Risale-i Nur’da Yaratılış ve Sembolik İfadeler

Soru 9: Lem’alar 17. Lem’anın 14. Nota’sının Remizleriyle beraber açabilir misiniz? Ayrıca 4. Remiz sonundaki “kelime-i tevhid ile kalbi söylettirmek ve ruhu işlettirmektir” sözünde Üstad burada neydi kasdetmiş? Tarikatlardaki gibi mi?

Cevap 9: Bu bölüm 4 remizden oluşuyor. Remiz, sembolik ifade demektir. Yani meseleyi bir dış yönüyle anlayacaksın, bir de sembolik olarak anlatmaya çalıştığım bir mesele var. Onu görmezsen diyor Üstad, asıl kasdettiğim şeyi anlamamış olacaksın. İnşaallah her iki boyutu beraber ele alacağız:

BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs‘te, bir kısmı Yemen‘de, bir kısmı Sibirya‘dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır?

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sayfa, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zat olabilir. Öyleyse, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.

Zahir manada Üstad yaratma sistemindeki kompleksliği nazara sunuyor. Yani insan veya hayvanların fiziksel yapısının oluşabilmesi için yaratılış âleminin tamamına hâkim olmak gerekir. Çünkü hayvanlar ve insanlar, dış dünyanın süzülmüş, damıtılmış hali gibidirler. Bedenine lazım ısı ve ışık, güneşten; hayatına lazım su, bulutlar ve su buharı vasıtasıyla denizler ve okyanuslardan; mineral maddeler ve vitaminler, kara parçaları ve topraklardan geliyor. Mesela Türkiyeli bir kişinin özellikle şehirde doğan bir insanın bedeni, annesinin yediği yiyeceklerle örgüleniyor. Annesinin yediği sebze ve meyveler ise Türkiye’nin dört bir yanından hatta kişinin imkanına göre dünyanın dört bir yanından geliyor. O gıdalar anne vücudunda parçalanıp göbek bağıyla ceninin bedenine geçiyor, ceninin beyni, kalbi, cildi, gözü, kulağı, sinirleri, kemikleri annesinin yediği gıdalarla inşa ediliyor. İşte bu noktada Üstad tespiti yapıyor: Bütün yeryüzünü elek gibi eleyip gerekli malzemeleri tespit ederek bir araya getiremeyen kişi o cenini yaratamaz, büyütemez. Demek dünyanın doğusuna, batısına, kuzeyin ve güneyine aynı anda hâkimdir. Veya Türkiye’nin…

Hayvanlarda zaman algısı olmadığı için Üstad insanın yaratılışında zaman algısını da devreye sokuyor. Olayı daha da büyütüyor: Geçmiş zamana ve gelecek zamana, dünya ve içindekilere ve dünyayı kuşatan bütün semalara, hatta Âhirete ve ebediyete hâkim olamayan birisi insanın yaratıcısı ve sanatkârı olamaz. Çünkü insanın hacetleri ebediyete uzanmış, emelleri yerler ve göklere yayılmış, kalbi ve ruhunun bağları dünya ve Âhiretin devirlerine ve dönemlerine dağılmış. Bu açıdan insan acayip bir saray ve garip kasırdır. Bütün yaratılış âlemine hükmedemeyen yaratılış âleminin çekirdeği, özü ve özeti olan insanı o âlemden süzüp yapamaz. İnsanda hayvanlarda olmayan, şuur (kendi kendinin ve başkalarının farkında olma), hafıza, hayal gücü, geçmiş-gelecek algısı, ölümsüzlük arzusu gibi özellikler bulunuyor. Hafızasıyla, Levh-i Mahfuz’un cilvesini kendinde taşır, onunla bağı var; hayaliyle Âlem-i Misalin cilvesini kendinde bulundurur, onunla ilişkisi var. Bu manada bütün yaratılış âleminin meyvesi, çekirdeği insandır.

Remiz yönüne gelirsek: İlim sıfatının temeli, “ihata” dır. Yani kuşatmak… İhata sıfatından türetilmiş Esmaü’l-Hüsna ise “el-Muhît” tir. İhata ise, 4 şeyi elde etmekle olur. “ Bir şey nereden başlar ve gelir? O şey nereye uzanır, varır ve gider. O şey ne vazife görür, neye yarar ve nasıl bir işletim sistemine sahiptir? ” Bunları Üstad başka yerlerde “ Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? ” şeklinde fen ve felsefenin çözemediği sorular olarak sıralar. Bu 4 soruyu ifade eden ve Muhit ismini teşkil eden 4 Esma-yı Hüsna var: Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın.

Evvel ismi “ Nereden geliyorsun? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Çin ülkesine tekabül ediyor. Âhir ismi “ Nereye gidiyorsun? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Endülüs (şu anki İspanya) ülkesine tekabül eder. Zâhir ismi “ Ne vazife görüyorsun, necisin? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Sibirya ülkesine tekabül eder. Bâtın ismi ise “ Necisin sorusunun içindeki ne mânân var, nasıl bir işletim sistemin var? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Yemen ülkesine tekabül eder. Çin, güneşin doğduğu, ilmin de güneş gibi insanlık âleminde doğduğu yerdir. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız”[1] hadisi bu remzin anahtarıdır.

Eski Dünya, 3 kıtaydı: Asya-Avrupa-Afrika… Bu temsil bu bilgiye dayanıyor. Yemen, en güney olarak biliniyordu. Sibirya, en kuzey; Endülüs, güneşin battığı yer ve ülke… İspanya’nın güneyinde Afrika kıtası ve o kıtanın kuzey batı ucu olan Fas ülkesi bulunur. Fas’ın Arapça ismi Mağrib’dir. Yani güneşin battığı ülke… Güneşin hareketine göre, insanlık dünyasının güneşi olan ilim ve hikmet de aynı şekilde temsil haline gelmiş. Amerika kıtası ise Yeni Dünya’dır. Yani Kuzey ve Güney Amerika, Âhiret Âlemi’nin sembolüdür. Rüyalarda da bu ülke temsilleri aynen böyle görünüyor.

Daha geniş plandan bakıldığında Evvel, Ezelî demektir. Âhir, Ebedî demektir. Bu iki isim, bütün “zaman”ı ifade eder. Zâhir, yaratılmış her şeyin dışı ve maddesi demektir. Bâtın, yaratılmış her şeyin içi ve manası ve hakikati demektir. Bu iki isim de bütün “mekân”ı ifade eder. Yani yaratıcı olmak için bütün zaman ve mekânı kuşatmak, Muhît ismine mazhar olmak şarttır. Bütün zamanı ve mekânı kuşatmak ise, zamansız ve mekansız olmakla mümkündür. Bütün zamanlara ve mekânlara bu cihetle hâkim olan, isterse zamanı ve mekanı bükebilir, katlayabilir, atlatabilir. Tayy-ı zaman, tayy-ı mekan, bast-ı zaman gibi kerâmetler bu hakikate dayanıyor. Allah’ın zamansız ve mekânsız olduğunu, zaman ve mekânın Onun kontrolünde bir mahluk olduğunu bilmeyen ve buna yakinen iman etmeyen biri o kerametleri ve bunlara benzeyen mucizeleri anlayamaz.

[1] Beyhakî, Şuabu’l-İman-Beyrut,1410, 2/253.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: