Risale-i Nur Penceresinden “Vahiy Nedir?, İlham ve İstihraç Nedir?”

Bilim adamlarının, sanatçıların veya din adamlarının kendi alanlarında yazılan, çizilen ve ortaya konan her türlü esere karşı eleştirel yaklaşmaları, onların sahip oldukları bilgi adına kullanabilecekleri bir haktır. Ancak bu hakkı kullanırken uymak zorunda oldukları temel kurallardan bir tanesi “kaynağın aslına bakmaktır”. Başka kaynaklardan alıntılarla o eser sahibi eleştirilemez.

Bu eleştiri bir din adamı tarafından başka bir din alimi ve onun eserleri hakkında yapılacaksa konu daha da hassastır. Kur’an ve Hadis’e uymayan bilgiler tabi ki eleştirilecektir. Ama Kur’an ve Hadislerden süzülmüş eserlere ise böyle yaklaşmak bir zulümdür. Kaynağından bilgi almadan, başka eserlerden nakille veya şahsi yorumlarıyla yapılan eleştiriler isteyerek veya istemeyerek karşı tarafın müntesiplerini de incitir. Sonra kendisi de incinir. Bu türlü eleştiriler bumerang etkisi yapar.

Son günlerde Risale-i Nurlar, Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkında yazılan asılsız suçlamalar üzerine birçok kişi tarafından cevaplar verildi. Biz de “Vahiy, ilham, sünühat ve istihraç nedir?”  ve “Risale-i Nurlar’ın bu konularla ilişkisi nedir? diye  detaylı bir cevap vermek için aslına müracaatla konuya  yaklaşım getirdik. Bediüzzaman bunları kendi dilinden kendi kitaplarında nasıl anlatmıştır, onları gündeme taşıdık.

Evliyalara ve hatta Allah dostlarına ilham kapıları bazen açılabilir. Tarihte bunun çok örnekleri vardır. Ancak Peygamberlere gelen vahyi, diğer insanlara gelen ilham ile karıştırmamak lazımdır. İnsanların sözleri ayet değildir, ilhamla kalplere gelen kelimelerdir. Peygamberlere vahiy dışında ilham da gelir.

Küçük büyük her cam parçasında yansımaları görülen güneş, ışınları ile her parlak parçacıkta vardır ama onların hiçbiri güneş değildir. Vahiyle gelen ayetler güneşin bizzat kendisidir. İlhamla gelen sözler her cam parçasındaki güneş ışıkları gibidir.

İlhamı, vahyi ve sünühatı eserlerinde bu kadar açıkça ifade etmiş, Risale-i Nurların vahiy değil ilham ve sünühat olduklarını açıkça yazmış bir din adamına, Bediüzzaman’a ve onun müntesiplerine basın yayın yoluyla iftira boyutuna varan ifadeler kullanmak asla eleştiri değildir. Bu konuda yanlış fikir beyan eden insanlar ne kadar alim olsalar da hakperest değillerse ilimin verdiği enaniyetle “Yalnız hak benim söylediklerimdir”  anlamına gelecek olan susmalar gösterirler veya açıkça özür dilemekten kaçınırlar. Yazı bir kere kaleminden çıktıktan sonra yanlışı düzeltmek adına yapılacaklar ise artık nefse zor gelir.

Bu konuda yanlış beyanda bulunan kim olursa olsun, isterse asrın en büyük alimi olsun, Kur’an ve hadislere aykırı ifade içinde olanlara her asırda Kur’an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nurdan ders alan en avam bir talebe dahi şöyle cevap verebilir, şeyhini irşad eden müridler gibi hakikati haykırabilir:

“Eğer desen: “Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun.” Ben de derim ki, “Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”(SÖZLER, 30.Söz)

Risale-i Nurlarda bu konunun cevapları vardır, basit bir araştırma yapan birisi internet üzerinden bile bu bilgilere ulaşabilir. Ayrıca kütüphaneye gitme veya kitap alma zahmetine bile katlanmadan böyle asılsız şeyler de yazmayabilirdi.

İşte bu konuda Risale-i Nurlarda yer alan sözler:

*RİSALE-İ NUR VAHİY DEĞİL, İLHAM VE İSTİHRAÇTIR (ŞUALAR, 1.ŞUA)

*Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi. (M.NURİYE, Katre)

*Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir. (E.LAHİKASI)

*Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir. (S.T.GAYBİ, 1.Şua)

*Hakaika dair mesailde, külliyatları ve bazan da tafsilatları sünûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan, hemen umûmiyetle şüphesizdir, katîdir…(T.HAYAT)

*İşte, iki inkılâp beni iki telif-i müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi. (MÜNAZARAT)

*herbir asır bir his ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilhâm eden Temmuz’un inkılâb-ı mesudunun teşvikiyle (MÜNAZARAT)

*ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır. (29.MEKTUP)

*Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’an’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla Erzurum’un, Şasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun ala nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlasla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlas ve hulusu şimdi bulamıyorum.(İ.İCAZ)

*Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesâille iştigalime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazı sualler sünuhata tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. (LEMALAR, 14.Lema)

*Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtarât ile oluyor. (K.LAHİKASI)

*enbiyâya gelen vahyin ekseri, melek vâsıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri, vâsıtasız olduğunu anlarsın. Hem, en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. (SÖZLER, 12.Söz)

*Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nispeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nispeti o derecededir. Evet, herbir aynada görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz! (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (ŞUALAR, 7.Şua)

İnsanlar arasından çıkan Allah’ın elçileri için durum farklıdır. Mesela Peygamberimiz hem vahiy hem de ilham yoluyla bilgilenerek sözler söylemiştir. Kur’anın sözleri vahye, bazı hadisler de ilhama dayanır.

*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Velhasıl Risale-i Nur’lar Vahiy değil, İLHAMDIR, İSTİHRAÇDIR VE SÜNÜHATTIR.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: