisi olmayan yekta kuvvet ve etki sahibinin sadece O olduğunu göstermesidir!
Üstelik bu gerçeği; sadece duyularına tâbi olan, yani aklı gözünde olan insanlara da gösterebilmesidir! Yani bu gerçeği görmek ve farkedebilmek için “kâlp gözü, vicdan, sezgi, ilham, basiret, firaset” gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara veya fizik – kimya gibi uzmanlık alanlarına ihtiyaç ve zorunluluk olmadan veya tarikata girip, velâyet mertebelerinde yükselmeye gerek kalmadan; sadece çıplak baş gözümüze bile bunu göstermeyi başarmasıdır!
Eski zamana nisbetle, bu zamandaki küfür ve inkârın cehaletten değil; “ateist ve materyalist (dinsiz), natüralist (tabiatperest) ve determinist (esbabperest)” Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nden geldiğini ve Kâinat Kitabındaki Âyetlere “mana-yı harfî” yerine “mana-yı ismî”yle; aklı gözünde maddî nazarla bakan Bilimsel(lik) Kriter ve Yöntemlerine bağ(ım)lı Bilimsel Bilim’in hakikât yerine “hurafe” ve safsata”, “malayaniyat” ve “dalâlet” ve “gaflet” doğuracağını izah ve ispat eden Risale-i Nur’dan bazı parçalar tevhid edilerek, vahdet aynasında görülmesi için aşağıda nazarınıza sunulmuştur. Bu konuda Risaleler’den başka parçalar da bulunabilir veya aşağıdakilerin eksikleri tamamlanabilir. Mes’elâ Lâhikalar’da şu meâlde geçen yeri bulamadım: “Arz soğudu, taşa; taş ufalandı toprağa döndü’ gibi ifadeler meslek / meşrebimize uygun düşmüyor.”
Aşağıdaki nakillerde görüleceği üzere Üstad Bedî’üzzaman Hazretleri (R.Â.) “fen (bilim) – felsefe – hikmet – ilim” kavram ve sınıflandırmalarını genelde birbirinin müteradifi olarak kullanıyor. Bunun sebebi bu kavramlar aarsındaki ayrımın sun’î ve aldatıcı olmasından kaynaklanıyor olabilir veya bu, üçünün kesişim kümelerinin, kendilerinden çok daha büyük bir alana tekabül ettiği şeklinde de anlaşılabilir.
Risaleler’de genelde “fen (bilim) – felsefe – hikmet – ilim” kavramları, hepsi de “bilgi ve ilim”in bir çeşit ve yönü olması açısından birbirinden ayrı kullanılmaz. Bu kullanımın başka sebepleri de olabileceği gibi, bence en önemli sebeplerinden birisi: “Bilim”in, “felsefe”den ayrı görülemeyeceği ve ayrılamayacağı gerçeğidir.
Risaleler’de bu kavramların kullanıldığı yerleri taradığımızda çıkan sonuç: “Fen (bilim)” ile “felsefe” ve “yorum” arasındaki ayrımın sun’î olduğu; yani felsefesiz (yani bakış açısısız, tarafsız, nazar – niyet – amaçsız, yöntemsiz ve düşünce sistemi, aksiyom, önkabül, teori ve inançları olmadan) araştırma ve fen – bilim yapılamayacağını ve ol(a)mayacağını göstermektir. Zaten elde hazır bilgi olmadan, hiçbir bilgi ve gözlem ve ölçüme dayanmadan “felsefe” yapmak, mümkün değil. Aynı şekilde elde hazır bir şablon ve yöntem, teori ve amaç, nazar ve hipotez olmadan da “gözlem – bilim” yapmak mümkün değil.
Artı olarak 1600 – 1700’li yıllardan önce; “mantık, matematik, fizik, kimya, sosyoloji, coğrafya, astronomi” gibi bilimler “felsefe”nin içerisinde olup; ayrı bir araştırma ve bilim, inceleme alanı olarak ayrılmamışlardı. Yani Üstad’ın o yılların “felsefe – hikmet – fen”den bahseden yazılarında buna da dikkat edilmesi gerekiyor.
Elhasıl herhangi bir felsefe, yani bakış açısı ve düşünme yöntemine dayanmadan; yani epistomoloji ve ontolojisi, hatta teolojisi olmadan zaten değil “bilim”; herhangi bir gözlem ve ölçüm ve bunun ifadelendirilmesi (cümle ve ifade biçimlerimizde “rızık ve ni’met” kelimesini mi tercih edeceğiz; yoksa “gıda maddesi, mal, emtia” kelimelerini mi? sorusunda olduğu gibi) bile yapılamaz.
Bu açıdan “Bilim – Felsefe” ayrımı sun’î ve aldatıcı bir ayrımdır. Yani “bilgi” ve “yorum” ve “felsefe” denilen şeyler, öyle birbirinden ayrı ve farklı kavramlar değil. Her fikir ve ifadenin olduğu gibi; Bilim’in de dayandığı (Deterministik Bilimsellik Felsefesi gibi) bir felsefe ve inanç, değer ve aksiyom, eşya ve Tanrı görüşü bulunmaktadır.
Bilim bu dünya görüşünü en çok “din” ve “inançlar”a bakışında ifşa eder! Bilim kendini ta’rif ve kullandığı Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik’in tanımını yaparken; bunu kendini din ve inançlara zıt ve üst bir konuma yerleştirerek yapar! Bunu, sanki herhangi bir felsefî ve ateistik inanca sahip değilmiş gibi, kendini onlardan ayırarak; onlardan fark ve üstünlüğünü anlatarak yapar!
Nübüvvet’e kulak vermeyen ve ölçülerine itaat etmeyen, yani “dinsiz” olan Bilim ve bu Bilim’in kural – tanım – yöntem – nazar – niyet ve bakış açısını belirleyen; yani mevcut Bilim’in mürşid ve hocası olan “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” Felsefe’nin; hakikât yerine hurafe ve safsata, mâlâyâniyât ve gaflet ile dalâlet doğuracağını izah ve ispat eden Risale-i Nur’un çoğu parçalarını aynen aşağıya ekledik ki “İslâmî B/ilim” ve “Bilimsel Bilim” arasındaki fark biraz daha netleşsin inşâallah. Risaleler’de tarama yapılarak çok daha fazlası bulunabilir. Tamamı pdf olarak şu linkten indirilebilir:
http://www.metabilgi.org/Metabilgi/RisaleiNurunAteistMateryalistBilimeBakisi.pdf
Üstad’ın, mevcut Modern Seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilim’in eksik ve yanlış ve zararları hakkında Risaleler’de geçen bazı ifadeleri şöyle:
Bu asırda ikinci dehşetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş…
*
Efendiler! Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belâya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır…
*
Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan…
*
Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi…
*
Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki…
*
Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm…
*
Hikmet-i Kur’aniyeye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’an okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta…
*
Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla… cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük…
*
Aynen öyle de, bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir…
*
Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere…
*
Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassungâhlarını bozuyor…
*
Sakın siz de terakkiyâtınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukûta vâsıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp, Esmâ-i Hüsnâ’ma dikkat ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız…
*
Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’âttır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikât olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, (fizik–kimya A.K.) Cenâb-ı Hakkın (Celle Celâlühû) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol açar…
*
Herşeyden Cenâb-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıp “Şâfi” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkezâ… Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriyye ve tabakat-ı kümmelîn-i insânîyyenin hakikatları, Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder…
*
İşte, şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethâneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukàbil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini, ehl-i imana, derecesine göre dünyada dahi tattırır…
*
Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve târifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki Ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı… Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki: O menba-ı hakaik olan Kur’anı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı…
*
“Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor?… Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor… İlm-i Hikmet (fizik – kimya – biyoloji gibi A.K.) ise mevcudata mevcudat için bakıyor… Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Müthiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme…
*
İşte dünya, dünya itibâriyle hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sûreten incimâd etmiş, fikr-i tabiatla kesâfet ve küdûret peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakîme, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefîhenin câzibedar lehviyâtıyla, sarhoşâne hevesâtıyla o dünyanın hem cümûdetini ziyâde edip gafleti kalınlaştırmış, hem küdûretle bulanmasını taz’îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor…
*
İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor…
*
Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde…
*
Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak…
*
Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar…
*
Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misilli, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!…
*
Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle… İşte ey Coğrafyacı Efendi, bu zemin kafası yüz bin ağız, her birinde yüz bin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen O’nu tanımazsan…
*
Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir… İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak, gözünü aç, kafa fenerini bırak…
*
Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden filozoflar, hakkın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür…
*
Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan…
*
O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde engel olmuştu… Birden, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kur’ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler… Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyâniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki: Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: “Bu kâinattaki eşyanın tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?” O vakit, nur-u Kur’ân ile, sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti…
Dinimiz ve Tevhidî Paradigma, Bilimsellik Paradigması’nı reddeder
Elhasıl “Bilimsellik Kriteri” olarak sadece “görüp – ölçebildiğini” ve “test edip – deneyselleyebildiğini” konusu olarak seçen ve “Allah yok(muş)” gibi açıklamayı “bilimsellik”in en baş yöntemi olarak kabul eden ve “Rabbimiz, melekler, ahiret, nübüvvet”i de “bilgi ve araştırmanının konusu değil, bunlar “metafizik” ve “inanç” işi diyen bu Bilim’i revize etmekle uğraşmayalım! Zaten Bilim de bir derece haklı olarak: “Beni revize etme, ben sadece madde’yi konu olarak seçtim; manevî – soyut şeyler araştırma konum değil” diyor.
Yani “Bilimsel Bilim’e ‘manevî’yi ekleriz, onarıp, yolumuza devam ederiz” diyorsak; o zaman “bilimsellik”e 180 derece ters olduğu için bunu da Bilim kabul etmez ve kabul etmemekte bir derece haklı da! Çünkü “benim konum, benim branşım, benim uzmanlık alanım sadece madde ve maddî olaylar” diyor bu Bilim. “İnanç ve metafizik’ konularına o kadar düşkünsen git ‘felsefe, ilâhiyat’ bölümünde oku. Fizik – kimya ile Din Dersini karıştırma!” diyor. Yani mevcut Bilimsel Bilim’e “haşir, melekler, ahiret” gibi konuları kabul ettirmek, “manevîyatı da araştırma konusuna dahil etsin” demek; “hinduizme, inek’i de yediğin menüye ekle” demeye benziyor; yani “inek’i kutsal kabul etmeyi bırak” demek, aslında “Hinduizm dinini bırak, terk et” demektir!
Elhasıl “Maddî – Ateist Bilimsellik Kriterleri”ne göre değil; “İslâmî Kriterler”e göre kendi B/ilimimizi kurmak en doğrusu olacak. Yani Üstadımız’ın Meyve Risalesi 6. Mes’ele’de geçen “fen” kavram ve yöntemini benimseyerek kendi fenlerimizi kurmak çok daha doğru. Çünkü mevcut Bilimsel Bilim 6. Mes’elede geçen “Kâinatın Kimyageri, eczacısı, ustası, makinisti, kâtibi, yönetenini” kabul etmiyor; bilâkis “ilmî değil, bilgi ve araştırmanın konusu değil; metafizik olup, fizikle ve kâinatın işlemesiyle ilgisi yok; delilsiz – ispatsız inanç işi!” diyerek; ilmin kaynağı Rabbimiz’e “ilmî değil” diyor! Bu sebepten 6. Mes’elede geçen “muâllimleri değil onları dinleyiniz”i kendimize rehber yapıp; bilimadamlarını ve yazdıkları “ateist ve materyalist, determinist (esbabperest) ve natüralist (tabiâtperest) bilimselllik felsefesi”ne göre yazılmış kitaplarını değil, Üstad’ımın burada anlattığı kâinattan süzülen “gerçek bilgi” ve “gerçek fenni” esas almalıyız
Böylece “Fenni Hikmet” olan fizik – kimya’dan başka; 2. Şuâ’dan ilhâmen “Esmâ-ül Hüsnâ Anabilim Dalı, Kuddus Programı” gibi hakikî ma’rifet ve hikmet enstitülerimizi kurabiliriz… Bunları ateist – materyalist, herşeye mana-yı ismiyle bakan mevcut Bilimsel Bilim’in içinde kalarak kuramayız, gülerler bize! “Bizim maddîyatçı, esbabperest ve tabiatperest Bilimsellik Kriterlerimize uymaz bu!” derler.
Çözüm: Üstad’ın 6. Mes’ele’de önerdiği yeni bir fen; Bilimsel Yöntem’den çok daha geniş ve derin ve yüksek yeni bir İlmî Yöntem. Ama Bilimsel Bilim’in, Madde’yle ve maddî gözleriyle gördükleriyle sınırlı Bilimsel Yöntemiyle olmaz bu.
“Bilim (science)” ve “Bilgi” (ilim, knowledde, data, info) Farklı ve Ayrıdır
Kafalardaki karışıklık ve gelebilecek itirazların önemli bir sebebi de; “bilim (science)”i, “bilgi (ilim, knowledde, data, info)”yla eşanlamlı zannetmekten kaynaklanıyor. Bir de Bilimsel Bilim’in %1’i “gözlem – ölçüm bilgisi” ve diğer “nazarî – teorik konular”dan oluşup; kalan %99’unun ise “yorum ve teori, pratik ve teknoloji” olduğunu unutmamızdan kaynaklanıyor…
Elhasıl Bilimsel Yöntem ve Kriterleri; Üstad’ın 23. Lem’â, Tabiât Risalesi’nde geçen “esbabperest, tabiâtperest ve kendi kendine oldu” yöntemini benimsemiş; “diğer Yöntem Bilimsel değil” diyor. Ben de o zaman “alın Bilimsel Yönteminiz sizin olsun” diyorum. Üstad da öyle demiş zaten. Yani Eski Said’ken Bilimsel Yöntemi kabul etmiş ve kullanmış ama sonra dar ve sığlığını ve yanlış – eksiklerini görüp; Yeni Said’de bırakmış. 29. Mektub, 7. Risale / Kısım / İşarette geçen ifade aynen şöyle: “Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar.” Tamamı şöyle:
Yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?”
Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.
Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?
Bilim’in kurguladığı Deterministik Evrende Rabbimiz ne iş yapar!?
Olaya buradan bakarsak; mevcut Bilim’in bu “evrendeki varlıklar ve işleyişinde ‘fail’ yok ve olması da gerekmiyor. Çünkü sebepler, diğer sebep ve kuvvetlerin etkisiyle harekete geçip, bu sonuçları üretebilir. Yani evrende ‘fail kim’ sorusunu sormayı gerektirecek herhangi bir nedensel boşluk olmayıp; herşey neden – sonuç ilişki ve etkileşimiyle açıklanabilir” önvarsayımına göre şekillenmiş ve Bilimsellik Kriterleri buna göre tanımlanmıştır.
Bu Bilimsellik Felsefesi’nin “maddenin hareket ve sonuçlarını nedenselleyip, tasvir ve açıklayabilmek için ‘kim’ sorusuna mantıkî ve ampirik olarak ihtiyaç ve zaruret yok” diyerek; Bilimsel İfadelerinde, gördüğü herşeyi “yatay maddî sebep – sonuç şablonu” üzerinden kurgulaması “bilinçaltı kod” işlevi görüp; insan zihninde eşyanın Rabbi’yle bağlantısını kapatıp – kopartır! Bilim’in gösterdiği her neden, her Bilimsel İfade ve cümlelerdeki her tasvir, açıklama; “Bu işi Allah yapmıyor, bu faâliyete O karışmıyor! Bu meyve, tabiî bir sebep ve mekanizma, fizikî bir kural ve işleyişin ürünü olup; ilahî değil, doğal; sevk-i İlâhîyle değil, sevk-i tabiîyle olmuş(!)” gibi derin ve gizli altmesajları; subliminâl komutları (yani bilincimizin farkedip, işitemeyeceği frekanstaki fısıltı ve vesveseleri) bilinçaltımıza üfleyip, kodlar, bizi programlar!
Bilim’in evrenin işleyişinde “özne ve fail”e ihtiyaç ve zaruret görmeyerek kâinattaki hâdiseleri neden – sonuç iskeletine oturtması ve bu illiyet şablonuna göre tasvir edip, kurguladığı “kâinat senaryosu”yla zihni manüple edilip, algısı bozulan insan; bu zihinsel ilüzyon sonucu: “Evrende Bilim’in araştırıp, nedenini bulamadığı, böylelikle ‘hah işte fizik – kimya kanunlarıyla açıklanamayan bu iş Tanrı’nın işi’ diyebileceğimiz; yani doğaüstü bir müdahale gerektiren herhangi birşey yoktur(!)” gibi yanlış sonuçlara varmaktadır! “Evrende iman ve inanca herhangi bir delil ve gerekçe yok, olsaydı zaten Bilim bulurdu” gibi batıl sonuçlar üretmektedir!
Elhasıl mevcut Bilim objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel değil, gerçi “tarafsız olmak” bir değer ve meziyet değil; yani insan her zaman iyi – güzel – doğrudan taraf olmalı. Üstelik pratik olarak realitede ve teorik olarak dil ve mantık açısından “tarafsızlık” denilen şey zaten mümkün değil! Konuya Bilim’in Bilimsel gözlem ve ölçüm, araştırma ve deneylerinden örnek verirsek; birşeyi “ya Yaratıcı ve fâili var(mış)” gibi inceler ve nedenselleyip, tasvir ederiz veya “Yaratıcı ve fâili yok(muş)” gibi.
Yani “var – yok”un ortası veya bunların dışarıdan eşit uzaklıktan bakabileceğimiz dış gözlem noktası olmadığı için; evren ve içindeki madde ve işleyişinin tasvir ve gözlem ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif olmak; dilin yapısı ve mantık açısından, realitede mümkün değil. Yani bu konuda tarafsız ve nötr bir cümle kurulamayacağı gibi; üstelik “agnostik” bir ifade biçimi de kurulamaz! (Bedi’üzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Bîtarafane muhakeme denilen şey, taraf-ı muhalifi iltizam etmektir, bâtıla tarafgirliktir; bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.”)
Elhasıl Bilimsellik Felsefesi; “kâinat ve içindeki maddenin, varlık ve devam ve işleyişinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret olmadığı” inancında! Çünkü “Allahû Tealâ yok(muş); varsa bile evrendeki herhangi birşeye müdahale ve etkisi yok(muş); çünkü herşey varlık ve devam ve işleyişinde O’ndan bağımsız ve ayrı olabilmesi mümkün(müş) ve zaten olan da bundan ibaret(miş)!” öninancına sahip! Çünkü “O olmadan da herşeyin mümkün olabileceği ve olduğu ve olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu!” önvarsayımına inanmakta!
Sonuç olarak: Bilim ateizme alet edilmiyor, aslında ateizmin ta kendisi olup; kâinatta keşfettiği Bilgi’yi de kendi ateizmine alet ediyor! Yani kâinatta keşfettiği bilgi ve ilim, gözlem ve ölçümlerini ateizmine alet ediyor! Kâinatta mevcut bilgi ve anlam, veri ve mesaj; Bilim(sellik) Paradigması tarafından manüple edilip, ateizm ve materyalizm inancına, determinizm ve natüralizmin şablonuna alet ediliyor!
Bu açıdan olaylara “Bilimsel Bakış” demek; varlık ve işleyişinin Rabbi’yle arasındaki bağlantıları zihin ve algıda kesme ve kopartma, karartma ve silmenin diğer adı olmakta olup; “Bilimselllik / Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey de bunun yöntemini vermektedir! Bu açıdan, “bilim/sellik” paradigma ve felsefesi; ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefe ve inançlara delil ve meşruiyet sağlamaya çalışmanın diğer adı olmaktadır.
Elhasıl “gayb’a iman”ın, delilsiz – ispatsız inanmak olmadığını unutmayarak; kendimize sormamız gereken doğru soru şu: İslâmiyet’in doğru olduğunu “biliyor” muyuz, yoksa “inanıyor” muyuz!?
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 21.Nisan.2016 / ayhank27@gmail.com