Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-3 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

Hatta insan-ı mü’minde hayatına ve bekasına ve vücûduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcûdâta karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o isti’dâd-ı muhabbet-i İlâhîyyenin tereşşuhatıdır. Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedîdesi, o isti’dâd-ı muhabbetin istihâleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.

[ Bu kısım çok ciddi bir tespit… İnsanın sevdiği her şey, gerek kendinde gerek kâinatta Allah’a karşı verilmiş muhabbet istidadının sızıntılarıdır. Bu muhabbeti Üstad, 2 temel noktaya ayırır:

  1. Muhabbet-i Zât ve Muhabbet-i Zâtiyye: Bu muhabbet ile insan tek bir kişiyi sevebilir. Bu sevgiyi hemen her insan kendi kendisine sarf ediyor. Çünkü Allah’ın Vacibü’l-Vücud ve Kayyum-u Mutlak olduğunu idrak edemeyen bir kişi, kendisini kâinatın, varlığın ve her şeyin direği gibi görür. Bu sevgiyi kendisine yöneltir. Hodpesend (kendini beğenmiş), hodbin (kendine aşık ve kendinden gayrıyı görmeyen) ve hodperest (kendi kendine tapan) olur.
  2. Muhabbet-i Esma ve Sıfat: Bu muhabbet ile insan kâinatı ve içindeki her şeyi sever. Baharı, güzellikleri, eşini, ana-babasını, çocuklarını, akrabasını, malını, servetini, vatanını, devletini ve saire… Bunlar ise kâinattaki tecelli eden esma ve sıfat-ı İlahiyeye yönelik verilmiş bir muhabbettir. Tabir caizse Esmaü’l-Hüsna’nın Vahidiyet cephesi ve buna yönelik muhabbet kâinatta merkezleşiyor; Esmaü’l-Hüsna’nın Ehadiyet cephesi ve buna yönelik muhabbet kendimizde odaklanıyor.

Bu iki tarz muhabbetin aslî gayeleri idrak edildiğinde cemal ve kemal tecellilerini taşıyan bütün zaman ve mekanlar, “kâinat” olarak, muhabbet-i Esma ve Sıfat namına sevilir. Kendimizdeki cemal-i zât ve kemal-i zât tecellileri ise, “enfüs ve nefis” olarak, muhabbet-i zât olarak sevilir. Mutlak bir hamd ve şükür, nihayetsiz bir muhabbet ve aşk dergah-ı Samedaniyete kalbimizden yükselir.

Üstad burada insanın şiddetli hislerle yöneldiği ne varsa aslında o hislerin her birinin temelinde muhabbet-i İlahiyenin sızıntısı ve başkalaşım geçirmiş hali olduğunu vurgular. Hırs, hubb-u cah, tama, milliyetçilik, enâniyet, tembellik ve tenperverlik, korku ne varsa temeline inildiğinde bu şiddetli hisler bir çeşit sevgidir. Tembellik, rahatını sevmek demektir. Enaniyet, kendine âşıklıktır, bu yüzden enaniyet arttıkça kişi eleştirilmeye o nispette tepki verir. Havf, kendini koruma, hayatını muhafazadır. İnsan sevdiğini korumak ister. Tama’, açgözlülük, mal sevdası, zenginlik tutkusudur. Hubb-u cah, makam sevdası, şöhret iptilasıdır. Hırs, mükemmeliyetçiliktir, mükemmele âşıklıktır. Bu yüzden hırsı, mükemmelden başkası doyuramaz. Fakat hasta bir duygudur. Tüketicidir. Tedavi olursa, sonsuz bir iştiyaka dönüşür.

Kısacası, insan sevmek için yaratılmıştır. Farkında olsun olmasın her şeyi seviyor, ona ısınıyor, onun bekasını istiyor. ]

Ma’lûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

[ Alaka, kalpler arası bağ demektir. Bu bağ ana rahmine yapışıp ondan beslenen ceninin bağıyla aynıdır. Ona da “alak” deniliyor. Bu açıdan insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. İnsanın ihtiyacı bu manada sadece kendisiyle sınırlı değildir. Sevdiklerinin ihtiyacı da onun bir ihtiyacı sayılır. Onların saadeti onun saadeti, onların bedbahtlığı onun da bedbahtlığıdır. İnsanın sevgisi, onu kendisinden taşırıyor. Sevdikleriyle onu bir bütünmüş algısına eriştiriyor. Bu boyutla inkişaf eden bir muhabbeti Samed-i Mutlak’tan başka hiçbir şey tatmin edemez. Bu fakr kısmı… Acz kısmını da Üstad işliyor. Ölüm tehlikesi veya kaza tehlikesinden bizi kurtaranı severiz. Minnet hissiyle ona bağlanırız. Ruhumuz ona hürmet eder. Aynı durum sevdiklerimizi kurtarana karşı da geçerlidir. Burası “irtibat” bahsi… İrtibat, ruhlar arası bağ ve bağlantı demektir. Ruhumuz, sevdiklerimizin ruhuyla bağlantı kurduğu, onlarla kendini birmiş gibi hissettiği için onlara gelen zararı kendine gelen bir zarar gibi görür. Kendindeki şefkatle onları korumak ister. Koruyamazsa onları koruyan ve kurtaranı iştiyakla sever. ]

İşte bu hâlet-i ruhiyeye binâen; insan, eğer her insana âid envâ-ı İhsanat-ı İlâhîyyeden yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlıkım beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum envâ-ı lezâiz ve mehâsininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zâhirî ve bâtınî hassaları, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbab ve ebnâ-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana âid oluyor. Zîra onların saadetleriyle mes’ud ve mütelezziz oluyorum.

[ Üstad burada yaratılmanın nasıl muazzam bir nimet olduğuna dikkatimizi çekiyor. Varlık ve hayat âlemi, nur âlemidir. Adem ise, ebedî karanlıklar âlemidir. Varlık âlemi, her şeyin varlığı üzerine kuruludur. Yokluk âlemi ise, her şeyin yokluğudur. Lezzet, izzet, şeref, haysiyet, nimet, ihsan, görmek, işitmek, bilmek, yaşamak, şuur, irade, güzellik ve kemal hepsi varlık çeşitleridir. Fakat elem, zillet, rezalet, haysiyetsizlik, nikmet, körlük, sağırlık, cehalet, ölüm, gaflet, iradesizlik, noksan ve kusur birer çeşit yokluktur. Cenab-ı Hakk, her biri bir varlık çeşidi ve sayısız isim ve sıfatlarının tecellisi olan varlık ve dirilik ve ilim ve şuur âlemine bizi getirip tattırdığı her bir lezzet ve zevk ile bize varlığın saf bir nur ve hayır olduğunu gösteriyor. Hepimiz var olmaya, diri olmaya, varlık ve dirilikte kalıcı olmaya âşığız. Hepimizin duyguları 1000 yıl belki ebedî ölmeyecekmiş gibi yaşamak istiyor. Varlık âlemi öncesi durumumuz yokluk karanlıklarıdır. Halen bizde o karanlıklar bulunuyor. Ebediyen de bulunacaklar. Fakat o yokluk karanlıkları Cenab-ı Nur-u Mutlak ve Nuru’l-Envâra yüzünü döndüğünde, Onun sayısız ve sonsuz nur tecellilerini alacak sonsuz derinlikte bir ayna halini alır. Sonsuz fakr, sonsuz serveti çeker; sonsuz acz, sonsuz kudreti alıcıdır. Sonsuz cehalet, sonsuz ilme insanı bağlar; sonsuz sıkıntı, sonsuz ferahı bize tattırır. Fakat kişi kendine odaklandığında bu karanlıklar etrafına yayılmaya başladığı gibi kendindeki karanlık hava tabakaları yoğunlaşıp sıvılaşır. Bir zift gibi yapışkan bir hale dönüşür. Bu tarz kişiler aynen İblis gibi yapışkan, cıvık, laçka bir hüviyet kazanırlar. Sonra bu yönleri sabitleşir, katılaşır. Kişi kömürleşir. Tam Cehenneme layık hale gelir. Öylesine kara, öylesine katı, acımasız ve çirkin…

Bu manada insanı içindeki ve dışındaki karanlık tabakalarından, ziftleşmekten, kömürleşmekten kurtaran, İlahi nurlar ile aydınlatıp sayısız nurlara kavuşturan, dış dünyanın nimet ve güzelliklerinin kendisine aktığı berrak bir havuz haline getiren iman, tevhid öyle büyük ve sonsuz bir nimettir ki insan bu ihsan karşısında secde eder.

Cenab-ı Hakk insanı bütün kâinattan istifade edecek, onları değerlendirecek, kendi iç dünyasına bilgi-iman-aşk-şevk-lezzet şeklinde baki surette kodlayacak şekilde insanı bir manevi harita olarak yaratmış. Harita, bir ayna gibi büyük âlemleri minyatür boyutlu olarak tepeden gösteren çizgi ve şekillere dayalı olarak gösteriyor. İnsanın bu haritalık yönüne “Hüccet” deniliyor. Dinin de bütün meselelerini bir harita gibi çizerek çok geniş çaplı kitaplar yazan İmam-ı Gazali’ye bu manada “Hüccetü’l-İslam” denilmiştir.

Cenab-ı Hakk, bizleri akıl ve şuur sahibi olarak, hem kendinin hem her şeyin farkında olarak, hem geçmişin hem gelecek zamanın da şuurunda ve etkisi altında olarak yaratmış; her bir âlemden istifade edecek sayısız âletlerle donatmış ve o âlemlerden istifade edilip şükredildiğinde ebedîsine kavuşturacağını vaad etmiştir. Göz, kâinatı görsel boyutta incelemek ve kitap gibi okumakla ve ibretle temaşa etmekle mükellef ve âbid… Kulak, kâinatı işitsel boyutta ele almakla, mahlukatın seslerindeki zikirleri duymakla mükellef ve sâcid… Kalb, kâinatta var olan sayısız güzellikleri sevmek ve aşkla seyretmekle mükellef ve tâlib… Akıl, kâinatı ince ince okumak, anlamak, anlatmakla mükellef ve râgıb… Dil, sayısız nimetleri tatmak, tartmak, tanımak, Yaratıcısını tanımaya vesile kılmak ve şükretmekle mükellef ve şâkir… Bu liste uzayıp gidiyor. Bu şekilde insan kâinatta var olan 1001 ismin tecellisini kendi üstüne çeken şükür, hamd, aşk, şevk, marifet ile kendinden dış dünyaya yansıtan bir minyatür âlemdir. İnsan-kâinat ilişkisinde, insanın varlık ve dirilik serüveninde sonsuz bir cömertlik ve Cevad isminin tecellisi görünüyor.

Allâhu Teala’nın, sonsuz cömertliğiyle tattırdığı ve karşılığında teşekkür ve minnet, aşk ve hayretle mukabele gördüğü bu nimet-i vücudu, Cevad ismi açısından bakılırsa geri alması imkansızdır. Çünkü cömertlik hakikati buna izin veremez. Nankörlere ikinci kez ikram yapılmak istenilmez. Teşekkür edene daha ötesi tattırılmak istenilir. “Şükrederseniz elbette artırırım[1] ayeti Cevad isminin sırrını ifade ediyor. ]

Mâdem  sırriyle: Herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı; kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidad, bi’l-îman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade sûretinde ediyorum, diyecek ve hâkezâ…

[ Yukarıdaki Arapça ifade, bir hadistir. İnsan fıtratının bir kodunu açıyor. İnsan ihsanın kuludur; ihsanı ve ihsan edeni tapar derecede sever. Bu açıdan fıtratın bu kodunu dinsiz kesim dine hizmet edenlere saldırıda kullanıyorlar. Hücumat-ı Sitte’deki Tama’ kısmını buna dairdir. Bu riskten kurtulmanın yolu, istiğna düsturuyla kimseden karşılığını vermeden bir şey almamaktır. Ta ki yapacağı iman hizmeti tam bir hürriyet içinde olsun. Tam manasıyla hakikati göstersin. İhsan, perestiş doğurur. Çapına göre… İhsan külli olursa, perestiş de külli olur. İflas etmiş, evini, her şeyini kaybetmiş, 1001 alacaklı yakasına yapışmış bir kişinin karşısına biri çıksa ve ona “ Sizin köydeki tarlanın şu kenarında 3 küp altın saklı ” deyip haritayla yerini gösterse ve kazıp o küpleri bulsalar ve bütün borçlarını ödediği gibi eskisinden daha da rahat bir hale kavuşsa nasıl ferahlar, nasıl mutlu olur, o defineci adama nasıl dua eder, nasıl onu sever. Aynen öyle de Rabbü’l-Âlemîn, insanı hiçlik karanlıklarından alıp varlık ve hayat nurlarına sahip bu dünyada bir şehzade gibi nimetlere gark etmiş; şükredersen bunları kendi hakkında bakileştireceğim gibi ebedîsini ve daha ötesini de sana vereceğim dese ve bunu yapacağını dünyadaki belirtileriyle gösterse elbette bu ebedî hadsiz ihsanlara karşı ebedî bir muhabbet o kalpte ve nefiste bulunması gerektir. Nefis menfaatperesttir. Onun menfaatini ondan daha çok düşündüğünü ve istediğini gösteren Rabbinin ihsanlarını görüp tattıkça o da Allah’ı sevmeye başlar. Gözü menfaatten, menfaat verme fiiline yükselir. O fiilden de Nâfi-i Zü’l-Celali ve’l-İkrama intikal ederek. Onun kimlere ne menfaatler verdiğini verebildiğini müşahede ettikçe, Allah’a karşı iştiyakı artar. Bu şekilde insan tam bir kul olur. İhsanın ve mutlak ihsan sahibi olan Allah’ın kulu ve bendesi… ]

Cemâl ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmâlen işâret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin.

Kâfir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir adavet eder. Hatta kâinata ve mevcûdâta karşı zâlimane ve tahkirkârane bir adâvet taşıyor.

[ Kâfirin adavetinin sebebi, dünyadaki güzelliklerin ya eline geçmemesi veya eline geçenlerin ise elinden çıkıp gitmesidir. Kontrol etmek istiyor, edemiyor. Buradan Allah’ın kontrolüne, ihsanına, cemal ve kemaline geçeceği yerde Allah’ı da kontrol etmek istiyor. Edemediği için Ona kızıyor, küsüyor, sırtını çeviriyor. “ Eğer varsa, neden istediklerimi vermiyor? ” diyor. Dünyanın Cennet olmasını istiyor. Fakat kendi istediği şekilde bir Cennet… Zahmetsiz, sıkıntısız, yorulmaksızın, bedava bir Cennet… Oysa kendisi şirketinde çalışan kişiye 3 kuruş zammı fazla görürken kendisi Allah’tan her şeyi bedava vermesini bekliyor. İşçisi dese ki “ Sen zenginsin. Ben çalışmasam da sen bana bedava maaş verebilecek kadar zenginsin. O yüzden ben evime gideyim. Sen her ay bana şu kadar maaş gönder ” adam küplere biner. “ Hak et, kazan ” der. İşte mevzu aynen böyledir! Kâfir, emek konusuna çok eğilmesine ve önem vermesine rağmen, Allah ile münasebetlerinde emek meselesinin söz konusu olmasını istemiyor. İmtihan hakikati ona ağır geliyor. Kendini o kadar büyük görüyor ki, kimsenin onu imtihan edemeyeceğini düşünüyor. Fakat hastalık, kaza, bela gibi şeyler ile yüz yüze geldiğinde Allah’tan geldiğini bildiği ve kişisel hayatına müdahale ettiği için Ona kızıyor. Fakat bu kızması zâlimce, nankörce… Sadece Allah’a kızmakla kalmıyor. Onun yarattığı her şeyi hakir görerek muamelede bulunuyor. Her şeyi sevebilecek kalbi, körü körüne bütün o sevgiyi kendi içine ve kendi kendine döndürüyor. O sevgi ile Rabbini razı edip sevgisini elde etmekle Rabbini kazanabilecekken, Onun peygamberini sevgisi ve sünnetine tabi olmakla kazanabilecekken, Rabbinin yarattığı her şeydeki Onun ihsanlarını tevhid-i muhabbetle sevip onları dünyasında kalıcı şekilde yerleştirip kazanabilecekken, Rabbinin ihsanlarına şükürle ebedî ihsanlarıyla ebedî Cenneti ve sonsuz hayatı kazanıp elde edebilecekken, nankörlüğü ve düşmanlığıyla her şeyi ve herkesi kaybeder. Onu Everest tepesi kadar azîm yapacak olan muhabbet onun hakkında bir Cehennem çukuru şekline dönüşür. Birisi el uzatmadan o ateş çukurundan da kurtulamaz.

Bu kısımda Üstad ihsan hakikatini delilleriyle anlattı. Ne derece muhabbetullahı hak ettiğini ifade etti. Cemal ve kemal ise daha ötesini hak ediyor. Çünkü ihsan, cemalin bir tecellisidir. Cemal ise kemalin bir cephesidir. İnsan bu şekilde ihsandan, cemale; cemalden, kemale; kemalden, kibriyaya; kibriyadan, ekberiyete şeklinde yükseldikçe ve ilerledikçe mücessem bir aşk ve ruhlu bir şevk haline dönüşür. Efendimiz’de (ASM) gördüğümüz üzere… ]

(Devam edecek…)

[1] İbrahim suresi, 7.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: