Said Nursi’nin Abdülhamid hakkındaki gerçek düşüncesi

Said Nursi’nin Abdülhamid hakkındaki gerçek düşüncesi

 

İbrahim Mert-RİSALEHABER

Bugün Osmanlı’nın 34. padişahı Sultan II. Abdülhamid‘in vefat yıldönümü. 21 Eylül 1842’de İstanbul’da doğan Abdülhamid, 10 Şubat 1918‘de yine İstanbul’da Hakkın rahmetine kavuştu.

Hakkında çok şey yazılıp konuşulan Sultan Abdülhamid ile Bediüzzaman Said Nursi arasındaki iletişim medyada sık sık gündeme geliyor.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN SULTAN ABDÜLHAMİD’E BAKIŞI

Bediüzzaman Said Nursi’nin Sultan Abdülhamid’e bakışı nasıldı? Muhalif miydi? Destekliyor muydu? İşte bazı isimlerin bu ikili hakkındaki yorumları.

METİN KARABAŞOĞLU: BEDİÜZZAMAN’IN DA NUR TALEBELERİNİN DE ABDÜLHAMİD’LE KİŞİSEL BİR MESELESİ YOK

Bediüzzaman Said Nursi’nin Abdülhamit’le ilgili bir kişisel meselesi yok. Nur Talebelerinin kişisel bir meselesi yok. Üstadımın sultan Abdülhamit’le ilgili eleştirilerinin hepsine katılıyorum. Keşke Abdülhamit Bediüzzaman’ı dinleyebilseydi. Keşke en başta o teması kurabilselerdi diyorum. Bu herkes için hayırlı olabilirdi diye düşünüyorum. Ama öbür taraftan yine Üstadımızdan aldığımız dersle biz sultan Abdülhamit için hayır dua ediyoruz. Onun türbesinin önünden her geçişimde ona Fatiha okuyorum. Üstadımdan aldığım ders bunu gerektiriyor çünkü. O hamiyetli bir mümindi. Kendince, kendi durduğu pozisyon itibarıyla “yol budur, kurtuluş böyle olur” dedi. O noktada hatalar etti diye düşünüyorum. Ama o hatalar onun ne hamiyetini, ne faziletini, ne bir mümin olarak değerini zayi ediyor.

Biz nasıl bu muvazene ile Üstadımızdan aldığımız bu adalet ve ahlak dersiyle bakıyorsak müminlere, Bediüzzaman’a da aynı nazarla bakılmasını istemek hakkımız. Dileyen bakar dileyen bir husumetin ve bir garazın mazereti yapmaya çalışır. Kendisi bilir. Allah var, ahiret var. “Yevme tubles sarair.” Kulların ihtilaf edeceği meselelerde hesap günü her şey ortaya çıkacak. O gün Bediüzzaman davacı olacaktır. Herhalde onlar için biz de davacı olacağız.

(Metin Karabaşoğlu’nun Said Nursi-Abdülhamid ilişkisine dair ayrıntılı açıklamaları için aşağıdaki başlıkları tıklayınız.
1-Said Nursi’nin Abdülhamit’le meselesi o dakikadan itibaren bitti
2-Said Nursi Abdülhamid’i hem eleştirdi hem ‘halife-i peygamber’ dedi)

TALEBESİ ABDÜLKADİR BADILLI: BEDİÜZZAMAN HİÇBİR ZAMAN ABDÜLHAMİD’E HAKARET ETMEDİ

Hz. Üstad Bediüzzaman’la, merhum cennet-mekan Sultan Abdûlhamid Han arasında cereyan etmiş hadiseye veya vazifeye gelince: Katiyetle ve şeksiz bir kanatla ve ispatlı belgelerle ilan ediyoruz ki; Hz. Üstad Bediüzzaman hiçbir zaman ve hiçbir yazısında ona karşı saygısızlık yapmamış, hakaretli sözler sarf etmemiştir. Bediüzzaman bu hususta ne demişse, ne yazmışsa tamamı Asar-ı Bediiye kitabında kayıtlıdır, herkes görebilir. Lakin, bir İslam alimi olarak, bazı hususlarda Sultana bazı nasihatlerde bulunmuş, basın yoluyla açık mektuplar göndermiştir. Bununla beraber, Sultan Abdûlhamid Han’ın tamamen Nebiler gibi ma’sum hiçbir hatası, kusuru yoktur, denilemez. Onun Mabeyndeki icraatçı on iki paşalarının bir çoğu mason oldukları için, pek çok zulümler icra etmişlerdir. Bu zulümlü hallere karşı bir-iki laf edenleri, İslam halifesi olan Sultan Abdûlhamid’e karşı çıkmış, şeriata karşı gelmişlikle damgalanıyordu.

PROF. AHMET AKGÜNDÜZ: İDDİALAR DOĞRU DEĞİL

Bediüzzaman’ı, Abdülhamid muhalifleri ve muarızları arasında sayan iddia sahipleri, Bediüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşru dairedeki hürriyet ve meşrutiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiyye Teşkilâtı son zamanlardaki baskı idaresini tenkid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükümetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idare sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir. 

Özellikle Bediüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:

1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarfet. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap.”

Bediüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir sultândır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930’lu yılların idaresini kastederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir: “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın, yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet / Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”

1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayı’nda manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”

O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsı hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki; tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dinî kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur. 

PROF. DR. ADEM ÖLMEZ: BEDİÜZZAMAN’I MUHALİF KONUMA TAŞIYAN GERÇEK

Bediüzzaman İstanbul’a ilk gelişinden itibaren, İstanbul’daki ulemaya, siyasilere ve hükümdara karşı kendine has üslubuyla alışılmışın dışında bir duruş sergiledi. Bediüzzaman’ın bu farklılığı kendisini muhalif bir konuma taşıdı. Bediüzzaman, her açıdan alışılmışın dışında bir görüntü veriyordu. Mesela, ulema ile ilişkilerinde klasik bir İstanbul uleması gibi değildi. Tavırları, kıyafeti ve ilmi vukufiyeti ile kısa sürede farklı ve mümeyyiz vasıflarını kabul ettirdi. Siyasiler önerdikleri parayı kabul etmeyen ve istedikleri biçimde davranış sergilemeyen Bediüzzaman’dan hiçte memnun kalmadılar. Hükümdar ise, doğudan gelmiş ve Doğu bölgelerinin kendisine bağlanması için bir fırsat olarak gördüğü Bediüzzaman’ın fikirlerinden kısa sürede tedirgin oldu. Yani başkentte üretilen statükoya karşı direnen Bediüzzaman, bazılarını rahatsız ederken bazılarını orijinal fikirleriyle etkiledi.”

ABDÜLHAMİD ASKERİ, BEDİÜZZAMAN EĞİTİM ÇARESİ ÖNERDİ

Rahatsız olanlardan biri de II. Abdülhamid idi. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursi Doğu Anadolu’da eğitim çalışmalarına hız verilmesini isterken II. Abdülhamid bölgedeki sorunların çözümünde öncelikli konu olarak kolluk güçlerinde görüyordu. Yani kendisine sadık aşiretlerin ödüllendirilmesiyle oluşan Hamidiye Alaylarını etkin kılınmasını istiyordu. Bediüzzaman Meşrutiyetin ilan edilerek sorunların bu yolla çözülmesi gerektiğini söylerken, II. Abdülhamid istibdatın devamından yanaydı. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, II. Abdülhamid Bediüzzaman’ı İstanbul’dan çıkarmaya ve geldiği yere geri göndermeye karar verdi. Fakat çok geçmeden II. Meşrutiyetin ilan edilmesi ve buna bağlı olarak yeni bir dönemin başlaması Bediüzzaman’ın İstanbul’dan çıkarılmasına gerek kalmadı.

MEŞRUTİYET VE HÜRRİYETİN ÖNEMİNİ ANLATTI

II. Meşrutiyet yıllarında Bediüzzaman kendisini, Meşrutiyet ve hürriyetin önemini ve İslami açıdan ne kadar önemli kavramlar olduğunu anlatmaya hasretti. Mabeynden gönderdiği telgraflarda Meşrutiyete sahip çıkılması gerektiğini belirtti. Bu çerçevedeki fikirlerini başta Selanik olmak üzere meydanlarda da tekrarladı. Ayrıca gazete yazılarında Meşrutiyetin dinin gereği olan bir yönetim biçimi olduğunu, dört halifenin de bu yolda gittiğini, Meşrutiyetin temel fikirlerinin dört mezhepten çıkarılabileceğini anlattı. Bu gelişmelerden sonra, bilindiği gibi 31 Mart olayı yaşandı. 31 Mart Olayına Bediüzzaman, müdahil olmadı. Uzaktan gelişmeleri seyretti. Çünkü gelişmeler istediği gibi değildi. İsyancıların şeriat isteme biçimini onaylamadı. İsyan eden askerlere nasihat ederek onların komutanlarına itaat etmelerini istedi. Bu çabaların sonunda askerlerin bir kısmı isyandan vazgeçti.

BEDİÜZZAMAN, MEŞRUTİYET KARŞITLARIYLA BİRLİKTE TUTUKLANDI

“İsyanın onuncu gününden sonra, Hareket Ordusunun İstanbul’a gelerek isyancıları bastırmasından sonra Bediüzzaman İstanbul’dan ayrıldı. Bu sırada İstanbul karmakarışıktı. Kimin suçlu kimin masum, kimin Meşrutiyetçi kimin istibdatçı olduğunu anlamak mümkün değildi. Olağanüstü bir durum yaşanıyordu. İstanbul’da isyancılardan sonra ikinci bir kasırga esiyordu. O da Hareket Ordusuydu. Böyle bir ortamda konuşmaların mantıklı çerçeve içerisinde gerçekleşmesi mümkün değildi. Bundan dolayı Bediüzzaman İstanbul’u terk etti. İstanbul’da bütün varlığıyla meşrutiyeti savunan Bediüzzaman, meşrutiyet karşıtlarıyla birlikte İzmit’te tutuklandı. Bilahare İstanbul’a getirilerek bir süre Bekir Ağa bölüğünde tutulduktan sonra, mahkemeye çıkarıldı. “Bediüzzaman mahkemede bugün bizim Divan-ı Harbî Örfî diye bildiğimiz o muhteşem savunmasını yaptı. Savunmadan sonra da beraat etti. Bilindiği gibi, bu mahkemelerde pek çok kişi idam edilmiş, pek çok kişi de sürgüne gönderilmiştir.

SAİD NURSİ: HER SABAH ABDÜLHAMİD’E DUA EDERİM

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, her sabah Sultan Abdülhamd Han için dua ettiğini söylemişti. Vehbi Vakkasoğlu’nun “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” kitabında yer bilgi şöyle:
Mustafa Sungur ağabeyin Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin ağzından naklettiğine göre, Abdülhamid “Veli” idi: “Sultan Abdülhamid, velidir. Ben, onu hususî dualarımın içine almışım. Her sabah, ‘Ya Rabbi, sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den razı ol’ diye dualarımda yad ederim.”

SAİD NURSİ: NEDEN ABDÜLHAMİD’E HEM İTİRAZ ETTİM HEM DE ONU SAVUNDUM?

(Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Münazarat adlı eserinden)

Sual: (HAŞİYE) İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemâl’in “Rüyâ”sıyla (1) uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı.

Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi,

2 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللهُ ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:
3 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ bilmânâ 4 مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ ’dır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır. 

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır. 

Elhasıl: Hükûmete hücum edenlerin, bazıları “Haydo, Haydo” derlerdi. Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi; ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum, vesselâm…

HAŞİYE : Şu sual maalcevap ehemmiyetsizlikle beraber, cevapta bir iki mühim nokta vardır. 
1) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı risalesi.
2) “Her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (yani tasdik etmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendisidir.)” Mâide Sûresi, 5:44. 
3) Her kim hükmetmezse. 
4) Her kim tasdik etmezse.

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: