Sevkiyat Devam Ediyor…

Ticari hayatta sevkiyat, üretimi yapılan ürünlerin, malların alıcılara ulaştırılması sürecinde yapılan işlemlerin bütünüdür. Alıcılardan, müşterilerden alınan siparişler, belirli kriterlere göre tasnif edilerek, sevk irsaliyesi düzenlenerek talep edilen yerlere ulaştırılmak üzere araçlara yüklenerek alıcı firmalara gönderilir.

 

Geçen günlerin birinde ailecek yemek yerken müezzinin okuduğu sela sesi gelmeye başladı. Ben ‘Sevkiyat devam ediyor’ dedim. Okul dışındaki zamanlarını part – time olarak bir giyim mağazasında çalışan oğlum Mehmet Bilal, ‘Mağazada bugün  gelen sevkiyatları ilgili bölümlere yerleştirmemiz gerekiyor’ dedi. Evrakları ben düzenleyeceğim, bu işi başka yapacak kimse yok diyordu. Yemekte aile sohbetimiz bu minval üzerine gidiyordu…

 

Dünyada bir iş yaparken neticesi ve meyvesi önceden düşünülür. Bir fabrika kurulmadan önce o fabrikadan elde edilecek ürün ve mallar önceden hesap edilip düşünülür. Ürün fabrikanın meyvesi ve neticesidir. Ürünler ve mallar daha sonra istenilen yerlere sevk ediliyor.

 

“Bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.” (Lem’alar, Otuzuncu Lem’a)

 

Hayatın gayesi ve neticesinin ilk adımı, hayat-ı ebediye sevkiyattır. Evet sevkiyat devam ediyor…Müezzinler minarelerde her gün bu sevkiyatı haber veriyorlar.Her gün gördüğümüz cenazeler lisan-ı halleriyle bizlere  ebedi aleme sevkiyatın devam ettiğini hatırlatıyorlar.Bu sevkiyatın dışında kalan kimse yok. Sırası gelenin sevk irsaliyesi düzenlenerek ebedi aleme gönderilecektir. Bu sevkiyatın sonunda ne olacak? “Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam  (idama gitme) değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime.)

İnsanı bir damla sudan kan pıhtısına, sonra bir et parçasına, daha sonra insan suretine getirerek yoktan var eden Cenab-ı Hak için, ölümünden sonra insanı tekrar diriltmek elbette o nispette kolay olacaktır.
Mesela; bir komutan dinlenmek için dağılmış olan bir taburun askerlerini bir emirle kolayca bir araya toplayabilir. Askerlerin bu toplanması taburun ilk düzenlenmesinden elbette çok daha çabuk ve kolay olur.
İnsan vücudundaki bütün hücre ve zerrelerin yaratıcısı olan Allah (cc) da, ölümle onları dinlenmeye bıraktığı gibi, İsrafil’in (as) Sûr’a üflemesiyle bütün zerreleri bir anda birleştirecek, insanı tekrar diriltecektir.

Tefekkür gözlüğüyle bakılacak olursa yeryüzünde meydana gelen ölümler yeni hayatların meydana gelmesine vesile olmaktadır. Allah (cc), tekrar dirilişin yüz binlerce misallerini baharın gelmesiyle bizlere gösterir. Kışın ölmüş, kurumuş hayvan ve bitkilerin üç yüz binden fazla çeşitlerini bahar mevsiminde beş altı gün içinde diriltir. Bahar ordusundaki hayvan ve bitkilere Sur’a benzer gök gürültüsüyle yeniden hayat verir. Bütün bunları yapan bir Kudret Sahibi’ne, ölüleri diriltmek elbette zor gelmeyecektir.

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah’tır. Onun gücü her şeye yeter. ” (Rum suresi 50. ayet)

Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsiminin yeniden canlandırdığı kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman,  bu ayetin tefsirini, öldükten sonra dirilişi ispatlayan Onuncu Söz – Haşir Risalesi’ni yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırdır Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslâmî tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Haşir risalesi küfrün, inkarın belini kırmıştır.

Eğirdir gölü kenarında, “Yaz kardeşim,” der Üstad. Ve Şamlı  Hafız Tevfik yazmaya başlar. Onuncu Söz orada yazılmaya başlar ve orada biter. Bitince, Bediüzzaman “Elhamdülillâh, küfrün belini kırdık” deyince, Şamlı Hafız hayretler içinde kalır:

“Şaşarım aklınıza Üstadım. Dağ başında bir risale yazdınız, küfrün belini kırmaktan bahsediyorsunuz. Halbuki İstanbul’da harıl harıl dinsizlik kitapları basılıyor.”

Üstad “Ben de senin aklına şaşarım, ey Şamlı” der. “Biz vazifemizi yaparız, Allah’ın işine karışmayız.”

Bayram Yüksel Ağabey  bir gün Üstad’a, “Onuncu Söz’ü anlamıyorum” diyor. Üstad da soruyor: “Onuncu Sözü kaç defa okudun?” Ben de “on defa” dedim. Üstad, “Kardaşım ben yüz defa okumuşum, daha da okuyorum.” Sorduğuma utandım. O kendi yazdığı kitabı bu kadar okursa, biz kaç defa okumalıyız? Tekrar okumaya başladım.”

Sevkiyat devam ediyor… Hazırlanınız! Başka, daimi bir memlekete gideceksiniz…

Niçin başka daimi bir memlekete gideceğiz? İnsanın mahiyetindeki bütün cihaz ve duyguların yapısı ve yönü ahirete bakıyor ve oraya işaret ediyor. Peygamberler de bu donanım ve cihazların ahirete olan işaretlerini, yine vahyin terbiyesi ile insanlığa ders veriyorlar. Mesela kalpteki aşk-ı beka bu dünyaya sığmıyor. Kalp ebedi yaşamak arzu ettiği halde dünya geçici ve fanidir. Ruh latif ve nurani bir varlıktır. Dünyevi ve cismani kayıtlardan sıkılır ve bunalır. Ruhun o kadar çok incelikleri var ki, hepsi dünya torbasını yırtıp başlarını çıkararak “ebed, ebed” diye inliyorlar. Akıl tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. Demek kullanacağı başka ve daimi bir alem var olduğu anlaşılıyor. Nasıl anne karnındaki bebeğin azaları dünyaya işaret ediyor ise, aynı şekilde dünya da ahiret alemine nispetle anne karnı gibi dar ve sınırlı olduğu için, insanın latife ve duyguları da ahiret alemine işaret ediyor. Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait olmadığının en büyük ispatıdır. İnsan ebed için yaratılmıştır. İnsan fıtratı ebediyeti arar, bekayı ister.

 

Hayatımız ebedi yaşamaya doğru hızla akıp gitmektedir. Ölümle ebedi hayat başlamaktadır. Ölüm için her an hazırlıklı olunmalıdır. Bu dünyada en önemli iş ölüme hazırlanmak olmalıdır. Bundan daha önemli iş yoktur. Hazırlıksız yakalanırsak telafisi yok.  “Bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var.” sözüne, herkes kulak vermeli ve ona göre hazırlık yapılmalıdır.

 

Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır.

Bu hazırlıkları yapan kimse, bir takım zorluklar ve sıkıntılar yaşayacaktır fakat yolculuğunun sonunda rahat edecektir.

İnsan ahirete giden bir yolcudur. Bu öyle bir yolcu ki ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu. Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu.

Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Varacağı ahirette rahat etmesi de bu yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada hazırlığını yapan ahirette karşılığını görecektir.

Hazırlığı nasıl yapalım?  Bir misafir, ev sahibinin emri dışında hareket edemez. Ev sahibinin iznine ve rızasına uygun olmayacak derecede yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez. “…Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın…”( Mesnevî-i Nûriye, Habbe,) “ Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir…” (Sözler, Yirminci söz)  “ En bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. ”( Mektubat, Onaltıncı mektup)

Sevk irsaliyesi yazılmadan, ben hazırım diyenlere ne mutlu…

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr,18)

 

“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah’ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir. (Hadid Suresi, 20)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org