Sadece tebliğdir sana ait olan

Pakistan’da biliyorsunuz bir tebliğ cemaati var. Bu tebliğ cemaatinin başında bulunan, onların müderrisi dokuz sene Medine’de kalmış. Huzur-u Resulullah’a (a.s.m.) geliyor. Peygamberimize “Ben dinim İslama hizmet etmek istiyorum” diye Peygamberimizin mânevî huzurunda dua edip niyaz etmiş, dilekte bulunmuş, “Bana bir usul ikram buyurun” diye yalvarmış. Peygamberimizin mana âleminden “İşte sana saadet” tarzında ve bir manada emir vermiş.

Tebliğ cemaati, dini cemaatler içerisinde hâlis bir cemaattir. Tebliğ cemaatinin bazı düsturları Risale-i Nur cemaatinin düsturlarına benziyor. Meselâ birisi siyasete girmemek, ikincisi İslam âleminde ihtilâflı konuları açmamak ve konuşmamak, üçüncüsü de iktisat ve istiğna.

Onların müderris ve allamelerinden kâmil bir zat hediye de kabul etmiyormuş. Bir gün talebelerine ders veriyorken, yaşlı aç bir ihtiyar dersten sonra kalkmak istemiş, yere yığılmış. Açlıktan içi geçmiş. Sonra kendini topluyor, fakat konuşmaya mecali yok. Hemen talebelerinden birisi “Hocam bu ihtiyar aç” diyor. O talebe zengin biri imiş, hemen kalkıyor, çıkıyor, bir sini yemek hazırlıyor. Ders bitmiş hoca ihtiyarla beraber dergâhına çekilmiş. Kapıyı çalıyor, siniyi getirip hocasının önüne koyuyor. “Hocam buyur” diyor. Hemen geri çıkıyor, Hoca diyor ki: “Biz senin bu getirdiğin yemeği yemeyiz.” “Niçin hocam” diyor. “Evladım sen buradan kalkıp gidince yemek getireceğini nefsim hissetti. İçime doğdu. Nefsimizin bir payı karıştı evladım, al yemeği götür.” Çocuk tepsiyi alıp “Baş üstüne üstadım” diyor. Tepsiyi alıp geri çıkıyor. Çocuk zeki, bir dakika sonra tekrar kapıyı çalıyor, içeriye giriyor, “Hocam buyurun” diyor. “şimdi getir, yiyeceğiz.” Çünkü çocuk yemek sinisiyle gidince anladı ki, bu yemek elden gitti. Bir dakika sonra yemek gelince, “Tamam” diyor. “Bu fıtri oldu” diyor.

İşte hizmetin mukabilinde maddî ve mânevî ücret beklememek. Risale-i Nur hizmetinde maddî, mânevî, dünyevi hiç bir şey beklememek. Uluhiyetin kölesi, risaletin esiri olmak, köle olmak, hizmetkârlık fi sebilillah olacak, ne dünyada, ne ukbâda hizmeti mukabilinde bir şey istenmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, bazen verilir. Verildiği vakit de “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanâatkârane daha müstehak olanların nefislerini kendi nefsine tercih etmek “Ve yu’sirûne alâ enfüsihim” sırrına mazhariyetle bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir. “Vemâ a’lerresuli ille’l-belağ” sırrına mazhar olup hüsn-ü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lazım da olmadığını bilmekle, hatta mükellef de olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur.

Bakın enteresandır: “Ben konuşayıım, ben hizmetle meşgul olayım, benim hizmetim milletin âleminde, kalbinde, ruhunda kabul görsün, millet güzel bir şekilde kabul etsin. Benim sözüm tesir etsin, benim hizmetim efkâr-ı ammede müessir olsun. Nasın teveccühü bana olsun. Herkes bana teveccüh etsin” diyenlerin kulakları çınlasın! Dikkat edin!

Hüsn-ü kabul bir, teveccüh-ü nas. Bunlar tebliğe dahil değil, lazım da değil. Ne hizmetin dahilindedir, ne de lazımında. Bununla mükellef değilsin. Sadece tebliğdir sana ait olan. Üstelik bunlar ihlâsı bozar. Vazifen değildir nâsı etrafında toplamak. Sana âit değildir, o meşiet-i İlahiyeye bakar. Sen vazifeni yap, vazife-i İlahiyeye karışma, haddini aşma. Bunlardan şu netice çıkıyor, her zaman muvaffakiyet, her zaman o hizmetin sâfi yapıldışının göstergesi, alâmeti değildir. Bir cephede muvaffakiyet olabilir, o ayrı bir şeydir.

Ama bazen Cenab-ı Hak muvaffakiyet ile hulûsiyeti cem edebilir. Mutlaka, her muvaffakiyetin içerisinde ihlâs vardır denilemez. Her muvaffakiyetin içinde, ihlâs yok da denilemez. Cenab-ı Hakkın tevfiki refik olursa, hâlisane çalıştın mı, Cenab-ı Hak tesir verebilir. Birçok nebinin ümmeti birkaç kişi veya yok. Bazen çok hâlisane olursun, ama Cenab-ı Hak tesir vermez. Öyleleri var ki ihlâsla çalışmışlar, senelerce dini tebliğ etmişler, Cenab-ı Hak vartalardan bizi muhafaza etsin. Hüsn-ü tesir, hüsn-ü kabul, teveccüh-ü nas vazifemize, tebliğe dahil değildir, lazım da değildir. Çünkü sen mükellef değilsin. Sen sadece vazifeni yap. “Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.” Allah’ın vazifesine karışma, vesselam.

Sen yalnız tebliğ vazifesiyle söyle. Tesir Cenab-ı Allah’a aittir. Ama bir gün bakarsın ma’rifet oku, onun kalbine isabet eder. Kalbi, aşk-ı İslamiyetle tutuşur. Hamiyet-i İslamiye ile ayağa kalkar. Yeter ki sen fisebilillah okunu at, konuş.

Ebu Cehil Resulullah’ın düşmanı idi. Bir rivayette Peygamberimiz (a.s.m.) buyuruyor ki: “Benim de firavunum Ebu Cehil’dir.” Peygamberimiz risalet gözüyle onun daire-yi imanını, İslâmın en baş düşmanı olduğunu bildiği halde, bir rivayette Peygamberimiz altı yüz kere Ebu Cehil’e İslam dinini tebliğ etmiş.

Tebliğ farzdır. Bizim vazifemiz tebliğdir. Allah rızası için, ibadet niyeti ile biz hakikati terennüm eder ve söyleriz. Sonrası muhatabın kendi irâdesine bakar. Kur’an öğüttür ve muttakiler içindir. Kim ondan ibret almak isterse, o alır. Kim teveccüh ederse, feyzinden o istifade eder. Lakayt, lâubali olur ve dinlemeyebilir, ama senin vazifen anlatmaktır. Davette tekrarın tesiri, te’kidi var. Allah, dilerse, hikmeti iktiza ederse dinletir. Sen tebliğcisin, anlatmaya mecbursun. Fakat, cebir ve şiddet yok.

Bazen adam için diyorsun: “Bundan ne köy olur, ne kasaba. Anlatırım, anlatırım anlamaz. Bırak yahu nefesimizi tükettik.” Böyle deme. Bu, tecrübe vaziyeti almak olur ki, sû-i edeptir. Sen yalnız anlat. Çünkü tebliğe mecbursun. Tesirde, neticede senin hakkın yoktur. Meşiet-i İlahiyeye karışma.

Sual: “Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?” Cevap: “Doğruluk, iman, ihlâs, takva, tesânüd ve bunlarda sebat.” Bir hadis-i şerif var: Peygamberimiz üç kere “İslamiyet istikamettir” buyurmuş. “Velayet-i içtimainin verilmesi için cemiyete en lazım, en ihtiyaç doğruluktur. İmanın mahiyeti ise sıdktır. Hayatımızın bekâsı, imanın ve sıdkın bekâsı ve devamı iledir.

Bu asırda İslam âlemi çok perişan, iş ciddiyeti, yaşam ciddiyeti yok. Yirmi kişiden ancak bir iki kişiye itimat edebiliyoruz. Yüzde doksanı itimatsız. Güven yok. Ben böyle söylerken biraz mübalağa olsa bile, camide evliya, ticarette eşkıya gibi olanlar, nasıl çarpayım, çırpayım diye uğraşır. Parası yok, sıkıntılı adam, geliyor ödünç istiyor. Karz-ı hasen. Aynı kedi gibi. “Söz veriyorum, şu kadar istiyorum, şu zamanda vereceğim.” Zaman doluyor gelmiyor, gidiyorsun, kedi olan o kişi aslan kesiliyor. “Ne oldu, kıyamet mi koptu, veririz, Allah’ın günü bitti mi?” diyor. Doğruluk şart, hayatın bütün ünitelerinde sıdkın, doğruluğun esas alınması lazım.

Hele siyasette lafızlar ters dönüyor. Vaad ediyor, vaad ettiği iş olmuyor. Cemiyetin kayyumu olan değerlerde dehşetli erozyonlar var. Bakın sahabeler bir gün, taaccüp manasında soruyorlar: “Acaba Müslüman korkak olabilir mi?” Efendimiz buyuruyor ki: “Olabilir.” İkinci bir soru tevdi ediliyor: “Müslüman cimri olabilir mi?” Evvela şunu söyleyeyim. Sahabe ne diyor, “Anam, babam, canım sana feda olsun, ya Resulullah” diyor. Bu korkmamaktır. Şimdi cimriliğe gelelim. Fisebilillah nefsini verecek, enerjisini verecek, hayatını verecek, malını verecek, izzetini, servetini fisebilillah verecek. O zaman cimri olabilir mi? Fakat “Olur” deniyor. “Peki ya Resulallah, Müslüman yalancı olabilir mi?” Buyurdular: “Müslüman yalancı olamaz.”

Bugün küfrün esası yalandır. Küfür yalancılık üzerine kurulmuş, Müslüman yalancı olmaz ve olamaz. Cemiyet hayatımızın mânevî bekâsı onlar olduğu zaman Cennet vardır. Onlar olmadığı zaman hiçbir şey yoktur. Hayatımızın bekası, her şeyin devamı o şeyin zâtından daha kıymetlidir.

İslâmiyetin devamı, İslâmiyetin bekası için üç şart sayıyor. Biri iman, biri sıdk, biri tesânüt. Bakın iman işin kayyumu, esası odur. O varsa her şey var, o yoksa hiç bir şey yok. Bütün kâinatın sahibi ve mâliki olan tek bir Allah’a itikat ve ibadet bu bir. Sen cemiyet hayatını düzeltmek mi istiyorsun? Sağlıklı bir içtimâî yapı mı istiyorsun? Evvela imanı kalplere, gönüllere nakşet. İman hizmetine koş. Çünkü o varsa her şey var. O yoksa hiçbir şey yok. Saadet-i ebediyenin anahtarı imandır. Ön şartı nedir? Yine imandır. Ebedi hayatı kazanmaktır. İki sıfat sayıyor, biri tesanüt, biri sıdk. İçtimaî hayatında kayyumu sıdktır, doğruluktur. Müslüman doğru olacaktır.

Tesanüt de uhuvvet-i İslamiyeyi temsil ediyor. İki ceset, bir ruh gibi. İki tane gözün var ama, tek görüyor. Elin var ayağın var, birbirinden farklı, ama hepsi bir ruhun azası. Ruhun tekmiline kuvvet veriyor. Öyle ise İslam dünyasında muhabbetin tesisi için, cemiyetin maddî ve mânevî bekâsı için, evvela kuvvetli imana, ubudiyetimizin kabulü için ihlâsa ihtiyacımız var. Fakat içtimaî, âfâkî, siyâsî cemiyetin de doğruluğa çok ihtiyacı var.

Hulusi Yahyagil