Risale-i Nur cemaatleri FETÖ fitnesinin muhasebesini yapmak zorunda (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-17)

Bünyesinden FETÖ gibi bir tedhiş örgütünü çıkarmış olmak, hiç şüphesiz, bir cemaatin başına gelebilecek talihsizliklerin en kötüsüdür ve Risale-i Nur cemaatleri bu talihsizliği yaşamıştır.

Lâkin bu talihsizliği daha da kötüleştiren birşey var: Cemaatlerimiz başlarından geçen şeyin büyüklüğünü kavramış görünmüyorlar; çünkü bugüne kadar hiçbir Risale cemaatinde FETÖ tecrübesinin ciddî bir tahlile tabi tutulduğuna dair bir haber işitmedik. Bütün işittiğimiz, o da belli bir tarihten sonra olmak üzere, FETÖ’yü reddeden ifadelerden ibaret kalıyor. Fakat bu mikrop bünyeye nasıl girdi, nasıl yer edindi, nasıl gelişti? Hangi kapıları açık buldu da içeri girebildi? O gözlerinin önünde gelişip dururken Risale-i Nur talebeleri ne yaptılar? Kendi kucaklarında bir canavarın büyümekte olduğunu fark etmediler mi? Fark ettilerse neden sesleri çıkmadı? Fark etmedilerse nasıl bir gaflet onları böyle bir tehlike karşısında tedbir almaktan alıkoydu? Risale mahfillerinde böyle soruların sorulduğuna, sorulabildiğine, sorulmuş olsa bile cevap alınabildiğine kani değiliz. Tabii, bu durum bir başka vahîm soruyu daha gün yüzüne çıkarıyor:

Dün FETÖ’nün barınma imkânı bulup da rahatça geliştiği bir yerde yarın daha başka oluşumların yaşanmayacağını kim temin edebilir?

Bunu kimse temin edemeyeceği gibi, tam tersine, benzer olayların daha pek çok defalar yaşanabileceğine dair alâmetler fazlasıyla mevcuttur. Teröristbaşının Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl bir gelişme zemini bulduğunu hatırlayacak olursak, bu çizgiyi geleceğe uzatarak yeni parazitlerin beklentisine girmekte zorlanmayacağımızı da görmüş oluruz.

Bir defa Risale-i Nur gibi muhteşem bir eser, Bediüzzaman Said Nursî gibi karizmatik bir müellif ve bunlara bağlı olarak vücuda gelen ve toplumun bütün kesimlerinde kök salan muazzam bir cemaat her zaman için parazitlerin iştahını açan bir alan teşkil eder ve etmektedir. FETÖ ise Risale-i Nur’un nüfuzundan beslenen ilk ve tek oluşum değildir; ancak en meşhuru ve en etkilisi olmuştur. Bu itibarla, onun Risale-i Nur cemaatleri içinde başlayan ve sonra bütün ülkeyi ve neredeyse bütün ümmetin bünyesini saracak bir güce erişen gelişmesini dikkatli bir şekilde incelemek, bütün benzerlerini de kapsayan bazı tesbitleri yapmamıza imkân verecektir.

FETÖ elebaşısının Risale-i Nur cemaatleri içinde belirmesi ve adından söz edilmeye başlaması, onun bir Nur talebesi olarak Risale-i Nur dâvâsına yaptığı hizmetler vasıtasıyla değil; artistik vaazları, hep uçlarda seyreden ve insanları ağlatan iddia ve tasvirleri, ve en önemlisi, Hz. İsa olduğuna dair dillerde dolaşan ve hiçbir zaman reddedilmeyen iddialar vasıtasıyla gerçekleşti. Onun tarzı da, ona yakıştırılan roller de Risale-i Nur’un bünyesine yabancıydı; bu bakımdan cemaat onu benimsemekte önceleri bir hayli çekingen davrandı. Ama çok net bir tavırla onu reddederek bünye dışına da atmadı. O ise bildiği yolda devam ederek, hiçbir iyileşme belirtisi göstermeksizin, için için cemaatin bünyesinde gelişmeye devam etti. Zaman içinde hayranları çoğaldı; çoğalan hayranlar onu geniş maddî imkânlara kavuşturdu; daha sonra da profesyonelce gerçekleştirilen PR taktikleriyle FETÖ lideri ülkede gündemi belirleyecek bir güce erişti. Bir ara popülaritesi o derece artmıştı ki, Köprü trafiğinin yoğun saatlerinde yol açmaya çalışan trafik polisi uyarılarından sonuç alamayınca çareyi “Fethullah Hoca var” anonsunu yapmakta buluyor ve anonsu yapar yapmaz da sihirli bir el değmişçesine trafik açılıveriyordu!

Ne var ki, bu popülariteye erişmek için FETÖ liderinin kullandığı bütün malzeme Bediüzzaman Said Nursî’ye aitti. Öyle ki, örgüt gazetesinin okuyucuları, meselâ “Mevt idam değil, hiçlik değil, tebdil-i mekândır” vecizesini Bediüzzaman Said Nursî yerine Fethullah Gülen imzasıyla okuyordu. Risale-i Nur’u bilmeyenler bu sözleri ve Bediüzzaman’ın alâmet-i farikası haline gelmiş olan deyimleri Fethullah Gülen’e ait zannederek bu büyük mütefekkire (!) hayran kalıyor; Risale-i Nur’u bilenler ise “Olsun, Üstadın fikirleri yayılıyor ya” şeklindeki avuntularla vicdanlarını rahatlatıyorlardı.

Tabandaki çalışmaların ağırlıklı kısmı ise, anne-babaları hem çocuk yetiştirme, hem de paralarını nasıl harcayacaklarını düşünme zahmetinden kurtarma yönünde cereyan ediyordu. Böylelikle insanlar bir yandan bugünün tehlikeli ortamında çocuklarını güvenilir bir yere emanet etmiş olmanın huzurunu yaşarken, aynı zamanda bütün varlıklarını FETÖ’ye kaptırmak suretiyle daha nice gençlerin kurtuluşuna maddî yönden destek olarak âhiretlerini de kurtarmış oluyorlardı. Bu arada herhangi bir anne-babanın aklına bazı tereddütler düşecek olsa da, o günlerde öğrenci yurtlarından bazılarına Peygamberimizin uğradığına dair haberlerle bu tereddütler tamamen izale edilebiliyordu. Önceleri büyük şaşkınlıkla karşılanan bu rivayetler zamanla o kadar sıradan hal aldı ki, bazı yurtlar Resulullah için yatak ayırmaya başladılar. Bunu takiben yurtlarda ara sıra “Bu sabah yatağı sıcaktı” şeklindeki söylentilerin kulaktan kulağa yayıldığını eklemeye lüzum var mı?

FETÖ, tabandaki yerini sağlamlaştırdıkça gerçek yüzünü de göstermeye başladı. Ve sırtında yükseldiği Müslümanlara ilk büyük darbeyi başörtüsü üzerinden vurdu. İslâmın bir alâmet-i farikası olan ve ülkemizde Nene Hatun ile özdeşleşmiş bulunan başörtüsüne müstebit bir zihniyetin koyduğu yasağa karşı bütün bir millet yekvücut halde mücadele verirken, Teröristbaşı başörtüsünü “füruat” ilân ediverdi ve o andan sonra kamuoyunun başörtüsü ile ilgili duyarlılığı hiçbir zaman eski gücünü toplayamadı. Böylece FETÖ genelde Müslümanlara, özelde ise Nur talebelerine iki darbeyi birden indirmiş oldu. Çünkü başörtüsü İslâmın sembolü olarak Müslümanların nazarında dokunulmaz bir yere sahip olduğu gibi, aynı zamanda Bediüzzaman’ın da hayatındaki yegâne mahkûmiyetin sebebiydi. Ve Bediüzzaman, bu mahkûmiyetine rağmen eserini tekrar neşretmiş, üstelik bu defa kitabın başına mahkûmiyet kararını reddeden zehir zemberek bir de not ilâve etmişti.

Ama Bediüzzaman’ın yolundan gidenler, Bediüzzaman’ın sırtından yol alanın bu hıyanetini pek çabuk unuttular. Bunu unuttukları gibi, ondan sonra gelen darbeler karşısında da neredeyse oralı bile olmadılar. Nihayet bir gün Teröristbaşı İslâm topraklarındaki Yahudi işgalciyi “meşru otorite” ilân ederek vatan hainliğinden başka bir anlam taşımayan mandacılığını pervasızca ortaya koyduğunda, yirmi dört saat geçmeden basında onun hıyanetine gerekçeler üreten yazılar peş peşe belirmeye başladı. Risale-i Nur camiasından çıkan tek tük itiraz seslerini ise kimsenin duyacak hali yoktu; dalkavuk şamataları bu sesleri pek çabuk bastırıveriyordu.

Nihayet gün geldi, örgüt Resulullahı dahi aşacak bir konuma ulaştı. Hızır aleyhisselâmın kıssası üzerinden, “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” düşüncesi açıkça dile getirilmeye başladı. Önce tarikat olarak ortaya çıkıp sonra mezhebe dönüşen, sonra da kendisini yeni bir din olarak ilân eden ve cihadı kaldırıp bütün dinleri birleştirme iddiasında olan Bahâîlik gibi, FETÖ de aynı gayelere müteveccihen bir metamorfoz geçiriyordu. Ama asıl hayret verici olan şey şuradaydı:

Kamuoyu bir yana dursun, Risale-i Nur cemaatleri bile artık bütün bunları kabul edecek, kabulün de ötesinde çeşitli tevillerle hoş görecek ve hattâ yer yer müdafaa edecek duruma gelmişti. Eğer Fethullah Gülen bu cemaatin içine yuvalanırken en başta bu kimliğini ortaya koysaydı, hiç şüphe yok ki, sadece Nur cemaatleri değil, bütün ehl-i iman tarafından tard edilecekti. Fakat insanlar o gün tereddütsüzce karşı çıkacakları kesin olan şeyi yıllar sonra hoş görecek, hattâ benimseyecek hale gelmişlerdi. Nasıl oldu bu iş?

Toxoplasma gondii adı verilen bir parazit, farelerin vücuduna yerleştiği zaman, onları kedilerden korkmaz hale getiriyor; tehlikeyi umursamayan fareler de kolayca kedilere yem oluyor. Bir başka parazit de hezen arılarına musallat olduğunda onları su birikintilerine dalış yaparak boğulmaya sevk ediyor. Özetle: FETÖ de bizim cemaatlerimizin içinde yuvalanan bir parazitti; onları nifak tehlikesini umursamaz hale getirdi ve intiharın eşiğine kadar sürükledi. Tabii ki asıl çözmemiz gereken problem bir vaiz ile etrafında kümelenen bir örgütün Risale-i Nur cemaatlerine böyle bir tuzağı niçin ve nasıl hazırladıklarından ziyade, kendilerini “ehl-i tahkik” olarak niteleyen Risale-i Nur talebelerinin böyle bir tuzağa cemaat halinde nasıl düşebildikleri sorusu olmalıdır.

Aslında bu sorunun cevabını veya cevaplarını bulmak o kadar zor değildir; zor olan bunu itiraf etmektir. Fakat bu zorluğu göze alarak alenî bir nefis (veya nüfus) muhasebesi yapıp da durumumuzu düzeltmediğimiz takdirde, bundan daha zor günlerin bizi beklediğinden de şüphe etmemeliyiz.

***

Bu yazı serisinin başından beri üzerinde durduğumuz hususlar, özellikle Kur’ân ve Sünnetin öncelenmesi ile ilgili olarak yazdıklarımız, böyle bir muhasebenin iskeletini teşkil edecek mahiyettedir. Bu iskeleti Kur’ân ve Sünnetin irşadları ile Risale-i Nur hizmetinin özellik ve kuralları ışığında kurmaya çalıştığımız zaman şöyle bir tablo ile karşılaşabiliyoruz:

Üstadın şikâyetine konu olan sair kütüb-ü İslâmiye gibi Risale-i Nur da Kur’ân’ı gösteren şeffaf bir eser olarak kalması gerekirken zamanla mukallitlerin hatâsı yüzünden Kur’ân’a perde haline getirilmeseydi ve Risale-i Nur cemaatleri bu eserden aldıkları yöntemlerle doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelerek onunla haşir neşir olsalardı; iman hizmetinin uçma-kaçma ile hiçbir ilgisi bulunmayan, hayatın kanunlarına tam bir itaatle beraber sürekli gayret isteyen, bunun karşılığında da neticeyi kulun sorumluluğuna bırakmayıp bütünüyle Allah’ı takdirine tahsis eden, Allah’a kullukta ve Onun kanunlarına itaatte peygamberler de dahil olmak üzere herkesi eşitleyen bir hizmet olduğunu görecek ve bu hakikati ruhlarına sindirecekler, hayatın dalgalanmaları arasında zaman zaman bocalar gibi olsalar bile yine Kur’ân’a döndüklerinde sorumluluklarıyla karşı karşıya geleceklerdi.

Fakat FETÖ bu hedefin tamamen zıt istikametinde gelişti; insanların telâkkileri de onunla beraber değişti. İslâma hizmet gibi bir gaye ile dahi olsa gözünü dünya hedeflerine dikerek yoksul ve garip insanları ihmal etmeyi Kur’ân “dünyanın gösterişine göz dikmek” olarak niteler ve şiddetle bundan sakındırırken,[1] FETÖ’nün elde ettiği geniş dünyevî imkânlar, onların bütün yanlışlarını örten bir fazilet olarak değerlendirildi. Çok geçmeden de bu telâkki bir temel değer halini aldı; herşey şöhretle, servetle, ihtişamla, alkışla, gösterişli müesseselerle, medyatik itibarla ölçülür, her hatâ bunlarla örtülür hale geldi. Başörtüsünü feda etmek, İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân etmek, diyalog adı altında dinleri birleştirmek gibi mahiyeti ve hedefi apaçık ortada olan en cür’etkâr teşebbüsler hep aynı örtü altına süpürülerek unutulmaya terk edildi.

Bu arada, Kur’ân’ın Müslümanlar için en büyük bir tehlike olarak gösterdiği ve Medenî sûrelerin yarısından fazlasında ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu nifak tehlikesi karşısında da Risale-i Nur cemaatlerinin ciddî bir duyarlılık sergilediğini söylemek mümkün değildir. Oysa FETÖ’cülerin davranışlarında âyet ve hadislerin nifak alâmeti olarak saydığı özellikler açıkça ve sürekli şekilde görülüyordu. Öyle ki, sadece örgütün kimlerle dostluk kurduğuna ve kimlerin dostluğundan kaçındığına bakarak dahi bu konuda sağlıklı bir teşhis koymak pek kolaydı. Onlar hiçbir zaman samimi Müslümanlarla, dindarların öncülüğündeki oluşumlarda yer almamaya itina gösterdiler; hattâ dindarlar tarafından eleştirildikleri zaman bu eleştirileri ecnebîlerin nezdinde bir itibar vesilesi olarak kullanmaktan dahi geri kalmadılar. Kur’ân ile hemhal olan bir topluluğun yıllar boyunca aynı istikamette seyreden böyle bir çizgiyi fark etmemiş olması, fark ettiği halde tedbirli davranmaktan geri kalması olacak iş değildi; lâkin Risale-i Nur cemaatleri ne yazık ki kendilerinden beklenen duyarlı davranışı gösteremediler.

Ama bıçağın kemiğe, tehlikenin kapıya dayandığı gün de geldi. FETÖ, kendisini gücünün zirvesinde gördüğü bir zamanda, Risale-i Nur Külliyatını sadeleştirme teşebbüsüne geçti. Ve o zaman Risale-i Nur cemaatlerinde FETÖ’ye karşı ciddî sayılabilecek seviyede tepkiler ortaya çıkmaya başladı.

Fakat herşeye rağmen FETÖ’ye hüsnüzan beslemekte devam edenler yine Risale-i Nur cemaatleri içinde eksik değildi. Onları da bir beddua seansı uykularından kaldırdı.

Şimdi bu durumda bir tuhaflık yok mu: Başörtüsü feda edildiğinde, İslâmın şeâirine dokunulduğunda, İslâm toprakları işgalci kâfire peşkeş çekildiğinde ciddî bir tepki vermeyen vicdanlar, ancak Risale-i Nur’a dokunulduğu zaman harekete geçebiliyor! Hattâ bazıları bu kadarını da yeterli bulmuyor, uyanmak için, taraftar olduğu siyasî kadrolara saldırılmasını bekliyor!

***

FETÖ tecrübesi pahalı bir maceraydı, yaşandı ve bitti. Fakat cemaatlerimizin kapıları yeni maceralar için ardına kadar açık bulunuyor. Çünkü bu maceranın muhasebesi yapılmadı. Suçu bütünüyle FETÖ’nün üzerine yükleyip arkasından da biraz sövüp sayarak işin içinden sıyrılmak şu an için rahatlatıcı olsa da asıl problem bütün azametiyle karşımızda duruyor. Zira FETÖ’nün Risale-i Nur cemaatleri içinde yuvalanıp gelişmesine yol açan anlayışlarda ciddî bir değişim emaresi görülmüyor. Genç nesiller inkâr fırtınaları arasında bocalayıp dururken birbirlerine kitap okuyarak iman hizmeti yaptığını düşünen cemaatlerimiz hayatın gerçekleriyle yüzleşip de çözüm üretmek yerine lügate bakmanın ve derste açıklama yapmanın caiz olup olmayışını dert ediniyor. Kendi gayretleriyle yaşıtlarına hizmet sunmaya çabalayan ve bu yönde kayda değer başarılar da kaydeden genç kadrolar ise FETÖ’cülere has taktik ve ithamlarla sindirilmek isteniyor. Hayalî düşmanlar gerçek tehlike ile yüzleşmeye fırsat vermiyor. Ve bu istikamette atılan her adım Risale-i Nur cemaatlerini asıl hedefinden ve Kur’ân’ın çizgisinden biraz daha uzaklaştırıyor.

Oysa problemin tek ve net bir çözümü var:

FETÖ bu bünyeye hangi kapılardan girdiyse o kapıların tamamını sıkıca kapatmak.

Ama o kapıların hepsi hâlâ ardına kadar açık.

Bir tek Kur’ân’a giden kapı kapalı; onun da üzerinde kalın harflerle yazılmış ürkütücü bir yazı var:

“Okuma, anlamazsın!”

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Bkz. En’âm sûresi, 6:52-53; Kehf sûresi, 18:28; Abese sûresi, 80:1-10.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: