Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-1

Bütün asırların hakikati arayan, hayatın manasını ve gayesini sorgulayan, ruhun hakikatini keşfetmeye çalışan insanları tarafından sorulan ortak sorular bulunuyor. Bu makalede bu soruları sıralayarak, soruları din ve bilim bütünlüğü, hakikat ve hikmet ışığı, mantık ve felsefe tutarlılığı içinde cevaplamaya çalışacağım. Sorular şu şekilde:

      Soru 1) Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

          Soru 2) Deniliyor ki: “ Biz dünyaya Cennet’ten geldik. ” Tekrar kabir, Cennet veya Cehenneme varış şeklimiz nereden ve nasıl?

            Soru 3) Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

            Soru 4) Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

            Soru 5) Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

 Soru 1: Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

 Cevap 1) Ruhlar dünyaya ve herhangi bir maddi âleme gelmek zorundadırlar. Çünkü bir şey ya potansiyel haldedir; ya aktif… Gözle görüldüğü üzere hayat, hararetli daimî bir faaliyet ve tahakkuktur. O halde hayatın manevi kaynağı olan ruh, bir potansiyeldir. Potansiyel yapılar, aktif hale geçerek kendilerindeki özellikleri gerçekleştirir ve kemal seviyeye yükselirler. O halde, ruhların kendi kemallerine bir yolculuk mahiyetinde madde ile bir ilişki içine girmeleri savaşçı fıtratlarının ispatı, kendilerinin kendilerine gösterilmesi, kendi hakikatlerini keşfetmeleri, kendilerini yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’u bilebilmeleri için en ideal ve mükemmel haldir. Bu manasıyla maddi hayat ruhun madde ve kudret ile imtihan yaşadığı bir süreçtir. Evet ruhlar, potansiyel yeteneklerini açabilecek bir yere muhtaçtırlar. Bu yer ise, maddi dünyadır. Potansiyelleri açmak ise, nerede olursa olsun imtihan hakikatiyle olur. Eğer bir potansiyel birbirine zıd ve birbirini tamamlayan sayısız hakikatlerle örülmüşse imtihan kaçınılmaz olduğu gibi çetrefilli ve çok boyutlu bir hal de kazanır.

Din ve bilimin ortak tespiti şudur ki: İnsan ruhu mükemmelliğe ayna olabilecek, görünen en büyük potansiyeldir. Bu potansiyel yapı maddi ve manevi, geçici ve sürekli her türlü lezzeti tadabilecek özelliktedir. Maddi ve manevi bütün âlemler bu insan denilen hakikatin önünde bir sofra gibi serilmiştir. İnsanın nefsi, madde âlemiyle beslenirken; akıl ve kalbi manevi âlemlerle beslenir ve doyar.[1] İmtihan realitesiyle, elmas ile kömür, altın ile bakır, temiz ve habis ruhlar ayrışırlar. İmtihan, sözlükte, bir madenin ateşe atılarak toprak ile cevher kısmının ayrıştırılması manasına gelir.

Şuur sahibi ruhların dünya imtihanında ayrışması ilk önce “İlim”de olur. Yani doğruyu bulma ve bilme, eğriyi görme ve öğrenme… İlim zorlu bir yolculuktur. Onda çok meşakkat ateşi vardır. Hanefi mezhebi kurucularından İmam Ebu Yusuf şöyle der: “İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendini tamamen vermezsen o sana yarısını bile vermez.”

İmtihanın ikinci aşaması ise, “İlmi yaşama”da olur. Yani doğruyu yapma (sâlih amel) ve eğriyi yapmama (takva)… Amel ve takva ile o ilim, şuur (bilinç) haline gelir. Dinin kutsal pratikleri, ruhsuz birer ritüel değildir. Bilakis her biri birer manevi metabolizmadır. Hem her biri bilgiyi, bilinç haline yükselten birer mekanizmadır. Bu yolculukla kişinin gittikçe yükselen bir şuuru olur. İnsanlık kalitesi ve keyfiyeti yükselir. Öyle ki her şeydeki hikmetler, güzellikler, manalar ve mükemmellikler ona görünür hale gelir. Yüz bin insanın çözemediği meseleleri kibrit yakma kolaylığında çözer. Bu noktada Arthur Schopenhauer’in Peygamber Efendimiz (ASM) için söylediği şu söz peygamberlerin şuur seviyesi için bir şahitliktir: “Problemleri tereyağından kıl çekme kolaylığında çözen Hz. Muhammed’e dünya ne kadar muhtaçtır!

Ayrışmanın üçüncü aşaması ise, “Hakikati kendine âlet etme” veya “Kendini hakikate hizmetkâr bilme” imtihanıdır. Bu aşama, ahlak boyutudur. İhlas anahtarı ile bu zindandan kurtulmak mümkündür. Allah için bir hakikati yaşayan kişide güzel bir ahlak ve iç ferahlatan bir sima oluşur. Fakat maddi menfaatler için yaşayan kişi, hakikati katleder. Halkın takdir ve beğenisi gibi manevi kazançlar için konuşan ve yaşayan kişi, hakikati kendine kurban eder.

Dikkatle düşünülürse çok net olarak görünür ki: İnsanı değerli kılan hakikattir; insanın kendisi değil… Mesela dürüstlük bir hakikattir. Bu hakikat bir insanın dünyasında olmazsa, o vakit bu kişiden bütün insanların nefret edip kaçtığı düzenbaz ve sahtekâr bir karakter ortaya çıkar. Fakat dürüstlük hakikati kişinin bütün benliğini sarıp kuşatsa o vakit o kişi herkesin aşk derecesinde sevdiği ve hayran olduğu bir şahsiyeti sergiler. Sevilen acaba nedir? İnsan mı yoksa dürüstlük hakikati mi? Bu sorunun cevabı çok kesin ve nettir: Elbette ki dürüstlük…

Diğer hakikatleri de aynı şekilde ele alırsak görürüz ki, insan bir kandildir. Hakikat ise, o kandildeki zeytinyağıdır. İnsanın şuuru ise, fitildir. Meşakkat, sıkıntı ve gayretler ise bu kandili yakan kutsal ateşlerdir. Ahlak ise, bu kandilden yayılan İlâhî nurdur.

Bu 3 aşamayı geçen kişilere Kur’an “Muhlâs” (bütün bağlardan kurtarılmış kişi) diyor.[2] Bir ruh için, zirve nokta burasıdır. Allah’ın Resulü (ASM) bir hadisle bu 3 aşamayı bildirir: “İnsanların geneli maddi kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; âlimler hariç… Âlimlerin çoğu da aklî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ilmini yaşayanlar hariç… İlmini yaşayanların çoğu da kalbî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ihlas sahipleri hariç… Onlar ise her an manevi büyük tehlikeler ile karşı karşıyadırlar.[3]

 Soru 2: Deniliyor ki: “Biz cennetten geldik, dünyaya…” Tekrar kabir, cennet veya cehenneme geliş şeklimiz nereden ve nasıl?

 Cevap 2) Ruhlar âlemi, Cennet değildir. Cennet, ruh ile bedenin birleşik olduğu bir dünyadır. O yüzden ruhlar âlemi, Cennet olamaz. Fakat ruhlar âlemi, Cennet gibi güzel manevi bir âlemdir. Ruhlar âlemi, berzah âlemine verilen isimdir. O âlemle, yaşadığımız âlem arasında misal âlemi bulunuyor. Orası da temiz ruhlar için dünyadan daha güzel bir âlemdir. Misal âlemi ile bu âlem arasında rüya âlemi var. Orası da temiz ruhlar için bu dünyadan daha güzeldir.

İnsan uyuyunca rüya âlemine girer. Rüya içinde rüya görürse misal âlemine girer. Lucid rüyalar gibi… Onun içinde de uyursa, berzah ve ruhlar âlemine girecektir. Uyku, ruhun madde ile bağının incelmesidir. Ölüm ise, bu bağın tamamen kopmasıdır. Uyku derinleştikçe, ruh özgürleşir. Berzah âlemine varan bir uyku, tam bir ölüm konumudur. Uykusunda Cennet’e girmek ise, ruhun bütün bağlardan sıyrılması ve kurtulmasıdır. Meselenin hakikatine vâkıf olan Hz. Peygamber (ASM), “Uyku, ölümün küçük kardeşidir”[4] diyerek bu sırrı açar. Hz. Peygamber’in (ASM) hocası olan Kur’an ise, uykuda ruhun kabzedildiğini, eğer kişi uykusunda ölecekse ruhun geri verilmediğini, eğer ölmesi sonra olacaksa tekrar beden ile bağının kurulduğunu belirtir.[5] Evet, Allah’ın dostları uykuda doğrudan misal âlemine girerler. Seviyeleri daha da yüksek olan peygamberler ise uykusunda misal, berzah ve Âhiret âlemlerine girerler. Birçok hadis-i şerif der ki: “Bu gece cennete girdim.[6]

Elhâsıl imtihan sürecini reddedenler maddi dünyaya odaklanır ve Âhirete karşı kör olurlar. Tek gözlü deccâl gibi… Maddi âleme odaklanan kişi, ruhlar âlemine karşı gaflet hâli sergiler. Fakat imtihan sürecinde kendi hakikatini keşfetmeye başlayanlar, ölümün hakikatini ve uykunun sırrını anlamaya başladığına yüz binlerce peygamber, milyonlarca ârif ve alim müttefiktir. Bunların bir kısmı bu âleme karşı uyuyarak, gözlerini tamamen yumarak ruhlar âlemine uyanırlar. Muhyiddin-i Arabî gibi hep o âlemi görür ve yaşarlar.

Buna mukabil daha ileri seviyeli olan sahabeler ve vârisleri ise, dünyanın ruhlar için bir fırsat olduğunu Kur’an, vahiyler ve hadislerden keşfettiklerini eserlerinden görebiliyoruz.[7] Onlar Kur’anın verdiği mucize hayat tarzıyla hakiki şuura erişerek, her iki âleme karşı da uyanık bir seviye elde ettiler. Onlar akıl ve kalplerini, fikir ve zikir içinde cem eden ruhani bir hususiyet kesbettiler. Maddi ve manevi âlemleri aynı anda görebiliyor ve hissedebiliyorlardı.[8]

[1] Psikoloji ilmi, nefs-kalb-akıl üçlüsünü sırasıyla id-ego ve süperego olarak isimlendiriyor.

[2] Saffat Sûresi 5 defa “İlla ibâdallâhi’l-muhlasîn” (Ancak Allah’ın muhlas kulları hariç…) der.

[3] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:415, İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, 3:414.

[4] Tirmizî, Sünen.

[5] Zümer suresi, 42.

[6] Kütüb-ü Sitte.

[7] Vahdet-i Vücud ehli, aşklarının ateşiyle bütün varlık âlemini yakarlar; “ Hakk’tan gayrı yoktur ” derler. Mevlana Câmi gibi… Vahdet-i Şuhud ehli ise, aşkın verdiği göz ve müşahede ile “ Hakk’tan gayrı görünmüyor ” derler. İmam-ı Rabbani gibi… Ehl-i Tevhid ise “ Görünen her güzellik Ondandır. Her şey Onun ile vardır. Her bir şey Onun cemal ve kemaline bir ayna, Onun varlık ve birliğine şâhid olmak için yaratılmıştır ” derler. Sahabeler gibi…

[8] Âl-i İmran suresi, 190-191.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: