Risale-i Nur’da Zihni Yapının Yeniden İnşası!

İslam dünyasında bilinen bu hareket az önce Mustafa Bey okudular orada Nesil Yayınlarından çıkmış olan bir kitabım vardı benim. Süreç ve kavram olarak bilginin islamileştirilmesi. Bu bir hareket;bilginin islamileştirilmesi hareketi. Aşağı yukarı 1970li yılların sonlarına doğru İslamda bu isimle bu hareket oluştu. İslam dünyasına da bunu İsmail Faruki(r.h.) daha çok getirdi ama Seyid Muhammed Nakib el-Attas???  Bunun öncülerindendi. Fakat aralarında yaklaşım farkları vardı. Mesela Seyyid Hüseyin Nasr da malum yine aynı konuya değinen İslam alimlerinden. Fakat belki şöyle bir soruyla başlayabiliriz Niye o zaman Risale-i Nur ışığında bilginin islamileştirilmesi adını kullanmadık diye zaten işleyeceğim konu içerisinde de bunun bir cevabı çıkacak. Çünkü bu hareket doğduktan sonra biraz bigane kalmaya çalıştım tabiri yerindeyse o zaman ortadoğudaydım.

Fakat sürekli soru soranlar oluyordu. Hocam nedir bilginin islamileştirilmesi; olabilir mi böyle bir şey yani bizde bilgi deyince hakikat anlaşıldığı için İslam zaten bize hakikati anlattığına göre ne demek islamileştirme diye bir şey olur mu, olmaz mı? Diye o tartışmaların içine mecburen sürüklenip girmiş olduk böylece. Fakat o tartışmalar yapılırken bizim tabi zihnimizin arkasında beni kurcalayan meşgul eden başka bir şey vardı. Acaba Üstad ne söylerdi bu konuda, bu konu hakkında ne olabilirdi diye. Doğrusunu isterseniz Risale-i Nurları bu açıdan ben hiç incelememiştim ta ki İslam Ansiklopedisinde Said Nursi maddesini yazıncaya kadar.

O zaman mecburen Risale-i Nurları tekrar tetkik etme durumunda olduğum için aklıma gelen birçok mesele vardı. Bu onlardan sadece bir tanesi böyle notlarımı aldım aldım bunları biriktirdim. Kendi açımdan belki Üstad bu konulara ne söylerdi soruları zihnimde duruyordu. Bu toparladığım konulardan bir tanesi. Yani şimdi bunu biraz anlatmaya çalışacağım. Bir de Faris Hocam dedi ki Yasin Hocanın da şeyine biraz deyinebilirsen ki zaten mecburen giricez gibi geliyor o konuya da <”Gelen umumi talep üzeine yani”-Faris Kaya> O zaman daha iyi. O da beni meşgul eden başka bir meseleydi aslında. Fakat benim aradığım başka şeyler vardı. Yeri geldikçe ben deyinecem ona inşallah. O zaman şu soruyla başlayalım diyorum ben. Acaba Risale-i Nur açısından bakıldığında bu islamileştirme hareketini nasıl değerlendirebiliriz. Bununla ilgili özellikle risalelerde belli şeyler var mı? Şimdi malum İslam dünyasında işte İslam şuyu İslam buyu fazla tekrar etmiyim ama mesela İslam Üniversitesi İslam Cumhuriyeti İslam Partisi İslam bilmem neyi gibi böyle birçok kullanımlar var.

Yani bu kullanımlar beni biraz rahatsız ediyordu doğrusu ki zaten Üstad buna karşı. Malum Derviş Vahdeti İttihad-ı Muhammedi yi kurduğu zaman ona verdiği bir cevap var. O cevabı anlamam otuz yılımı aldı benim. Yani çünkü Üstad orada diyor ki; hasretme ifadesini kullanıyor, bundan neyi kasdettiğini anlayamıyordum. Belki o konuya deyineceğiz biraz daha. Sonradan onu çözmeye başladım ben. Özellikle Malezya da beni bir defa böyle İslam Partisinde bir programa davet etmişlerdi,. Benden de kısa bir değerlendirme istediklerinde mümkünse isminizi değiştirin ilk başlangıç olarak. Anlayamadılar bir türlü niye dediler. Dedim bakın şöyle düşünün; siz İslam Partisi diyorsunuz kendinize değilmi?         -Evet. Peki bir konu olsa, ekonomik bir konuda siz bir şey iddaa etseniz; ben de onun yanlış olduğunu söylersem, ne yanlış olur orada? İslam yanlış olur. Ve sen İslam ı temsil ediyorsan ben neyi temsil edeceğim? İslama karşı çıkıyorum çünkü. Ne kadar yanlış bir hareket içersinde olduğunuzu anlayın diyorum. Çünkü İslama karşı çıkmış oluyorum ben. Çünkü o ismi kullanınca o ismi hasrediyorsun. Onun için burada Üstattan bir alıntı var. Bu alıntıyı Emirdağ Lahikasında buldum ben.

Bunu okuyum ben isterseniz. Çünkü üstad bir yerde kullanmış bunu belki başka yerlerde de vardır. Eğer aklınıza geliyorsa söyleyin çünkü böyle didik deşik etmemiz lazım ki bunları bulup yakalayasın. Kıyıda köşede bucakta kalmış bu konular. Hepsine bir cevap var risalelerde. Böyle hayretler içerisinde kaldım ben. Şimdi Emirdağ Lahikasında Üstad diyor ki; 65 sene evvel…bunu ben şöyle bir hesapladım ama, Fırıncı Ağabey belki yardımcı olabilir bize. 1895 ler ediyor aslında 1895 ler ki çok epey erken bir dönem. Emirdağ Lahikası ben 1955 olarak hesapladım ama abi ben doğrumu yaptım bilmiyorum. <”54”-Fırıncı Ağabey> 54 demek ki bu tarihlere tekabül ediyor. Cami-ül Ezher e gitmek istiyordum… Bak Üstadın onu gerçekleştirmesi ancak daha sonra oluyor.

Malum Şam a vs. Beyrut a gidip dönüyor ya sonra vazgeçiyor. Alem-i İslam’ın medresesidir.Tabii burada üniversite manasında yani yüksek öğretim kısmı İslamda medrese. Düşük öğrenimin değil yani ilkokul öğretimi için medrese kelimesi kullanılmaz. Mektep kelimesi malum Osmanlı’da başka isimler de var. Ben de o mübarek medresede bir ders almak niyet ettim. Bak üniversiteye gitmek istiyor Cami ül Ezherde. Fakat kısmet olmadı.Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki Cami-ül Ezher Afrika da bir medrese-i umumiyye olduğu gibi Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir dar-ül fünun bir İslam Üniversitesi işte  burada Üstad’ın kullandığı tabir bir İslam Üniversitesi Asya da lazımdır. Şimdi bunu malum Kenan Evren zamanında ancak İslam Konferansı Teşkilatı İslam Üniversitesi kurulsun diye karar almışlardı. Türkiye’de de kurulacaktı ama maalesef laikliğe aykırı vesaire fıtınaları koparıldığı için açılmadı. Diğer yerlerde açıldı. Fakat diğer yerlerde açıldı. Fakat şimdi önemli olan bu. Burada ondan sonra devam ediyor Üstad o mektebin malum herkesin bildiği şeyler. Yine bakın çok ilginç; bir İslam üniversiesi demesine rağmen Üstad’ın bu medreseye verdiği isim Medresetüzzehra bakın İslam üniversitesi tabirini yine kullanmıyacağız.

Çünkü hasredici özelliğinden dolayı kurmaya çalıştığı zaman medresetüzzehra adını tercih ediyor. Başka bir isim veriyor yani. Demek ki orada İslam ünivesitesi derken kasdettiği başka bir şeyler var. Onları da açıklamaya çalışayım biraz sonra. Peki hedefi doğru olan bir hareket yanlış isimlendirme olmadan ve doğru olan hedefine hangi usulle gidebilir? Evet islamileştirme Üstad açısından evet doğru gerekli. Yani böyle bir üniversite gerekiyor ise diğer bütün kurumlar da gerekli. Bu doğru bir hareket. Ama yanlış isimlendirme olmadan yapılması lazım. Ve o doğru hedefine hangi usulle gidebilir diye bir soru sorduğumuz zaman yine Üstadın metodunu takip edersek; Elcevap: Risale-i Nur un zihniyet inşası ile. Gerçek anlamda çünki islamileştirme bununla olur. Yani bilgi kelimesini kullanmadan. Çünkü bilginin üretildiği yer neresi? İnsan zihni.

Tabi biz burada bilgi derken  bilimsel bilgi insanların üretmeye çalıştıkları bilgiler. Bu zihinde üretildiğine göre zihinde hani malum kabın içerisinde ne varsa kabın şeklini ve rengini alır. Çünkü kendisi renksizdir aslında. Düşündüğümüz zaman. Dolayısıyla eğer zihin eğer İslam rengiyle veya şekliyle her ne ise şekillenmiş işlenmiş ise, bir şekilde inşa edilmiş ise orada üretilen bilgi artık islami demeye gerek yok. Yine onu kullanmıyoruz. Ama oradan lemean ettiği için elbetteki o islami bakış açısını yansıtacak. Peki acaba risalelerde acaba bu zihin inşası nasıl gerçekleştiriliyor, ne yapılıyor.

Ben burada mesnevi de yakaladığım bir husus ki çok önemli. Bir nevi bu zihni teşekkülün yeniden inşasının bize aslında tam anlamıyla tabiri yerindeyse usulünü yöntemini veriyor orada. Ve üç yaklaşımla bunu açıklıyor diye anlıyorum ben. Bunlara da Üstad ın kullandığı tabir mana-yı harfi, niyet ve nazar. İsterseniz orayı birlikte okuyalım.

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyle ki:

Cenab-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.

Bu birinci husus. Bu bakış açısını zihinlere yerleştirmek gerekiyor işte. Risale-i Nurun yaptığı bu. Kainata… Bu kainat tabiri de çok önemli. Artık bu son zamanlarda bir şey vurguluyorum ben. O da yani diyorum ki eğer mümkünse biz bu tabiat kelimesini hiç kullanmayalım. Kainat kelimesini sürekli mümkün olduğu kadar işte bakıyor tabi açıdan güzel işte tabiat görüntüsü… bunlar eğer mümkünse sözlükten çıkaralım bunları çünkü zihnin inşasında bize yaptığı etkileri çok olumsuz bu kelimenin. Zaten İslam bilim ıstılahatında böyle bir kelime yoktur. İncelediğiniz zaman bunu görürsünüz. Bize bu sadece Yunanca eserlerin tercümesiyle geçmiştir. Fakat yine de pasif manasıyla geçmiş. Ben çok dikkat ettim İbn-i Sina da ve Farabi de ki en çok yani Aristocu filozoflar bunlar.

En çok bu kelimeyi kullananlar onlar. Fakat hiçbir zaman mesela “bittabia” kelimesini kullanmıyorlar. Kullanırlarsa anlamı değişik. Çünkü “bittabia” dediğin zaman tabiata bir etki veriyorsun; tabiat yapıyor diye. Onlar “bittab’” kelimesini kullanıyorlar “bittabia” değil. Bir de şeye çok dikkat ettim; ingilizceye çevirirlerken bunu; “bittab’” kelimesini “by nature” diye çeviriyorlar çeviri Aristocu açıdan baktığın zaman doğru. Çünkü Aristo Tales’in kullandığı tabir o aslında. Fakat bizim açımızdan baktığın zaman çok yanlış bir tercüme. Zaten kelime manasıyla baktığın zaman da yine yanlış bir tercüme. Çünkü “bittab’” “by nature” demek değil.  “By its physical constitution” “by its physical structure”  yani eğer doğru çevirelim dersek, doğrusu bu. Niye? ;” Physical structure” dediğimizde yani tabii, maddi yapısı itibariyle. <”Fıtrat da demek” Faris Hoca> Aslında fıtrat kelimesi bizde daha doğru bizim bilim geleneğimizde ıstılah terim karşılığı fıtrattır. Çünkü fıtrat malum yaratılış demek.

Hep edilgen bir yapıya sahip. Ama tabiat kelimesinde etken bir etki var ve zihni her zaman yanıltıyor. Nitekim o yüzden de yanlış kullanumlar oluyor ingilizcede de o yüzden çok berbat tamamiyle şirk diyebileceğimiz kullanımlar var. İşte “mother nature” , “mother nature creates very good” bu tür tabirler malum çok yaygındır ingilizcede. Tamamiyle şirk yani Allah’ın varlığını kabul eden için şirk. Kabul etmiyorsa zaten ateizme giriyor o zaman. Tamamiyle küfür yani. Şimdi bu açıdan üstad diyor: Kainat masiva… Tabii bu daha tasavvufi bir kelime; Cenab-ı Hakkın dışında olan her şey demek masiva. Buna bakışı tamamiyle mana-yı harfiye çevirme. Bunu artık herkes bildiği için çok fazla açıklamaya gerek yok bence. Evet herşeyin iki ciheti vardır.

Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti halka bakar, yaratılanlara bakar. Halka bakan cihet Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakka bakan cihaet-i istinadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenlayh nimete bakıldığı zaman münim sanata bakıldığı zaman Sani esbaba nazar edildiği vakit müessiri hakki zihne ve fikre gelmelidir. Bu mana-yı harfi nin ancak bu kadar mükemmel bir ifadesi olabilir. Ve keza nazarla niyet; bu da iki önemli husus zihnin inşasında. Zihnin inşası derken tabii ki burada kast edilen; Kuran ın bakış açısından bakma, oradan bakabilme. Onu kastediyoruz. İslamileştirme dedikleri şey aslında budur yani. Niyet ve nazar mahiyet-i eşyayı tağyir eder bütün mesele bu işte. Demek ki evet islami olan bilgi var islami olmayan bilgi var. Neden çünkü biz bilgi diye alıyoruz onu ama eşyanın mahiyetini tağyir etmiş çünkü bakış açısı farklı, niyet farklı.

Oraya bakılan niyet bu ikisi çok önemli mahiyet-i eşyayı, eşyanın mahiyetini, özelliğini, yapsısnı yani tamamiyle tağyir ediyor. Üstad daha da eğer tabiri yerindeyse sert diyelim ifadeler de kullanıyor burada; günahı sevaba… Yani bu kadar önemli, sevabı günaha kalbeder. Yani önemini vurgulamak için yani şunu bile söyleyebiliriz; burada belki üstadımız olsa sorsaydık; imanı da küfre kalbeder mi? Öyle zannediyorum; evet diyecekti. Yani bu kadar önemli bir konu niyet ve nazar ve mana-yı harfi de tabii yine aynı şekilde. Evet niyet adi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir.

Bu bak nazarı temsil ediyor. Nazar malum şimdi biz bu kelimeleri kullanmıyoruz. Bakış açısı diyoruz.Biz de var bu kelime; bizim bilim geleneğimizde olan bir kavram ama ingilizceden perspektifi aldılar ya, e türkçeleştirecekler bakış açısı dediler, uydurdular böylece. Halbuki nazar bunun tam karşılığı. Çünkü bakış açısını temsil ediyor. O açıdan çok önemli. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Nazarı temsil eder mesela bu.Allah hesabıyla olursa Marifet-i İlahiyedir.

Tabii diğeri nazar ifade ediyorsa bu da niyeti, Allah hesabına bakma, o bakış niyetini gösterdiği için, o marifet-i İlahiyeye bizi sevkeder. Burada tabii yine biraz sonra deyinecem ben; üstad bunu yaparken o islamileştirmeyi veya zihnin yeniden inşasını hangi boyutlarda gerçekleştirmiş ki… meselesini anlatırken bir de üstadın kullandığı ıstılah çok önemli. Istılah çok aşırı düzede önemli. Neden; o hem nazarı, hem mana-yı harfi yi, hem niyeti temsil ediyor. O açıdan.

Burada mesela yine çok ilginç; biz de marifetullah kelimesi bizde kavram olarak mefhum olarak kullandığımız budur. Burada ifade edilen yani bizim Cenab-ı Hak hakkında edindiğimiz bilgileri temsil ediyor marifetullah. Fakat bakın Üstad öğle demiyor . Çünkü neden demiyor; bilgi genelde teorik olarak elde edilir fakat Cenab-ı Hakkın marifeti teorik olarak elde edilmez. Demin yukarıda Niyazi Hocam bir açıklama yapıyordu ya; Eş’arilere göre Maturidilere göre meselesi burada önemli bir ölçüde gündeme geliyor çünkü Cenab-ı Hakkın zatını bizim hiçbir şekilde bilmemiz mümkün değil. Burada müttefikan bütün ülemanın söylediği bu. Sadece Cenab-ı Hakkın varlığı hakkında Maturidilerde akılla biraz bilgi elde edilebilir gibi iddaalar var.

Eş’arilerde bu da yok. Ve bana göre Eş’ari doğru yani burada. Çünkü bütün benim gördüğüm anladığım Risale-i Nurlarda da eğer vahyin yol göstermesi olmazsa, Cenab-ı Hakkın varlığını bulup çıkarmak çok zor.<”Eş’arilik mutezileden kopup gittiği için reaksiyonel bir hal alır”Faris Hoca> Doğru. Ve değerlendirmesi de o açıdan yapıldığı için belki biraz daha isabetli hükümleri olmuş Eş’ariliğin yani aklı biraz daha ”elini geriye iterek” . Buna akılcılar karşı çıkar ama aklı atmak değil bu çünkü Kuran da bunula ilgili… o epistomolojik boyuta gelince ben biraz değinirim bu konuya çünkü epistemolojik açıdan da zihinlerin yeniden inşası var.

Bunlar Risale-i Nurda çok mükemmel yapılmış. Onu o şekilde anlatmaya çalışayım ben. Şimdi buradan şu çıkıyor. Üstadın demek ki böyle bir projesi var. Ta 1895lerden beri var islamileştirme projesi. Çünkü kendisi söylüyor bunu çok açık bir şekilde. Fakat öyle ifade etmiyor, o ifadeleri kullanmıyor üstad. Demek ki Allahu alem belki burada sizler de görüş bildirebilirseniz, beni de aydınlatırsanız… Ben diyorum ki Üstad bu ifadelerin herhalde doğru olduğunu pek kabul etmek istemezdi. Yani şimdi çünkü beni de rahatsız ediyor doğrusu. Bir çok kimseyi de rahatsız ediyor.

Hatta bununla dalga geçenler bile oldu geçmişte. İslam bisiklette mi olacak, İslam füzelerde mi olacak, İslam bombası… bilmem ne gibi böyle bu tür tabirler tamamen İslama zıt tabirleri doğurduğu için ifadelerde allahualem biraz yine bir yanlışlık var diye düşünüyorum ben. Üstad bu çalışmalarına başladığı zaman, ilk önce tamamiyle bugünün tabiriyle söyleyecek olursak; bilimsel yolla yürüdük burada. Bizim malum bilim kelimesi uydurulmuş bir kelime eskiden yoktu böyle bir kelime.

Yakın zamanda uydurulmuş; 20-30 sene önce. İlim kelimesini kullanıyorduk bizç İlim kelimesinin bir özelliği var; diğer bütün medeniyetlerde bilim kelimesi yerine bilgi kelimesi kullanılır; eş anlamlıdır bilimle bilgi. Mesela eski yunancada episteme kelimesi bilgi demek, bilim manasına da gelir. Arapça da ilim hem bilgi manasına hem bilim manasına gelir, eş anlamlı kullanılır. BU sadece türkçede bilgi kelimesinden bilim kelimesi üretip ayırdılar ikisini birbirinden. Belki de ne amaçla yaptıklarını bilemiyorum. Belki de bilim kelimesini biraz daha bu kevni ilimlere hasretmek için kullanmaya çalıştılar. Bu kevni kelimesini yine dikkatli seçerek kullanıyorum.

Kainat kelimesi malum Kuran dan türetilmiş bir kelimedir. Emr-i Kün fe yekün den geliyor. Cenab-ı Hak bir şey yaratmak istediği zaman kün der o da olur. Olur dediğinde olan nedir; kain dir. Kainatta onun çoğulu. Dolayısıyla oradan türetilmiş bu kelime. Tamamiyle Kur’ani bir kelimedir bu yüzden. Oradan türetildiği için de biz kainatı çalışan ilimlere kevni ilimler ki ben bazen kevniyyat ilimleri tabirini de kullanıyorum. Malum şimdiki şeylerde tabiat ilimleri diyorlar. Ben kevniyat ilimleri kullanıyorum. Malum şimdi tabiat ilimleri diyorlar bizim terimimiz değil bu tabiat kelimesi, kullanmak isteyenler kullnabilir. Üstad malum fünun kelimesini de kullanıyor, pasiflik verecek.

Bizde bütün mesele o. Mana-yı harfinin verilmesi için kullanılan kelimenin edilgen olması lazım. Etken olduğu zaman man-yı ismiyle bakmak oluyor o zaman. Oradaki yaklaşımı tahrif ediyor. Ondan dolayı kullanmıyoruz ve alın inceleyin. Ben islam bilim geleneğinin ıstılahatını toparladım. Nerede rastlasam yazıyorum hiçbir zaman aktif, etken bir kelime yok, kullanılmamış. Niye; çünkü zihinler öyle şekillendiği için, zihinlerin inşası başından beri Kur’an vasıtasıyla hadisler vasıtasıyla o şekilde edilgen olarak oluştuğu için istesen de üretemiyorsun düşünmek istesen de….

Mesela Aristo Tales’ten aldıkları halde “bittabia” yı kullanmamışlar bakın kullanamamıyorlar. Şirke yol açtığı için elinde değil bu. Kullananlar var; onlar İslamın dışına çıkmışlar işte; Ebubekir Er-Razi malum Üstadın dediği tabiiyyunlardır. Meşhur doktor var ya tıp doktoru… Bizim Fahreddün-i Razi değil Zekeriyya Er-Razi var. Mesela o kullanıyor bunları çünkü tabiatçıdır dinlere inanmıyor dini reddediyor, İslam da dahil olmak üzere. Peygamberleri, risaleti falan kabul etmiyor. Yine İbn-i Ravandi var mesela yine aynı şekilde.

Hatta üstad malum Ebu’l Âlâ el Maarri gibi bazı şairlere, Ömer Hayyam gibi… Çünkü onlarda da dil kayması mıdır nedir, onlarda da var bu tür kullanımlar. Dolayısıyla bizim söylediğimiz dini reddetmeyen düşünür. İslam bilim gleneği içinde çalışmış olan hiçbir düşünür etken kelimeleri kullanmamışlar. Şimdi Üstadın o yürüdüğü yol dedim; tamamıyla bilimsel yol. Ve o bilimsel yolda yürüdüğü zaman işte burada bizim vereceğimiz cevap. Üstad bütün bilimleri çalışmış incelemiş ve okumuş. Felsefecileri; İbn-i Sina dahil olmak üzere; atıfta bulunduğu yerler var malum.

Ben mesela beş sene aradım üstadın atfını bulabilmek için şifada. Malum diyor ya üstad; İbn-i Sina gibi bir dahi demiş ki; Haşir isbat edilemez, akıl ile kabul edilebilir. Ara ara ancak bulabildim. İbn-i Sina yı okumayan bir kimse bilebilir mi bunu? Yani hani felsefe bilmiyor vs. gibi iddaalar var ya. Ha Üstad bütün felsefeleri filozofları incelemiş çalışmış mı? Öyle bir iddaamız yok. Hangi filozof bütün filozofları çalışır bilir? Getirin Hegel i bana Gazzali hakkında Fahreddin-i Razi hakkında iki soru sorayım bilemez, mümkün değil. O zaman diyebilir miyim ben şimdi Hegel felsefe bilmiyor? Veya Hegel kitaplarının hiçbir yerinde İslam filozoflarını anlatmamış. E şimdi ben Hegel felsefe bilmiyor mu diyeceğim?

Şimdi bunların yaptıkları şey; alıyorlar risaleleri eline dur bakalım Kant ı nerede anlatmış, Hegel i nerede anlatmış? Kierkegaart tan bahsetmiş mi? Ara ara bulamıyor, aa felsefe bilmiyor. Yani bu kadar cehalet olamaz. Çok büyük bir cehalettir bu. Üstad bunların hepsini birçoğunu batılıların; ben tahmin ediyorum Üstad İstanbuldayken Kant ve Hegel ile ilgili tercümeleri de okumuştur Üstad. İhmal etmemiştir. Neden, çünkü kendi zamanındaki fikirleri değerlendirmesi lazım. Peki Üstad neden anlatmıyor bunları risalelerde; meşhur ilkesi var; bu ilkeyi bilmiyorlar onlar.

Ne diyor Üstad orada saf zihinlerin idlaline yol açar diyor. Evet , batılın tasviri saf zihinlerin idlaline yol açar diye girmiyor, tasvir etmiyor. Sadece görüşlerini eleştirip onlara cevaplarını veriyor o kadar. Ve bunların hepsini görebilirsiniz. Kant’a da cevap var, Hegel’e de cevap var, Karl Marx’a da cevap var, İbn-i Sina ya zaten çok açık işaretlerle cevap var, Aristo Tales, Sokrat… bu isimler geçiyor zaten. Yani dolayısıyla kalkıpta felsefe bilmiyor demek kadar büyük bir cehalet olamaz. Felsefe bilmeyen adam Bilgi teorisi geliştiriyor yani! bilgi teorisini çıkarıp görebiliyoruz.

Göreceğiz şimdi. Zihinlerin yeniden inşası epistomoloji ile olur. Epistemoloji kelimesini biz kullanmıyoruz ama mecburen kullanıyoruz burada. Bilgi ile olur burada, bir yaklaşımla olur. İsterseniz buna yine üstaddan bir alıntıyla net ve açık, hiçbir şek ve şüpheye yer vermeyecek bir şekilde bir alıntıyla anlatmaya çalışayım. Şimdi üstad diyor ki; bu iki ciltlik külliyat 842 de;

Cay-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki Risalet’ün Nur müellifi 1316 sıralarında mühim bir inkılab-ı fikri geçirdi. Yani bir değişim geçirdi. İnkılap malum çok büyük bir değişim. Yani o kadar büyük ki yön değiştirmiş burada Üstad. 1316 Fatih hocam tarihçiler daha iyi bilir ama 1905 o civarlara falan tekabül ediyor. 20. yy’ın başı. Tam 1900 mü? Çok güzel. Fikri bir değişim geçiriyor. Şöyle ki o tarihe kadar bakın şimdi burada söylediği şey çok önemli, o tarihe kadar ulum-u mütenevviayı bütün ilimleri demek bu yalnız ilimle tenevvür etmek için merak ederdim okurdum.

Okurdu bak demek ki inceliyor, çalışıyor ve okuduğunu da ders de verir. Okudu da kenara koydu değil. Denebilir ki okur ama biraz bir şey elde eder. Ders verdiğine göre elde ettiği bilgi seviyesi çok yüksek. Aynı zamanda ders veriyor bunları. Fakat amaç çok önemli niyet diyor ya Üstad. Burada niyetim neydi diyor. İlimle tenevvür etmek için. İlimle aydınlanmak için. Şimdi geçirdiği o inkılab-ı fikri var ya burada kendini gösterecek asıl. Fakat birden o tarihte hepimizin bildiği şey bu malum okumuşsunuzdur Merhum Vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa’nın Kur’an’a karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi. Hatta bir gazetede İngiliz’in bir müstemlekat nazırı demiş: “Bu Kur’an İslam elinde varken biz onlara hakiki hakim olamayız. Bunun sükutuna çalışmalıyız.”

Kur’an’ı Müslümanları elinden çekip almalıyız bir açıdan . Bunu işitince diyor o zaman Said gayrete geldi birden makam-ı cifrisi 1316 olan 1316 senesiydi ya cifir olarak hesaplandığı zaman En’am suresinin 68. ayeti aklıma geldi. Onlardan yüz çevir. Bu ayet malum Efendimiz Aleyhisselatü vessalam a emir aslında Allah’ın ayetleriyle o müşrikler alay ediyor gördüğün zaman yüz çevir onların yanında durma oturma diye emir geliyor. Hatta  ayetin devamı daha da ilginç.

Olur ki şeytan sana unutturursa bunu sana diyor aklına geldiği an kalk onları terk et  o zalimlerin yanında durma diyor.”Fahrid Anhüm” muaraza değil mi? Yüz çevirmek burada bi de aynı zamanda arz etme meselesi var ya. Yani onlardan dön, ayrıl manasında “Fahrid anhüm” fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikri  ile merakını değiştirdi. Baştaki merakı neydi? Ulum-u mütenneviayı ilimle tenevvür etmek için okuma, ders verme, anlatmak, çalışmak vs…

Burada merakı değiştiriyor bu ayetten sonra. Bütün bildiği ulum-u mütennevviayı bu çok önemli Kur’an’ın fehmine ve hakikatlarının isbatına  basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur’an bildi ve Kur’an’ın i’caz-ı manevisi ona rehber, mürşid ve üstad oldu diye söylüyor bize burada.Şimdi burada çıkardığımız bir sonuç olabilir. Demek ki üstad ilimleri veya bugünkü tabiriyle bilimleri bilim adına değil eğer tabir yerindeyse Kur’an’ı anlamaya bir vasıta olarak anlamaya çeviriyor dolayısıyla o bilimlerden bahsetmiyor artık ondan sonra. Sadece vasıta olarak kullanmaya başlıyor, bizi yanıltan bu oluyor işte bunu yapmaya çalışıyor bu tecrittir.

Bu tecdit meselesi çok önemli ben Endonezya’ya gittiğimde Şam’dan Şam müftüsü ile Hüsamettin diye biri oradaydı, tanıyor musunuz? İslam hayranıdır o. Dedi ne yapıyorsunuz bir iki isim sordu hatta sizleri de sordu tanıyor musun bunları falan diye. Dedim tanıyorum ama sen Bediüzzaman Said Nursi’yi çalıştın mı? O dedi Bediüzzaman’ı bilmeyen dedi çok kötü olur dedi çünkü asrımızın müceddidio dedi. Müceddidlik özellikleri bunlar çünkü müceddidler kendi zamanalarındaki bütün ilimleri bilir fakat o ilimlerden bahsetmezler.

O ilimleri basamak yapıp kullanırlar veya bahsederse bir amacı vardır onu bahsetmekte mesela Gazali’yi ele aldığımızda Tehavüt’ü ele aldığımızda çünkü onları eleştirmesi lazım ki üstad da yapıyor aynı eleştiriyi, eleştiri yaparken onların amaçlarına girmek zorunda o amaçla kullanabilir. Ama kalkıp da bir fizik kitabı, kimya kitabı, felsefe kitabı yazmazlar bunların amacı müceddidin amacı bu değil. Bir hedefi var o da veraset-i nübüvvet ile gelen ilmi yine veraset-i nübüvvet olarak başka bir hadiste belirtildiği gibi aynen Ben-i İsrail’in peygamberleri gibi o vazifeyi icra ederler.

Bu çok önemli bunu bazen biz anlayamıyoruz. Bu hadisler çok önemli bakıldığı zaman ilişkilendirildiğinde peygamberlik vazifesi üstleniyor müceddidler. Bu söylendiğinde bazen yanlış anlıyorlar. Peygamber dendi bilmem ne. Ben demiyorum ki peygamberimiz diyor peygamber gibidir diye ben söylesem tamam ama peygamberimiz diyor Ben-i İsrail’in peygamberleri gibidirler bunlar.

Peygamberdir demiyor neden çünkü o vazifeyi üstlendiği için bir vazifesi var onun o vazifeyi ifa etmesi lazım. Bu açıdan çok önemli.  Bu babda bir şey sorabilir miyim? Alim-i mürşüd koyun olmalıdır kuş olmamalıdır. Bu babda değerlendirilebilir mi?

Kesinlikle çünkü üstad hazmetmediği bir ilmi anlatmamıştır ve hiçbir ilim adamı da anlatmamalı yani kendisi hazmedecek iyice anlayacak aksi halde öğrenciyi yanıltır. Öğrenci anlayamaz ki hatta dalalete bile sürükleyebilir bu felsefi konular için tabi. Matematikte istediğin kadar hata yap küfre girmezsin fizikte istediğin kadar hata yap mühendislikte hocam öldürebilirsin belki yanlış mühendislikten dolayı bu hayatını kaybeder. Ama felsefe öyle değil hocam.

Felsefede hata yaptığın zaman Allah muhafaza ebedi hayatını kaybediyorsun bu tür konulara girildiğinde o açıdan çok çok dikkatli olmak lazım. Şimdi bu yaklaşımlar bize hakikaten Risale-i Nurların tam anlamıyla yani tabir yerindeyse bu İslamileştirme projesini çizmiş oluyor fakat bu çizgide bütün yaptığı şey zihinleri zihin inşası çünkü nazar çok önemli niyet çok önemli manay-ı harfi çok önemli bunlar sadece zihinde gerçekleştirilebilir ve tabi ki ondan sonra öyle bir şekilde anlatılacak ki hayata geçirilebilsin aynı zamanda.

Onunla ilgili üstadın çok ilginç yaklaşımları var mesela İşarat’ül İ’caz’a baktığımızda başında Kur’an’ı şey yaparken diğer alimler gibi birden tefsire girişmiyor üstad. Mesela çok sistemli bir şekilde Kur’an’ı dört konuya indiriyor üstad. “Tehvid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet” diyor mesela adaler orda muamelatı da temsil ediyor aynı zamanda. Dört önemli konu. Niye çünkü bunu bildiği zaman insan Kur’an’ı anlamasını kolaylaştırıyor bunlar zihnimiz için çok kolay. Demek ki ben Tehvid’i iyi anlarsam Haşri, Nübüvveti Adaleti, Adalet te onların hayata geçirilmesi.

Şimdi bir kimse Muhavvid olmazsa Adil olamaz mümkün değil mutlaka hata yapar. Olur bir yerde adaletli davranır ama başka yerde çok büyük zulme yol açabilir. Demek ki Nübüvvet, Haşir… bunların hepsi Adalete götüren yani uygulamaya götüren şeyler. Bu yüzden zihinleri inşa ederken Risale-i Nur’un takip ettiği değişik projeler var değişik boyutlarda fakat burada çok eskiden beri benim çalışmalarımda da dile getirmeye çalıştığım bir mesele var. Dünya Görüşü meselesi. Çünkü bizim zihnimizde oluşan şey aslında Dünya Görüşümüz o birikim var yani hayata bakış açımız hayatı varlığı anlamlandırmamız kendi benliğimizi idrakimiz bütün bunlar bizim zihnimizde oluşmuş birikimler, bilgi birikimleri hepsine birden bir bütün olarak Dünya Görüşü diyoruz.

Şimdi zihnimizde oluşan, inşa edilen anlayışlar o dünya görüşümüz içerisinde zihniyetler olarak yer alıyor ve her bir zihniyet bizim davranışımıza yansıyor. Her bir zihiniyet şimdi bunu bazen anlayamıyoruz tabi ben bunları bir yerde açıklamaya çalışırken birisi bana dedi ki ya Hocam dedi eğer senin dediğin kadar bizim aklımızın zihnimizin çalışması karmaşıksa biz hiç düşünemeyiz ki. Allah Allah dedim ya sen yemek yediğinde hazmedemiyor musun? Tabi anlamadı orda niye ki dedi.

Dedim şimdi sen Anatomi okusan senin hazmın durur herhalde. O kadar karmaşık ki hazmetmesi. Bak sen bilmediğin halde miden hazmediyor. Yani senin aklının nasıl çalıştığını bilmem şart değil aklın çalışır. Ama bu bizim işimiz yani felsefenin işi aklın nasıl çalıştığını bulup ortaya koymak. Burada aklımızı kullanabiliriz. Cenab-ı Hak burada akla yetki vermiştir. Çünkü Kur’an’da var mesela bakın diyor deve nasıl yaratılmış? Devenin nasıl yaratıldığını anlatmıyor Cenab_ı Hak Kur’an’da bakın diyor nasıl yaratıldı? Çünkü biz incelersek aklımızla devenin nasıl yaratıldığını bulabiliriz.

Cenab-ı Hak o şekilde koymuş vaz etmiş kainata. O yüzden baktığımızda çözebiliriz. Ama mesela bu ifadeler çok ilginçtir Kur’an’da. Sonradan dikkatimi çekti. O da muhakematta bir ifadeden sonra dikkatimi çekti. Kur’an ne zaman Cenab-ı Hak’ın Zatı hakkında konuşşsa çok kesin ifadeler kullanıyor. Hiç söylemiyor bir gök düşünün Allah nasıldır? Çok iyi bilir. Çünkü Allah muhafaza böyle söylese bizi Cenab-ı Hak’ın zatını düşünmeye teşvik eder bu mümkün değil.

Zaten Hadis-i Şerif ne diyor Cenab-ı Hakk’ın efalini düşünün zatını düşünmeyin diyor. Fakat işte efaline geldiği zaman bakın diyor rahmetine nasıl yerden gökten yağmuru indirdi nasıl otları bitirdi nasıl yeşertti şimdi bunlar gibi insan bedenine baktığımız zaman Anatomi biliminde incelendiğinde açıklanabilir ortaya konabilir. Onları alır bunlar için kullanırız zihniyet inşasında. Fakat burada mucize olan birincisi Kur’an’da keşfettim bunu ben Kur’an nazil olurken kullandığı hep bu imiş tabi Cenab-ı insanı yarattığı makineyi çok iyi biliyor. Bildiği için vahiyler hep o şekilde geliyor ve zihnin içinde var olanlar yavaş yavaş boşalıyor hiç farkında değilsin bunun. Şimdi birisi gelse biz ona burada İslam’ı anlatmaya çalışsak bir anda zihnini boşaltıp İslami bilgilerle boşaltamayız. Bu mümkün değil.

Nereden başlayacağız? Bu zihniyetlerden. Peki zihniyetin neresinden başlayacağız? Üstad söylüyor Kur’an’da  Tehvid’den başlayacağız. Ondan sonra Haşir, Nübüvvet. Yani üstadın söylediği iman. İman kalbi harekete geçiriyor, aklı harekete geçiriyor ondan sonra sen düşünüyorsun Cenab-ı Hak varsa ben mesulüm Haşir var öyleyse yapmam gerekenler var. Nedir bunlar? Adalete geçmiş oluyorsun bu sefer. Muamelat meselesine.

Bu tür boyutlarda işte Risale-i Nur da aynı şekilde aynı Kur’ani yöntemi zaten üstad söyledi Kur’an’a yöneldik dedi. Hatta malum işte şeyi incelerken Tevhid-i Kıble et diyor ya. İmam-ı Rabbani Hazretleri tefeülde çıkıyor. Orda onun peşinden gittim başkasının özellikleri daha cazip geldi. Oraya gideyim buraya gideyim.Sonra bütün bu turukların başı nedir diye düşündüğümde Kur’an’dır dedim ve Tevhid-i Kıble ancak Kur’anla mümkün olur dedim ve Kur’an’a yöneldim dediği gibi aynı yöntemi üstad hakikaten olduğu gibi Kur’an’a, Risale-i Nur’lara yansıtmış.

Mesela ben bazen kendi kendime okuduğumda üstad keşke bu felsefi yöntemi kullansaydı da her sistemli felsefede bu çok önemlidir.Ağır ağır bir konuyu anlatma geliştirme ve bir sistem kurma böyle ne kadar büyük bir filozof olduğunu herkes görseydi diyorum. Ama öyle olsaydı büyük bir filozof olamazdı ki. Asıl şimdi daha büyük bir filozof üstad. Çünkü kullandığı yöntemle ha şu olurdu birisi derdi ki ya Nursi’nin bilmem ne teorisini çalışın sen şu teorisini aynen şey gibi Kant’ı çalıştığımız gibi. Peki üstadımızın asıl amacı müceddid  tecdid vazifesi ne olacak? O vazife bunu gerektirmiyor. Onu için diyorlar felsefeyi bilmiyor ilimleri bilmiyor, kelam bilmiyor. Bunu söyleyenler de oldu hatırlarsanız. Kelam bilmiyor diyenler de oldu. Amacı o değil. Ha söyleselerdi bir Faruk Şirazi’nin bilmem ne görüşünü anlat Üstad öyle bir ders verirdi ki onlar dahi anlayamazdı ne olduğunu.

Zeka açısından üstad dahidir bunda hiçbir şüphe yok. Hayatını okuyan herkes bunu bilir. Şimdi dolayısıyla bu zihniyet inşasını Risale-i Nurlar değişik boyutlarda gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu boyutları birkaç tane ben sayayım. Şimdi birincisi bilimsel boyut veya ilmi boyut dediğimiz üstad bunu orda gerçekleştiriyo. İlmi boyutu da gerçekleştirirken demin anlatmaya çalıştığım işte bizim hepimizin okuduğu mesela Sözler’de kan dolaşımını anlatan yeni bir yaklaşım tarzı ifade tarzı getiriyor bilimsel boyuta. O manay-ı harfiye sadece bakışla dönmememiz lazım aynı zamanda ifadeyle de dönmemiz lazım. Geçmiş alimlerin yaptığı gibi.

Geçmişteki İslam bilim geleneğinin çok büyük alimleri Harazmi’den tutun da büyük matematikçi, İbn’ul Heysem optiğin kurucusu daha sonra mesela İbn’ül Nefis kan dolaşımını anlatanlara gelinceye kadar tabi üstad biraz daha işin tebliğ yönünü düşündüğü için tebliğ açısından baktığı için konuya biraz daha fazla bu yöne çekiyor imani boyuta çekerek anlatıyor ama onlar tamamen bilimin sınırları içinde kalarak bunları ifade etmişler. Bu şu demektir.

Bizim zamanımızdaki ilim adamları çok dikkatli olacaklar. Mümkün olduğu kadar Risale-i Nurları çok okuyacaklar ki zihinlerinde o kavramsal yapı oluşsun. O kavramsal yapı oluştuktan sonra yöneldiği zaman kendi ilminde ondan sonra artık ben İslamileştirme yapıyorum demeye gerek yok. O kendiliğinden zaten öyle tezahür edecek. Tezahür olarak yani onun oluşması lazım. Bu ilmi boyutu diyorum ben. Bir de bunun epistomolojik boyutu var ki çok çok önemli.

Epistomolojik boyutu dediğim malum epistomoloji felsefenin bir dalıdır. Bunu ben şimdi artık şöyle ifade ediyorum Bilgi Anatomisi. İnsan aklının anatomisini bizim bilgi sistemimizin anatomisini ortaya koyuyor. Nasıl ki sindirim anatomisi dediğimizde sindirim sisteminin yapısını açıklıyor ise epistomoloji de bizim bilgi sistemimizin anatomisidir. Bu anatomiyi ortaya koymaya çalışıyor.

Buna üstadın getirdiği çok güzel zihni bir yapı var. O yapıda da üstadın bütün yaptığı şey akıl ve kalp irtibatının sağlanması. Orda malum lemaatte çok ilginç ifadeler var. Kalp gözüyle bakılmadığı zaman akıl göremez diyor. Aklın ziyasıdır kalp. Bazı şeylerde de akıl kalbin ziyasıdır. Hangi konularda? İşte demin söylediğim gibi kevni konulara girildiği zaman elbette ki akıl hani vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir.

Mükemmel bir açıklamayla bunu dile getiriyor yani epistomolojik boyutu dile getiriyor. Onu çok işlemiş üstad ve hepimiz bildiğimiz için onu artık daha fazla işlemeye gerek yok. Fakat diğer boyutlar da var mesela psikolojik boyutta zihnin yeniden inşası var. Mesela bunun için benim seçtiğim çok kısa atlaya atlaya okuyayım çünkü hepimizin bildiği şeyler bunlar. Ey dünyaperest insan çok geniş zannettiğin senin dünyan dar bir kabir hükmündedir.

Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde inikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken bir şehir gibi geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman ikisi madum ve gayr-i mevcud oldukları halde birbiri içinde inikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın taraflarını açarlar. Hakikat hayale karışır. Madum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Şimdi burada kullanılan psikoloji zihni yeniden şekillendirmek için bu metaforun tabir yerindeyse teşbihin işlenmesine ihtiyaç var. Tabi bundan sonraki konular daha aslında birçok boyutu var mesela iktisadi boyutu var, iktisadi boyutta zihnin yeniden inşası var. İhlas boyutunda, toplumsal hayata bakan yönleriyle bu tür değişik birçok konularda zihnimizi adeta yeniden şekillendirmiş. Yeniden bütün bakış açımız o şekilde olmuş.

Şöyle bir örnek vereyim ben, şimdi eğer yanlış hatırlamıyorsam ya 88-89 civarlarında böyle bu şekilde bir seminer veriyordum Ankara İlahiyat’ta davet etmişlerdi. Yasin Hoca da dinlemeye gelmişti. Orda olanlardan birisi de onun da sonradan ismini vereyim. Şimdi biz anlattık ben farkında değilim ben bitirdikten sonra ordaki İlahiyattaki hocalardan biri dedi ki Hayret bir şey senin Risale-i Nur’la zihnin tamamen şekillenmiş bütün kullandığın ifadeler hep Said Nursi’nin mi dedi.

Yok dedim ben farkında değilim hiç alıntı yapmadım Risale-i Nur’dan. Sonra dediler çok var dediler sen farkında değilsin. Hatta kullandığın bazı ifadeler Türkçe açısından üstadın Türkçesi malum oraya çok benzerlikler var dedi aşırı etkilenmişsin. Bunun farkında değilsin. Orda Yasin hoca dedi ki ben de çok okudum eskiden böyle anlatırdım. Sonra dediğimiz hoca dedi ki ya sen konuşma dedi. Senin dedi kafandan içeriye girmemiş dedi sen de şekillenme hiçbir şey yok dedi.

Bu dedi farkında bile değil kullandığının çünkü o şekle gelmiş üstad diyor ya dem ve damarlarımıza işlemesi işte zihni şekillenme budur yani. İçselleştirme manasında. Öyle bir ifade kullanmıştı. Yani bu zihni yapının inşası bu açıdan çok önemli. Öyle olacak ki farkında olmayacaksın. FazlüRahman’ın verdiği bir örnek var(Allah rahmet eylesin) dikatini çekmiş.

Diyor ki benim dikkatimi çekti ilk dört halife devrinde nerdeyse bir icraat yapılırken Kur’an ve hadise bir atıfta bulunularak icraat yapılmıyordu. Ta ki Hz. Ömer’in Irak’ı fethinden sonra malum orada araziyi dağıtmadı. Hani fetihte ganimetler dağıtılır ya. Bütün herkes karşı çıktı diyor Hz. Ömer’e sen sünnete karşı geldin diye. Niye kimse delil istemiyor Kur’an ve hadisten çünkü herkesin kafası Kur’an’la sünnetle, hadisle şekillendiği için bir şey söylendiğinde zaten delile gerek yok.

Biliyor şekil o şekildir. Fakat burada bir inhiraf söz konusu. Şimdiye kadar yapılanların dışında yeni bir icraat olunca herkes olmaz diyor. Hz Ömer hemen Kur’an’dan ayet okuyor herkes tamam diyor. İlk defa budur diyor Kur’an’dan getirilen delil. Evet, onun dışında ben hiç rastlamadım diyor. Hiçbir zaman böyle bir şey yoktur çünkü zihinler Kur’an’la şekillendiği için herkes anlıyor senin ağzından bir şey çıktığı an İslami mi, değil mi rahatlıkla biliyor, derhal onu tahkik edebiliyor.

Fakat bundan sonra bu ilerledi diyor herkes daha önceki uygulamaya ters değişik bir uygulama getirdikleri zaman ya Kur’an’dan ya hadisten delil getirmeye mecbur oldular diyor. Böyle bir gelenek oluştu bizde diyor fıkıh geleneği açısından. Bu da çok ilginç yani çünkü zihniyet inşasında bir rolü var bunun bir önemi var o açıdan zikretmek istedim. Hemen bir şey sorabilir miyim?

Üstadımızın kullandığı terminoloji ya da Risale-i Nur dili daha önce kullanılmış işte mesela manay-ı harfi manay-ı ismi gibi çünkü bunlara farklı bir anlam yüklüyor üstad, şimdi ben tarihçe açısından baktığım zaman 1918-1920 arasında bir Ramazan’da üstadın lemaatı yazdığını biliyoruz. Şimdi Lemaat’ı yazan bir alim buradan Risale-i Nur’u çıkarabilir. Güçlü bir alt yapısı varsa ama Lemaat’ın ortaya çıkması farklı bir durum. Özellikle o dönemde gerek felsefenin gerekse yeni bilimlerin Türkçe’ye aktarılmasında terminoloji iddiası diye bir problem var felsefeyi tercüme edeceksiniz ya diğer fiziği kimyayı fakat Üstad’ın kullandığı terminolojiye bir başka yerde rastlamıyoruz.

Yani biz hemen diyebiliriz bu ilhamdır diye ama bunun İslam tarihinde izleri nedir sizce bu konuda? -Manay-ı ismi Manay-ı harfi Mevlana hazretlerine kadar gidiyor. Üstad’dan önce aynı anlamda kullanan o. Burada şuna dikkat etmek lazım Üstad’ın malum İbn-i Sina’ya ilişkin verdiği bir örnek var. Diyor ki hani bizim zamanımızda biz kozmoğrafya ilminden veya astronomi ilminden bir meseleyi getirip zamanımızdaki ilkokul öğrencisiyle İbn-i Sina’yı yan yana getirip sorsak o ilkokul öğrencisi bilir, İbn-i Sina bilemez diyor. Bu İbn-i Sina’ya bir noksanlık getirmez. Çünkü İbn’üzzaman’dır. Bu çok önemli bir örnek dolayısıyla İbn’üzzaman olmayan hiçbir insan yok.

Yani o açıdan mesela hatta bunu çok daha ayrıntılarıyla da işlemek mümkün ama ben burada çok fazla belki tartışmaya yol açar diye fazla girmiyim. Şimdi dolayısıyla Üstad’ın orjinalliği nerede? Her kavramında her kelimesini kendisinin icad etmesi gerekmez. Gerekse zaten o zaman tahrif olur. İslam geleneğinde çünkü sen, kurulmuş bir gelenek var ve bunların hepsi doğru bunların hepsini değiştirmek o zaman tahrif olur tecdid olmaz ki.

O kurulu geleneği alıp bizim zamanımızın fehmine uyguluyor üstad. O fehme yeni bir harita çıkarmak. Üstad’ın bütün orjinalliği burada. Tecdid de zaten budur. Gazali de aynısını yapmış, İmam Rabbani Hazretleri de aynısını yapmış.

Üstad’ın hiç mi yeni tesis ettiği kavramlar yok ? Elbette ki vardır. Araştırıp ortaya koymak mümkün yani bunları. Hangileridir? Şahsen ben böyle bir araştırma yapmadığım için bilemiyorum. -Geçen Hocaefendi’nin %97 si yenidir diye bir açıklaması var. –  İşte %97′si sistem olarak yeni, sistemi kastediyor orada kavramları kastetmiyor. Çünkü kavramları hepimiz biliyoruz yani araştırın bakın İslam Tarihi’ne birçok daha önceki alimler tarafından kullanılmış. Risalelerde geçen mesela cüz-i ihtiyari olsun, kesb, kader, manay-ı ismi, manay-ı harfi, nazar; nazarı bak biz değiştirmişiz anlamını, tahrif etmişiz. Üstad yeniden tesis ediyor bunları….

Alpaslan Açıkgenç : Bir binayı yıkıp yeniden yaparsan o bina olmaz artık.Bitti o,gitti. Ama restore edersen bina yine aynı bina. Sadece kireçleri dökülmüştür, çatlaklar vardır  vs. İşte o ne oldu %90 civarında bir yenilik oldu.

Mustafa Çalışan: Evet  hocam şimdi bir saati ikmal etmiş olduk, geri kalan kısımda soru-cevap ve katkılarla devam edeceğiz.Ana konumuzun dışına çıkmamaya özen göstereceğiz.Ana konumuz “Zihin yapımızın yeniden inşasında Risale-i Nur’un yeri ve rolü” çerçeveli olmaya çalışacağız.Bu çerçevede sorularınızı kendinizi tanıtarak almaya başlayalım.

Mehmet Özdemir(Alibeyköy): Efendim bu manay-ı  ismi, manay-ı  harfi babında şu… şimdi  Bediüzzaman Hz.’leri diyor ki” Siz muallimleri değil okuduğunuz fenleri dinleyiniz.” Fenler bugüne kadar  mana-yı  ismiyi hep işlemiş. Kendisi de o manada bakmış bütün ilimlere bakarken manayı ismiyle bakmış. Fakat  Bediüzzaman Hz.’leri  bir çığır, bir yenilik getirmiş, manayı  harfiyi nazara vermiş. Bu da Risale-i Nur talebelerinin haricinde çok ciddi  üstünde durulan bir şey değil ve biraz önce verdiğiniz misal babında bir biyoloji dersi diyelim,kan dolaşımına manayı harfiyle nasıl bakılır, çok  güzel bir misal.Bunun yanında biz ilim erbabından manayı harfiyle kainata,tabiata siz kainatı daha çok kullanalım , tabiatı az kullanalım   dediniz ama Üstad tabiatı bir hayli kullanmış fakat manayı harfi noktasında kullanmış.

Alparslan Açıkgenç: Hep eleştirirken kullanmış eğer dikkat ederseniz. Mesela Tabiat Risalesi baştan sona kadar eleştiri

Mehmet Özdemir: Yani  kimyacılarımızdan, fizikçilerimizden, astronomicilerimizden manayı harfiyle  bakan veli kimyacılarımızı, veli fizikçilerimizi, mühendislerimizi  ne zaman göreceğiz, bununla ilgili bir çalışma var mı?

Mehmet Fırıncı:”Daha  ziyade Eşari’yi kabul ediyorum” dedi hocam.  Ama Üstadın  mütemadiyen kainat tefekküründe aklı kullanarak yani sürekli o noktayı nazara vermesi biraz  Maturidi olmuyor mu?

Alparslan Açıkgenç: Orda yine Üstad Kur’anda ki mesela “Görmezmisiniz ki deveyi nasıl yarattı.”Burda aklı kullanmak lazım. Dolayısıyla kainatı incelemede tamamıyla akılcıdır Üstad. Yani tamamıyla Maturidi. Ama o noktayı Eşari de kabul ediyor. Hepsi hemfikirler orda. Şimdi şöyle, Kur’anda  13 yerde geçiyor “Alimun gaybi veşşehade” tabiri. Orda iki alem ayrımı var. Gayp ve şehadet alemleri. Gayp aleminde akıl geçersiz, aklı hiçbir şekilde kullanamıyoruz. Yani bilgi elde etmede kullanamıyoruz. Fakat gayp hakkında Kur’an bize bilgi verirse aklımızla idrak ediyoruz onu. Yine aklı kullanmak zorundayız. Niyazi Hocam onu açıklarken çok güzel bir şey söylemişti. Yani makul akılla anlatılırken, Kur’an anlattığı zaman Cenab-ı Hakkın zatını” böyle bir şey olurmu? Biz anlamadık “demiyoruz.

Aklımız mükemmel anlıyor, kavrıyor. Ama kendi başına hareket etse onları bulup çıkaramaz. Mutlaka hata yapar. Fakat şehadet alemine geldiğimizde akıl serbest. Cenab-ı Hak serbest bırakmış. Yani istediğin kadar akılcı olabilirsin. Rasyonalist olabilirsin. Hiç bir beis yok. Nedeni ise demin verdiğim örnekte olduğu gibi biz fizikte hata yaparsak küfre girmeyiz. Ama içtihat dolayısıyla bir sevap kazanırız yanlış yaparsak. Ama doğru bulduğumuzda iki sevap var. Fizik, mühendislik ilimlerinde böyle. Fakat ben İbn-i Arabi’de bir şey yakaladım, gayp ve şehadet ayrımında karşınıza çıkan sorunlar vardı. Ben diyorum ki Allahu alem  gaypla şehadet ortasında bir alem daha olması lazım. Alem-i misal. Üstad çok kulanıyor bunu. Fakat Kur’an’da delilini bulamıyordum. Allah razı olsun İbn-i Arabi onu bize gösterdi. Bu konu onun sahası zaten.  Kur’an da Cebab-ı  Hakta atıfta bulunarak  “ma fis semavati  ve ma fil ardi vema  beynehüma” .Ard,  şehadet alemi. Sema,  gayp alemi. Ve ma beynehüma , gaypla şehadet arasındaki alem-i misal.Alem-i misali de bir derece bilebiliyoruz aklımızla.Ben onu keşfettim Risale-i Nur’da .Risale-i Nur  bu epistemolojik boyutu işliyor. Üstadın tenteneli perde temsili müthiş bir temsil.

Faris Kaya: Üstad  Mirac Risalesinde “Esma Berzahı” ifadesini kullanıyor.

Mehmet Fırıncı: Akıl ve kalp ilişkisi arasında Sungur Abi’ den dinlediğim bir hatırayı anlatmak istiyorum. Üstad Hz.’ leri Barla’ da bir konuyu müzakere ederken  “akıl kalbin himayesinde kalp aklın nezaretinde olarak hakikate gitmektir”. Kalp manevi olduğu için hudutsuz  gidebiliyor. Akıl ona nezaret etmesi lazım. Akıl burada ilerisi senin değil, ileri gidemezsin diyor. Yani aklın nezaret etmesi lazım.Ama akıl da kendi başına gidemediği için onu da kalbin himaye etmesi lazım.

Alparslan Açıkgenç: Üstad Lemaat’da “Nur-u akıl kalpten gelir. Zulmetli münevverler bu sözü bilmelidir. Ziya-ı kalpsiz olmaz nur-u fikir münevver.O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir. Zulüm ve cehil fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmeti müzevver.

Niyazi Beki “: Akıl için, nur; kalp için ziya kullanılıyor. Ziya güneş ışığı için kullanılır, fizikseldir. Akıl ay için kullanılıyor. Yani ışığını başka yerden alan. Kur’an da “Cebrail vahyi senin kalbine koydu” deniyor. Dolayısıyla kalp bir ışık kaynağıdır.Akıl o ışıktan nurunu alırsa münevver olur.Kalp güneştir, akıl aydır.

Dr. Şaban Bey : Manevi ilimlerde bilginin kaynağı İlahidir. Üstadın maddi meselelerde de bilgiye bakış açısı ile ilgili aklıma gelen yerleri  sıraladım. Üstad diyor ki hakikat-i eşya tecelli-i esmadır . Yani kainatın tamamı esmanın tecellisinden ibarettir. Yani kainatın kendisi ilahi kaynaklı bir varlıktır. İrade sıfatından gelen hitabı kitab-ı kebir-i kainat şeklinde tecelli ettiğinden  bahsediyor. Kelam sıfatından  gelen hitabı Kur’an ve Semavi kitaplar şeklinde hitap çiçekleri açtığından bahsediyor. Kitap bilginin sistematize  şekilde takdim edildiği bir eser anlamında bahsediliyor. Yani kitab-ı kebir-i kainat derken  kainatın mana ifade eden bir kitaptan ibaret olduğu bahsediliyor. Yani kainat Cenab-ı Hakkın bir eseri ve sanatı, Kur’an hitabıdır. Kur’an da ne söylemişse kainatta onu yapmış. Kainatta ne yapmışsa Kur’an da onu söylemiş. Kainat adeta mücessem bir Kur’andır. Üstad  bilgiyi ifade ederken  akl-ı beşer  fenn-i  hikmet kütüphanesini, yani bilginin tamamını ondan aldı ve ona göre yazdı. Maddi ilimlerin ve fenlerin tamamı  kainata dayalı olduğu için Üstad bilgiye İslam dışı bir manavyüklemiyor.

Alparslan  Açıkgenç: Üstadın, “ dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadan  ibarettir “ sözü buna delil gösterilebilir. Yani İslami olmayan bir şeye biz bilgi demiyoruz,safsata diyoruz. Bütün kainat mücessem bir Kur’andır. İbn-i Arabi ‘kün fe yekün’ emrinden dolayı,mademki  Cenab-ı Hakkın yaratması kelam iledir, bütün kainat bir kelamdır diyor. O kelam da Esma-i Hüsna’dır. Dolayısıyla her eşyanın hakikati Esma-i Hüsna’ ya dayanır. Ondan sonra da ‘ la mevcude illa hu ‘ diyor . Çünkü maddeyi reddediyor. Düştüğü hata tamamıyla kalp yoluyla  gitmesi .  İbn-i  Arab-i 3 kitaptan bahsediyor. İnsan kitabı, kainat kitabı, kelam kitabı ki Kur’an .Bu üçlü içinde tasvir etmeye çalışıyor. Çok fazla kalbi gittiği için hayali kalıyor bunlar. Üstad bunu doğrudan kainata uyguluyor sürekli olarak. Çünkü kainattan tabiyyuna düşmek de mümkün. Çünkü hep yok saya saya gittiği için mesela panteizme düşebilir.Ama sürekli kainatla irtibatlı şekilde anlatınca akıl ve kalbin bütünleşmesi oluyor bir nevi.

Murat Kaykan:Tabiat kelimesinin Üstad tarafından da çokça kullanılmasını nasıl anlamak lazım? Mevcudatı varlık olarak yorumlamak ne kadar doğru?

Alparslan  Açıkgenç: Tabiat Risalesi’nin  dışında tabiat kelimesini kaç defa kullanmış acaba Üstad? Her kullandığı yerde eleştirmek için kullanmış. Çünkü ezhana vermek istemiyor. Zihinlere yerleşmemesini istiyor. Tabiat kelimesinde negatif yük var her zaman. Tabiat şu değil, hakim değil, kanun değil , nizam değil ,fail değil, tabiat bataklığı. Hep menfi bir mana oluşturuyor tabiat kelimesi. Nasıl kurtulurum  bu fikirden  diye düşünürken ‘emr-i kün fe yekün’ aklıma geldi. Risaleler’ deki ıstılahat ile zihnimiz şekillenirse kurtuluruz. Çünkü Üstadın kullandığı İslam bilim geleneğinin ıstılahıdır.

Abdussamed Demir: ‘Tabiat bir sanatı ilahidir’ ifadesi olumsuz bir ifade değil, bunu nasıl anlamak lazım? Tabiata bizatihi olumsuz bir atıfta bulunmuyor.

Karahasan Abi: Alemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi belağatın en makbul bir prensibidir. Zira kainatın alem ile tesmiyesi Kainatın Sani’ ine olan delaleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh  kainatın uzuvları da  Sani’ine olan delaletleri, şehadetleri  için birer alem olmaları icab eder. Öyleyse Saniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sanii ilam etmesinden anlaşılır ki o uzuvlar birer hayy, birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh bu cemde kavaide muhalefet yoktur. Alem tabirinin dışındaki tabirler bu manayı vermez.

Alparslan Açıkgenç: Alemle kainat kavramları arasında fark var. Alem kelimesi tamamen ontolojiktir, kainat kelimesi de kozmolojiktir. Yani aralarında anlam farkı var,dikkat etmek lazım.

Karahasan Abi: Akıl tamamen serbesttir dediniz az  önce. Felsefi sorgulama tarzında sorduğumuz zaman filozoflardan farkımız kalmıyor. Üstad onu sınırlamak için diyor ki bir yerde ‘hakaik-i imaniye, muhkemat-ı Kur’aniye ve Sünnet’i Seniyye’yi rehber yap. Bu şartla tamamen serbest olabilir. Üstad diyor ki eneyi tarif ederken ‘alemde ki tabiate benzersiniz. İkiniz hayrı kabul etmek (yani hem ene hem tabiat)  şerre merci olmak için yaratılmışsınız.Fakat bir tesiriniz var, o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebep olmanızdır.’ Bu insanın enesinde şöyle oluyor  benim anladığım kadarıyla: Düşman bizi kuşatmış mesela. Çare düşünüyoruz nasıl kurtuluruz diye. En çok aczini idrak eden birine Cenab-ı Hak ilham ediyor. Onun önüne iki yol açılıyor. Birinci yol,’ Cenab-ı Hak benim kalbime ilham etti ki, şöyle  yapsak kurtuluruz’. İkinci yol ayak ayak üstüne atıp, ‘efendim benim fikrim’ diye başlayıp…(bunun innemâ ûtîtuhu alâ ilminden bir farkı yok) Bu hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemektir. Madem senin fikrindi,biraz önce nerdeydi? Nurun İlk Kapısında da diyor ki ‘malına sahip çık’. Sen şerri istiyorsun, sonra hayır olunca sahip olmaya çalışıyorsun. Halbuki o senin değil. Malı olmayan şeye sahip olma şerrini işliyor. Fakat tabiat bunu nasıl yapıyor , onu sizden öğrenmek istiyorum.’Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Deha dimağda işler,kalbide karıştırır; Hüda kalpte işler,aklıda çalıştırır.’ Tabiat hayr-ı mutlaktan gelen hayrı kabul etmeyip şerre sebep olmayı nasıl yapıyor?

Alparslan Açıkgenç: Aynen ene de olduğu gibi kendine ait olmayanı kendine ait olarak kabul etmesi.O da failiyyet sırrı. Cenab-ı Hakka ait olan bir şeyi kendi üzerine  almasıyla o şerri işlemiş oluyor. Onun temsilcisi filozoflar, tabiiyyunlar olur. Felsefede tabiat ile ilgili meseleler bilinirse bunlar daha açık anlaşılır. Batılı tasvir etmek de güzel gelmiyor bana. Ruhumu bunaltıyor. Batı felsefesinde tamamen hakim tabiat kelimesi. Çünkü önlerinde vahiyle gelmiş bir ıstılah yok.

Faris Kaya: Hocam çok teşekkür ederiz.Çok noktalara dokundunuz ama hiçbir şey anlatmadınız yada ben anlamadım. Fırıncı Abi zaman sınırı olmasın dedi.                                                                                                                                                                                                                   Alparslan Açıkgenç: Konun  bütün boyutlarını anlatabilmem için daha fazla zaman gerekli. İnşallah ileride onlarıda yaparız.

Faris Kaya: Her hafta bir gün mü koysak bu konuları konuşmak için? İki haftada bir de olabilir, Fırıncı Abi’ye sormak istiyorum. İlk defa  bu akşam duydum, 1316’da diyor Üstad. 1316, 1900’e karşılık geliyor. Halbuki Üstadın Eski Said’den Yeni Said’e geçişi; İstanbul’a gelişi 1907 ve burada sukut-u hayale uğruyor, Şam’da da benzer şeyleri yaşıyor. Sonra İstanbul’la ilgili ağır sözler söylüyor  ve dönüyor. Aslında o dönüşle Üstad bir dönüşe başlıyor. Sonra Volga Nehri’nin kenarındaki intibahı ruhi diyor Üstad. Bu olay 1916-1917 yılları. Arada 15-16 sene var.

Karahasan Abi: İlavesi var onun. Şöyle diyor Üstad ‘sonra o merak yine yattı, uyudu ta ki 1.Harbi Umumi’nin tarraka ve gürültüsüyle tekrar uyandı.’

Faris Kaya: Medresetüz-zehra  fikrinin şimşekleri o zaman çakıyor. Yani İslam dünyası bu işin altından kalkamaz diyor. Dediği de batıdan gelen tabiat küfr-ü fikrisi. Bu hasr etme meselesi çok mühim. Bununla ilgili terimler hakkında sizden bir konuşma daha istesek.  Üstad siyasal İslam veya İslam adına siyasete girmeyi de öyle söylüyor. Girersiniz, bir yanlış yaparsanız bütün yanlışlarınız İslama maledilir. İslam Üniversitesi, bilginin İslamileştirilmesi, İslam ekonomisi, İslam iktisadiyeti v.s. bunları dinlememiz lazım sizden. İkincisi de tabiat ve benzeri kavramlar var. Bunlar çok önemli ve bunlar üzerine bir konuşma olabilir. Bu akşam tabiri caizse kafamızı karıştırdınız. Yani Üstad onu yerden yere vuruyor ama biz onu kullanmış diyoruz.

Alparslan Açıkgenç: Ben kullanmıyorum, siz de kullanmayın. Ben doğa bilimleri demiyorum, kevni ilimler diyorum. Anlamayan öğrencime git babana sor diyorum.

Faris Kaya: Said Nursi felsefe okumamış veya felsefe bilmiyor deniyor. Üstadın felsefe yapmadığını ama en azından davasının gerektirdiği alanda bildiğini ve biraz önce söylediğiniz müceddidin özelliklerini de sizden dinlememiz lazım. Said Nursi felsefeci değil, bir İslam müceddidi, felsefeyi böyle kullanırın izahını istiyoruz.

Alparslan Açıkgenç: İslam geleneğinde meratip var.’ Kulli şey’in ala meratibihim’ meselesi. Bunu batı diline çevirirken hiyerarşi diyorlar. Mertebeyi hiyerarşi olarak çeviriyorlar. Bu mertebelerden iki tanesi çok mühimdir. Biri ‘meratibul vücut’ ki Üstad bunu risalelerde çok güzel işlemiştir. Felsefe bilmiyor diyenlere en güçlü bir ontoloji. Felsefenin  temel  problemi.  Çok güçlü bir ontoloji var. Bu kelimeleri kullanınca onlar anlıyor, ben meratibul vücud demek istiyorum. Biz kendi tabirlerimizi kullandığımız, onlarda bizim tabirlerimizi bilmediği için bizi felsefe bilmiyor diyorlar. Bir de meratibul ilim var. Bunlar birbirine pareleldir. Çünkü bilgi var olan bir şeyin bilgisidir. Var olan da vücut olduğuna göre vücutta bir meratip varsa otomatik olarak ilimde de bir meratip olması lazım. Bu meratibi iki açıdan çıkarabiliriz. Birincisi kevni ilimler açısından. İkincisi gabya dair ilimlere geçtiğimiz zaman bir meratip söz konusu yine. Onu kendi kafamızdan çıkaramayız. Orda Kur’an ve hadise müracat etmemiz lazım. Kur’anı çok iyi inceliyeceğiz ki ordaki  meratip bize görünsün. Burdan  bakıldığında ilimde çok önemli iki meratip var. Birincisi mertebeyi nübüvvet. Bu sadece vahiyle gelen ilimdir. Peygamberlere gelir. Başka kimseye gelmez. İkincisi de Üstadın da söylediği  veraseti nübüvvetle gelen  mertebe-i ilim peygamberden devralarak, varis olarak gelir. Bir kimseye varis isek birkaç açıdan varis olduğumuz şahsa benzeriz. Mesela genetik açıdan. Birisi peygambere varis olmuşsa her açıdan ona benzemesi lazım. İlmiyle, ahlakıyla , yaşantısıyla, ibadetiyle, insanlara örnek olması,her yönüyle  bunu yansıtması lazım. Bu mücedditliğin en başta gelen özellikleridir. Mesela Peygamberimiz(s.a.v.)  ilim miras bırakır,mal-mülk miras bırakmazlar. Hani malum tartışma var. Efendimiz(s.a.v.) vefat ettiğinde geriye bıraktığı bazı terekeleri,  Hz. Ebubekir (r.a.)  Hz. Fatıma’ya(r.a.) vermedi, bu hadise dayanarak. Çünkü hadis öyle diyor miras bırakmaz diyor. Miras bırakmadığı için kusura bakmayın size bir şey yok diyor. Hz. Fatıma şaşırıyor buna ama doğru,babası öyle söylemiş. Sadece ilim miras bırakır, o ilmede sen varis değilsin. Ona layık olanlar sadece varis olabilir, onu miras olarak devralır. Şimdi böyle olunca Peygambere(s.a.v.)  varis olan biri geride ilim miras bırakır, mal-mülk miras bırakmaz. Örnek, Üstad bize ne miras bıraktı, ilim. Mal-mülk bırakmadı.

Mehmet Fırıncı: Allah rahmet etsin Hüseyin kardeş , bir de hapishaneyi bıraktı derdi.

Alparslan Açıkgenç: Nasıl ki Hz. Ayşe’ye(r.a.) sorduklarında bize anlat dediklerinde , işte Kur’an, Kur’ana  bakın anlayın diyordu ya Efendimizi(s.a.v.). Üstadı anlamak için de Kur’ana bakmak lazım. Çünkü varis olduğu için, varisin bütün özellikleri Kur’an da. Bunları bizim ilim adamlar niyeyse hiç çalışmıyorlar. İlahiyatlarda anlatsam çok karşı çıkarlardı buna. Bu konuda uluslar arası bir makale de yazdım. Peygamberlere gelen ilme vahiy denir. Biz insan olduğumuz için bir meseleyi anlatırken isimler kullanıyoruz. Çok ilginç Cenab-ı  Hak’ da Hz. Adem’e isimleri öğretti. Demek ki bilgi bizde isimle mümkün. İsim vermemiz lazım. Peygamberlere gelen en yüksek ilme, bilgiye vahiy dediğimiz gibi  Üstadın ilmine vahiy diyemeyiz, çünkü vahiy değil ama kesbi de değil. Çünkü peygambere  benzemesi lazım. Kesbi olursa müceddid olamaz. Müceddidin ilmi vehbidir kesinlikle. İlham ve sünahattır diyor Üstad. Risale-i Nur ilham ve istihraçtır. İlham kısmı mesela otur kardeşim ,yaz kardeşim diyor. Altına subhaneke la ilmelena diyor. İstihraç kısmı da, soru soruyorlar ağabeyler, tuluat-ı kalbiye tevakkuf etmiş, hafıza kamçısı kırılmış fakat büsbütün cevapsız  kalmamak için derim ki… Altına Said Nursi diyor. Buna istihraç, öbürüne ilham gibi örneklendirebiliriz. Ben buna Tebliğ İlmi ismini taktım. Veraseti nübüvvetle vahiyden veraset olarak alınmış vehbi ilme Tebliğ İlmi denir. Mübelliğ olduğu için. Bütün mücedditler de mübelliğdir. Her müslümanın  mübelliğ olması lazım, bunu taklit etmesi lazım. Üçüncü mertebeyi ilimde bizim gibi zahiri ilimlere talip olan kimseler. Dolayısıyla ben varis değilim, benim ilmim veraseti nübüvvetle gelmiyor. Kesbi olduğu için ben ancak Üstattan tevarüs edebilirim ama veraseti nübüvvete talip olamam. Dolayısıyla her alim varis değildir. Biz buna varis olsak büyük bir şeref bizim için. Her müslümanın üzerine farzdır bu üçüncü mertebeyi ilim. Şahid- meşhud meselesi. Ayet-i Kerime de ‘millete ebikum İbrahim hüve semmakümül  müslimine min kablu ve fi haza li yekuner resulu şehiden aleykum ve tekunu şuhedae alen nas. Siz de insanlara şahit olun diyor. Peygamber sizlere şahit, siz de insanlara şahit olun. Orda mübelliğlikteki şehadetin önemini dile getirmiş oluyor. Böyle bir meratibi ilim var.

Mehmet Fırıncı: Tenzili üstad manası asrı saadette doğrudan Kitab-ı Mübinin nüzulü olmakla , fakat ondan sonra da Kur’anı  Azimüşşanın arşı manevisinden nüzul eden manalar şeklinde ifade ediyor Üstad. Ayetül Kübra’da da ‘vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar’ diye tabir ediyor.

Abdussamed Demir“: İlhamda arıza olabilir mi? Bir bilginin ilham veya sünuhat olması onu eleştiriden muaf hale getirebilir mi?  Muhyiddin-i Arabi kendi kitaplarından biri için diyor ki bu kitabı he bir cümlesi ‘imla-i İlahi’ ile yazılmıştır. Bu onu eleştiriden muaf hale getirir mi?

Alparslan Açıkgenç: Bu çok yönlü bir soru.Bunu cevaplamam için süre yetmez. Epistemolojik yönlerine  girmem lazım.Eleştirilebilir,hangi yönlerden; eleştirilemez,hangi yönlerden;hem eleştirilir hem eleştirilemez, hangi yönlerden ele alınması lazım. Bir insan bunu okur eleştirir, inanmaz, yaklaşımı farklıdır. Zaten eleştirilmezse cüz-i ihtiyarisi elinden alınmış olur. Ben kendi açımdan baktığım zaman eleştirilemez diyorum. Çünkü nazar aynı, niyet aynı,algılamam aynı, niye eleştireyim ki? Hakikati eleştiremezsin ki. Okuyup anlamayınca da eleştirebilir. Molla Hamit abinin anlattığı bir Molla Resul abi hatırası var. Aşırı derece de itiraz edermiş derslerde Üstad anlatı, o itiraz edermiş. Benim kardeşimin kafası  taştır,bunu kimse küfre sokamaz.

Yunus Çengel: Hocam Allah razı olsun bayağı bir açılım oldu. Sadece bir hassasiyet konusunda bir fikir ayrılığım oldu. ‘Tabiat’ a biraz zulmedildi burada. Kelimelerin ifade ettiği manalar nazarla çok alakalı. Biz ne mana yüklersek onu yansıtır. Tabiat felsefi olarak çok olumsuz bir kelimedir. Fakat bir kişi düşünün ki fikri felsefe ile hiç karışmamış. O kişi tabiatı bir arşı İlahi olarak görür. Allah’ın isimlerinin yansıması olarak görür ve zerre kadar da zarar etmez. Üstad tabiat için matbaat-ı ilahiye tabirini bile kullanıyor. Yani İlahi bir matbaa. Bu nazar meselesi. Bu konuda sizden fikir ayrılığım olsun. Tabiat kelimesi illede olumsuz değildir, olumlu olabilir. İslami ilimler konusunu da iyi bir perspektife yerleştirdiniz. Bilimlerin İslamileştirilmesi ters geliyor  çünkü zaten her şey İslami. Ben tavuk değilim diye bir levha asmama gerek yok benim. Şüphem yok. Bu bana abes geliyor. “Bize Allah’tan bahset, öğretmenlerimiz bahsetmiyorlar” diyen öğrencilere Üstad fenleri dinleyin diyor. Ders kitaplarında Allah kelimesi geçmiyor.  O kitaplara objektif bakarsanız Allah kelimesi geçmese bile o kitap bir ilahiyet kitabıdır. Bu yüzden her cümlenin sonuna bunu Allah yaptı diye yazmaya gerek yok. Bunu biz zihnen söyleriz. Bu kelime mahsurlu olur. Çünkü  ayrışım olur birlik gider. Şu anda gözleme dayalı bilimlerde birlik var. Biz bunu tevhid için kullanırız, ötekiler bu vechini görmek istemezler. Ama onlar çalıştıkça bizim imanımız artıyor .  Sonra  maddi ilimler gözlemlerle alakalı, maddi olmayan ilimler illa da doğru ilimler diyemeyiz. Mesela vahye dayalı ilimler doğrudur ama maddi olmayan ve safsataya dayanan felsefe gibi ilimler de vardır. Bu yüzden bozuk ilimleri maddiyata “   ?

“Belki biraz avukat gibi müdafaa ediyoruz ama bu bozukluk her sahada olabilir. Siz felsefede ilerlediniz, biz diğer ilimlere ağırlık verdik. Risale-i Nur adeta bizim yediğimiz kötü şeyleri bir bakıma gideriyor. Kötü fikirleri temizliyor. Risale-i Nur sayesinde görüşümüz düzeliyor. Bu zihinsel bir formasyon oluyor. Bu da bizi çok vartadan kurtarıyor. Siz ileride dünya çapında bir felsefe kitabı yazacak olsanız bu nasıl bir kitap olurdu?

Alparslan Açıkgenç: Tarihte İslam Bilimleri adlı iki ciltlik bir kitabım çıkacak İngilizce olarak yakında.

Ahmet Tanyel: “Ben nasıl Tabiatı icat itibariyle inkar ediyorum ve Risale-i Nur bunu kati ispat etmiş, öylede beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevkeden iktidarı da tabiat gibi inkar ediyorum. Yalnız beşerin duası bir fiili dua nevinde samimi bir ihtiyaç ile cüzi kesbi bir makbul dua hükmüne geçer. Bunu da Cenab-ı Hak kabul eder. Keşfiyyat namındaki beşere lazım olan harikaları ihsan eder diye kati delillerle ilmi usuluddinin uleması kader ve cüzi ihtiyari bahsinde isbat ettikleri gibi bende aynelyakin derecesinde kati kanaatle feyzi Kur’aniyle Risale-i  Nurun  hüccetleriyle evvela kendi nefsimde…

Alparslan Açıkgenç: Hocam Tabiat kelimesinin o anlamda kullanılmasında bir sakınca yok. Tabiat kelimesine 3000 yıldır yüklenmiş çok menfi manalar var. O anlamların hepsini temizlemek çok zor. Benim şahsi kanaatim Müslümanlar uzak duracak bu kelimeden. Benim çok zoruma gitti kendime söylediğimde fakat şimdi kullanmıyorum. Böyle menfi birkaç kelime daha var. Tabiat kelimesindeki menfi manaları anlatmakla bitmez. Örnekleri seçip getirmem lazım size. Dediğiniz gibi felsefe safsatayla dolu hakikaten. Bütün hepsini nasıl temizliyim ben. Yeni bir felsefe inşası gerekiyor. Ben doktoradan beri bütün gayemi bu bildim.

Safa Mürsel: Hocama çok teşekkür ederim. Risale-i Nur’a günlük hayatımızda biraz şarj malzemesi olarak bakıyoruz. Aklımızı, kalbimizi duygularımızı temizleme vesilesi gibi görüyoruz. Bu belki kişisel olarak doğru. Risale-i Nur’un bir bütün halinde misyonuna baktığımız zaman bir dünya görüşü tesis etmek temel amaçlarından biridir. Bunu yaparken alaküllihal kendine ait kavramları da getirmesi lazımdır. Onu getiremezse eksik olur. Yaratma kavramını sadece yaratma olarak kullanıyoruz. Girin bakalım Risale-i Nur’da kaç tane yaratma kavramı var, nüanslarıyla. Kendinizi ifade edebilmeniz için öncelikle böyle bir dil zenginliğine oturmanız lazım. Risale-i Nur öncelikle böyle bir dil zenginliğiyle bizi tefekkür dünyasına çağırıyor. Risale-i Nur’a yabancı olduğu halde okuyup anlayan insanların onun önünde teslim olmasının en önemli sebebi o dildeki fıtriliğe olan ilgidir. Biz kevni olayları veya kişisel olayları, psikolojik olayları, kainatta yaşadığımız olayları dar dairede veya umumi dairede izah ederken Risale-i Nur’dan aldığımız dersle bu fikir bize yetiyor, yetmesi gerekiyor. Biz böyle görürsek hakikaten Risale- Nur’un alternatif düşüncelere karşı bir üstünlüğü olduğunu söyleyebiliriz. Aksi halde gider felsefeden eksiklerimizi tamamlarız.  Üstat bu konuları nasıl işlemiş. Bir adamın veya felsefenin eleştirisi yapılacaksa bunu kategorik yapmak gerekir . Kant akıl hakkında ne demiş, Hegel ne demiş bu konuda tek tek incelenmesi lazım. “Silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri  ve o silsilenin dahileri olan Aristo, Eflatun, İbn-i Sina ,Farabi gibi adamlar insaniyeti gayatü-l gayatı teşebbühü bi’l- vaciptir, yani Vacibu-l Vücuda benzemektir deyip Firavunane bir hüküm vermişler. Enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak esbapperest, sanemperest, tabiatperest , nücumperest gibi şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında  münderiç  olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç , naks ve kusur kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu setretmişler. Tabiata  saplanıp, şirkten çıkamayıp şükrün geniş kapısını bulamamışlar.”  Felsefeye bundan daha büyük bir eleştiri nasıl getirilebilir. Akli düşünceyi esas alan bütün  sıksanız damlayacak  görüşleri   budur. Üstadın  dilini, üslubunu yadırgayanların  göremedikleri , Şerif Mardin’in dediği gibi bu soyut bir üslup. Kategorik, akademik bir üslup değil. Zaten tesiri de bu üslubundan geliyor. Yani temas etmediği hiçbir konu yok, hayatta çözüm arayıpta bulamadığımız bir konu yok. Bu kendi içinde yeterliliği olan bir dünya görüşü olduğunu gösterir. Böyle bir konuyu müzakere etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

Alparslan  Açıkgenç: Bunların hiç biri Talikat’ı okumamış. Baksınlar felsefe var mı yok mu? Nasıl sistematik bir felsefe var görsünler. İmam- ı Gazali’ yi geride bırakacak şeyler var. Üstadın amacı öyle bir kitap yazmak değil. Tebliğ görevini yerine getirmek. Bu yüzden sistematik bir eleştiriye girmiyor. Üstat kimya kitabı da yazmamış, fizik de bilmiyor, bütün bilimleri sayabiliriz böyle. Niye? ‘Kitap yazmamış çünkü!’ Böyle yanlış bir anlayış olabilir mi? Böyle bir mantık yürütme olabilir mi? Perviz  Morveç İran asıllı felsefe tarihçisi, İslam felsefesini çok iyi bilir. Malezya’ dayken gelmişti . Atlas’ a Molla Sadr  hakkında bir soru sordu. Ben Molla Sadr  uzmanıyım . Ona sorma, o felsefe tarihini iyi bilmez , ben anlatırım sana dedim.  O zaman çok büyük filozof  O dedi, şimdi anladım. Felsefeyi yutmuş, kendisi  felsefe yapıyor dedi. Ondan sonra  ‘mahiyet hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sordu. Atlas’ da anlattı .

Hakan  Albayrak: Amerika’da denizin dibinde bir taş bulunuyor. Taşın içinde bir canlı var ve yaprakla besleniyor. Dar zihinliler bile  buradaki  Rahman sıfatını görüyor, şükrediyor.  Zihinlerin daraldığı bir asırda yaşıyoruz. Dar zihinli insanlara karşı ne yapmamız lazım.

Alparslan Açıkgenç: Hakikati anlatmak lazım.

Karahasan Abi: “Asrı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum,  önemli meseleleri hallettim” dediği Talikat mı?

Alparslan Açıkgenç: Sadece o değil, başka yerler de var ama Üstat eser vermemiş bu konuda.” Bu ilimleri Kur’anın tebliği açısından terk ettim” diyor Üstat. Bence niyeti İbn-i Sina gibi bir felsefi sistem oluşturmaktı. Hatta onları geride bırakacaktı. Fakat Üstat bilimi Kur’ana feda edeceğiz dedi ve felsefeyi tek etti.

Osman Bey: İşaratü-l İcaz’dan verdiğiniz referansta Kur’anın dört gayesi Tevhid, Nübüvvet, Ahiret  ve Adalet olarak  söylediniz. 1960’ larda Türkçe olarak basılan Risale-i Nur’da Üstat ona bir ilave yapmış . Dördüncüsünü iki kısma ayırmış. Adalet ve ibadet  olarak. İbadet orda bir noksanlığı bitiriyor.

Alparslan Açıkgenç: Muamelat kelimesini kullandım o yüzden. İkisini birden içeriyor.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: