Sabır ve Tahammül-2

                                                                                     

 Rüşd, İrşad ve Sabır

Her insan irşada fıtraten muhtaçtır. İrşad, kişinin rüşde erişmesidir. Rüşdün tanımını bize Kur’an rüşde erenlerin sıfatlarını bildirerek verir: “ Onlar, Allah Resulünün, yani mürşidlerinin kendileri hakkında verdikleri bütün kararlara harfiyen uyan, teslimiyet sahibi kişilerdir. Allah onların kalplerine, imanı sevdirmiştir. Kalplerinin içinde, imanı süslemiş ve imanın ince güzelliklerini göstermiştir. Onları küfürden, fısktan ve isyandan iğrendirmiştir.[1] Yani rüşd, aklın bildiği hakikati, kalbin de sevmesi ve sahiplenmesi; aklın gördüğü bâtıl işlerden, kalbin de iğrenmesidir.

Bu manada her insan, rüşde muhtaçtır. İnsanları rüşde eriştiren kişiye “mürşid” denilir. Mürşidlerin en büyük vasfı, nefisleri tezkiye etmek, benlikleri terbiye etmektir. Kur’an, Allah Resulünün, risâlet vasfı noktasında “nefisleri tezkiye edici” olduğunu vurgular.[2] Bu manada, resul, “mürşid”; nebi ise, “muallim ve üstad” demektir. Nebiler, hakikati ders verir ve öğretirler; resuller ise, hakikate göre bir hayat nasıl yaşanılır, uygulamalı olarak gösterirler. Hakikatin insanın hayatına ilim ve hikmetle, tezkiye ve terbiye ile hükmetme ideali, dinin ana hedefidir. Kişilerin, nefis ve benlikleri bunu istemediği gibi, sosyal çevre, tabiat, zaman ve toplum da bu konuda kişiye birer engeldir.[3] Bu ideali gerçekleştirmede Kur’anın tekrar ettiği 2 husus zaruri olarak belirir:

  1. Sabır
  2. Cihad[4]

İnsan karakterleri ehl-i tasavvufun ve Carl Jung’un tespit ettiği üzere enfüsî ve âfâkî meşreptir, yani içe dönük ve dışa dönük karakterlidir. İçe dönük karakterlerin irşad noktasında ihtiyacı, dışa açılmak; dışa dönük karakterlerin ise, içine dönmek ve kendini sorgulamaktır. Bu noktada cihad, içe dönük karakterlerin ihtiyacını; sabır ise, dışa dönük karakterlerin terbiye yolunu gösterir.

Benlik ve ruh terbiyesinde, kritik nokta konuşma eksenlidir. Dışa dönük karakterli kişiler, konuşmayı seven yapıları ile ifrata düşüyorlar. İçe dönük yapılar ise, gerekli yerde de konuşmaktan çekinmeleri ile tefrit yapıyorlar. Aşırı konuşma, yalana, gıybete, mübalağalara v.s. yol açtığı gibi, konuşmamak da haksızlıklar karşısında susmasıyla kişiyi dilsiz şeytan konumuna düşürür. Bu noktada mürşid-i kâmiller, içe dönük karakterleri hak ve hakikati söyletmekle irşad ederler; dışa dönük karakterleri ise, sükunete ve sessizliğe çağırarak irşad ederler. Dışa dönük karakterlerin fevrî, aceleci ve görünene değer veren halleri irşadlarındaki engeli teşkil ettiği gibi, içe dönük karakterlerin de çekingenlik, korkaklık, tembellik ve erteleyici yönleri irşadlarındaki engelleri oluşturur.

Kur’anda dışa dönük karakterlerin en bârizi Hz. Musa (AS)’dır; içe dönük karakterlerin en mühim sembolü, Hz. İbrahim (AS)’dir. Kur’ana baktığımızda, her ikisinin gaybî bir kişi tarafından irşad edildiğini görebiliyoruz. O zât, Hz. İbrahim (AS)’i konuşturuyor; Hz. Musa (AS)’yı ise, susmaya davet ediyor.

Hz. İbrahim (AS), bu irşad yolculuğunda önce babası Âzer’e, sonra bütün şehir halkına ve en sonunda ülkenin başı olan Nemrud’a Allah’ın varlığını, birliğini, Âhiret hayatını ilim ve hikmet, mantık ve hakikat ile tebliğ eder. En dar dairede babası Âzer tarafından “ taşlanarak öldürülme ” ile tehdid edilmesi, en geniş dairede Nemrud tarafından “ ateşe atılma ” şeklinde muamele görmesi gösterir ki, muhatapları Hz. İbrahim (AS)’in karşısında âciz düşmüşlerdir.[5] Fikirde mağlup olan kişi gurur ve kibirliyse, kaba kuvvete başvurur. Hz. İbrahim (AS)’in hak ve hakikati tebliği, Onun “ cihad ” ı idi. O, içindeki evham ve korkularla savaşıyordu ve galip geldi. Kur’an der: “ Velekad âteyna İbrahîme rüşdehu min kablu ve kânu bihî âlimîn[6] ( And olsun ki, Biz daha önce İbrahîme rüşd verdik. Biz onu biliyorduk. ) İçe dönük bir karakterin, şehrin puthanesine gidip putlarını kırması ve zâlim kralın karşısında korkmadan ve telaş yapmadan rahatlıkla hakkı tebliğ etmesi, psikolojik açıdan bir mucize ve kendin aşma göstergesidir.

Hz. Musa (AS) ile Hz. Hızır (AS)’ın yolculuklarının rüşd amaçlı ve sabır eksenli olduğunu, bu vakayı anlatan Kehf suresinde çok rahatlıkla görebiliyoruz. Şöyle:

60 – Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut senelerce gideceğim….”

65 – Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

66 – Musa ona: “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi. ( Kale lehu Musa hel ettebuke alâ en tüallimeni mimma ullimte rüşdâ )

[ Bu âyet, bu yolculuğun hedefinin Hz. Musa (AS)’nın rüşdü olduğunu gösteriyor. Öyleyse, Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’nın mürşididir. ]

67 – (Hızır) dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin. ( Kale inne len testetîa maiye sabra )

68 – “İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?” ( Ve keyfe tasbiru alâ mâ lem tuhit bihî hubrâ )

[ Bu iki âyet, Hz. Musa (AS)’nın irşad seyrinin sabır ve sükût merkezli olduğunu bildiriyor. Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’nın bu yolculuğu yarıda bırakacağını kesinkes bildiriyor. “ Len ” edatı, %100 kesinlik içeren durumlarda kullanılır. Hz. Hızır (AS) “Len testetîa” (Kesinkes dayanamayacaksın, buna ihtimal yok) diyor. Gerekçesini ise, ilim noktasında kuşatamadığın bir şeye senin fıtratın dayanamaz, diyor. İhata (kuşatma) ise, geçmiş ve geleceği ile, zâhir ve bâtını ile bir şeyi bilmekle olabilen kesin ilim seviyesidir. Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’ya yaşanan hadiselerin geçmiş ve geleceğe, yerin altına ve üstüne bakan ve görülebilmesi geniş perspektif isteyen sebeplere dayandığını, Allah’ın bu şekilde bir idare ve melekût sistemi olduğunu Hz. Musa (AS)’ya öğretmek istiyor ve kıssanın sonunda da öğretiyor. ]

69 – Musa: “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim” dedi.

70 – (Hızır) dedi ki: “O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”

71 – Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: “Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.”

72 – (Hızır:) “Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

73 – Musa dedi ki: “Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.”

74 – Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: “Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın” dedi.

75 – Hızır dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?”

76 – (Musa) dedi ki: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.

77 – Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın” dedi.

78 – Hızır dedi ki: “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim…”

Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük, görme eksenli, gördüğüne itibar eden bir fıtrat açısından bu tarz imtihanlar tahammül edilemeyecek birer imtihan idi. Bu yüzden O da sabredemedi. Hz. Musa (AS) sabır ile rüşdü elde edemediği için, Cenab-ı Hak, Onu aynen Hz. İbrahim (AS) gibi konuşmaya, fakat kavl-i leyyin ( tatlı ve yumuşak dil ) ile Firavun’a ve çevresindekilere tebliğ yapmaya sevk etti.

Sosyal Hayat ve Sabır

Hayat yolculuğunda her bir insan çeşitli zorluklar, engeller, musibetler ve sıkıntılar ile ala külli hal karşılaşıyor. Bunlardan yaşlılık, hastalık v.s. gibi kısmı doğrudan doğruya İlâhî takdire bağlı tecelli ediyor. Haksızlıklar, hatalar, saldırılar v.s. tarzı ise, insanlar ve diğer irade sahibi sebeplerin eliyle geliyor. Her insan, bu şekilde sosyal hayat dergâhında bir irşada tabidir. Ayrıca idealist kişilerin oluşturdukları, hak ve hakikate, iman ve islama hizmet amaçlı gruplar; devleti savunma amaçlı kurulmuş askeriye gibi resmi kuruluşların ferdlerinin yaşadıkları zorluk ve sıkıntılar daha çetrefilli ve karmaşık bir seviyeye yükselir. Şeytanlar, düşmanlar ve zararlı yapılar, bu grupların ve askerî yapının birlik ve bütünlüğünü bozmak, kuvvetlerini kırmak ve dağıtmak için her türlü yolu denedikleri gibi, Allah da ihlas ve samimiyetlerini ortaya çıkarmak, cihad aşklarını artırmak, yapacakları vazifenin içinden nefis ve benliklerini çıkartmak için imtihanlarını daha da yoğunlaştırır. Bu noktada Kur’an der: “ Yâ eyyühellezîne âmenusbiru ve sâbirû ve râbitû vettekullâhe leallekum tuflihûn[7] ( Ey iman ile kendilerini inşa edenler! Benden gelen zorluklara sabredin. Birbirinize karşı da sabredin. Benim yolumda nöbet tutun ve aranızda irtibatı artırın. Benim azabımdan korkun ve çekinin ki, felaha erişesiniz. ) Bu âyet,

* “ İsbirû ” diyerek, doğrudan İlâhî İrade’den gelen zorluklara karşı sabrı;

* “ Sâbirû ” diyerek, insanlar ve diğer irade sahibi varlıklardan gelen olumsuzluk dikenlerine karşı sabrı emrediyor.

* Sabır, ruhu olgunlaştırdığı ve ruhlar arası bağlantıya da “ râbıta ” denildiğinden, aranızda şefkat ve anlayışla “ ruh bağı oluşturun ” manasında âyet ileri aşama için “ râbitû ” diyor.

Bu 3 aşama ile o grup çok bedenli tek bir ruh haline geldiği gibi, ekip ruhu ve takım ruhu denilen sosyal bir ruh da ortaya çıkar. Bu külli ruh ve sosyal kişiliğin ortaya çıkması ve devamlılığının sağlanmasında Kur’an “ bir birine hakkı ve sabrı tavsiye etme ” yi vurgular.[8] Sabır ve merhameti bir birine tavsiye etmeyi şiar edinmiş kulları “ Ashâb-ı Meymene ” ( İmanın nuruna ve yümnüne ermiş kişiler ) olarak isimlendirir.[9]

Sabır hakikati, bir grup ve cemaatin devamını sağlayan unsurdur. Bu hayatî yönü Kur’an Enfal suresinde şöyle ifade eder:

  1. 46.Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz, gücünüz ve ruhunuz gider. Sabırlı olun. Hakikaten Allah sabredenlerle beraberdir.

Sabır unsuru, askerî düzen açısından önemli bir terminoloji olarak Kur’anda zikredilmiş; bir ordunun kalite göstergesi olarak Enfal suresinde sayılmıştır:

  1. 65.Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.
  2. 66.Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

Dikkat edilirse, Kur’an asker sayısı büyüdükçe “ sabır ” lafzını kaldırıyor. Sayı azlığında meydana gelecek psikolojik açığı, sabrın kapatacağını ifade ediyor. Sayı çokluğunda kişi, kendini güvende hissettiği için, sabrı zikretmiyor.

Dünya hayatı gerek ferdî gerekse sosyal boyutlu olsun, hayatını sabır, merhamet ve hak eksenli geçiren herkes için büyük ve geniş bir medrese, kudsî ve ulvi bir tekke vazifesi görmektedir. Bu medresenin Müderris-i Zü’l-Celali Allah olduğu gibi, Mürşid-i Zü’l-Cemali de Rabbü’l-Âlemîn’dir.

[1] Fısk, emirleri yerine getirmemektir. Amel-i sâlihin zıddıdır. İsyan ise, yasaklanan fiilleri işlemektir. Takvanın zıddıdır.

[2] Cuma suresi, 2.

[3] Ali Şeriati, İnsanın 4 Zindanı.

[4] Mücadele hakikatinin, kansız şekline Kur’anda “ cihad ”, kanlı haline ise, “ kıtal ” denilir. “ Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” ( Tevbe suresi, 73 v.d. ) Münâfık, Müslüman göründüğü için ona kılıç çekilemez; ihlas ve hikmetle onunla mücadele edilebilir. Buna ” cihad ” denilir. Kıtal ise saldırgan müşrik, kâfir ve ehl-i kitap kısmına karşıdır. ( Tevbe, 36; Muhammed suresi, 4 v.d. )

[5] Bu vakaları en dar daireden en geniş daireye şeklinde Meryem suresi, Enbiya suresi ve Bakara suresinde sırasıyla görebiliyoruz.

[6] Enbiya sûresi, 51.

[7] Âl-i İmran sûresi, 200.

[8] Asr suresi, 3.

[9] Beled suresi, 17-18.