Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-4 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

İkinci Nokta: MUHABBETULLAH, ittibâ-i Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder. Çünkü: ALLAH’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir sûrette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor.

[ Burada ana kural, “Sevenin kişisel iradesi olmaz. Seven sevdiğinde ve iradesinde fânidir. Sevilenin iradesi ise, sevdiği ve memnun olduğu şeylerde belli olur. Bu açıdan sevenin hayat gayesi, sevdiğinin razı olduğu ve sevdiği şeyleri yapmaktır. Bu şekilde sevdiğinin rızasını ve sevgisini kazanmaya çalışır. ” Fani insan ilişkilerinde dahi durum bu minvalde ilerliyor. Hakikat noktasında da Allah ile insan ilişkisi Vedûd ismi çerçevesinde böyledir.

Vedûd ismi ile Habîb isminin farkını belirtmek gerekir. Habîb, seven demektir. Bu sevgide sevdiğini tanımak şart değildir. Muhabbete, bu manada “ kör sevgi ” de diyebiliriz. Fakat Vedûd isminin temeli olan meveddet, marifete dayalı bir sevmedir. Bu açıdan Vedûd ismi, sevgide kemal seviyeyi gösterir. Bu manada meveddet, ittiba-ı Sünnet kavramına da bire bir uyan bir sevgi çeşididir.

Allah Resulünü ve yakınlarını sevme bahsinde Kur’an, meveddet tabirini kullanıyor.[1] Onları tanıyın ki sevesiniz. Böyle sevin ki sizi kimse yolunuzdan alıkoyamasın, demek istiyor. Kör sevgi bir kırılırsa kişi Allah düşmanı olur. Fakat meveddet denilen çelik halatı koparabilecek kuvvet dünyada yoktur. ]

Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef’alde benzemek, iki cihetledir.

Birisi: Cenâb-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dâiresinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü: Bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediye’dir (A.S.M.).

[ Seven, sevdiğinin rızasını arar. Eğer sevdiğinin razı olduğu işleri ve şeyleri bilirse onları yaparak sevdiğinin katında değer ve kabul görmeye çalışır. Bu manada Cenab-ı Hakk, Kur’anda razı olduğu fiilleri ve gazaplandığı fiilleri bildirmiş. Mesela “ Ve ehallalâhu’l-bey’a ve harrame’r-riba [2] ( Allah alışverişi ve ticareti helal, faizi ise haram kıldı ) âyeti ticaretten Allah’ın razı olduğunu, faize ise gazaplandığını bildirir. Helal kazanç için ticaret yapan bir aile reisi, Allah rızası üzeredir; faizle geçinmeye çalışan bir kişi ise Allah’ın gazabını kendi üzerine çeker. Kur’andaki her bir emir, o sahadaki rızayı ve o saha ile ilgili Esma-yı Hüsna’ya mazhariyet boyutunu bildirir. Nehiyler ise o sahadaki gazaba ve azaba uğratacak durumları haber verir. Rıza üzere harekete emir-nehiy boyutu ile alışan bir kişi için model şahsiyet ve imam Hz. Peygamber’dir (ASM). Çünkü Onun her bir fiili, ya doğrudan emre dayanır veya gizli emir mahiyetindeki İlahi tavsiyelere dayanır. Fakat rıza, kesindir. Sünneti rehber kabul edip de Allah’ın rızasına mazhar olmamış tek bir kişi yoktur. ]

İkincisi: Mâdem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz İhsanat-ı İlâhîyyenin en mühim bir vesîlesidir. Elbette Cenâb-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil ise, fıtraten benzemek ister. İşte HABİBULLAH’ı sevenlerin, sünnet-i Seniyyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.

[ İlk yönde, Hz. Peygamber’in (ASM) getirdiği vahyin, hayata nasıl aktarılacağı ve anlaşılacağı hususunda rehberliğini gördük. Burada ise, Hz. Peygamber’in (ASM) gerek vahiy alma, gerek İlahi lütuf ve ikramlara mazhar olma ve gerekse vesile olması yönüyle Onun sevilmesi, Onu sevmenin gereği olarak Onun rızasını kazandıracak şekilde sünnete tabi olunması söz konusu… Madem Allah’ı seviyorsun, elbette Onun rızasını gösteren işleri yaparsın, diye ilk bölümde anlattı. Bu manada ilk kısım “ Allah’a ve Onun mutlak kemaline imanın göstergesi ” dir. Burada ise durum Allah resulünün risaletine, Onun Allah’ın kemaline ayna olması ve bu cihetle sevilmesi söz konusu… Yani “peygamberlere iman” bahsi… Madem Allah resulünü, Allah’ı tanıttırdığı, Onun kelamını getirdiği, Onun kelamına göre yaşadığı, yaşayan bir Kur’an olduğu için seviyorsun, o halde seven sevdiğine benzemek, onun gibi olmak ister kaidesince elbette Onun gibi olmak, yaşamak isteyeceksin. Madem isteyeceksin, Onun gibi yaşamalı, Onu kendine model şahsiyet kabul etmelisin, diye Üstad zincirleme bir mantık kuruyor. Allah’ı sevmek, Onun kelamına, cemal ve kemaline ayna haline gelmeyi gerektirir. Resulullah’ı sevmek de aynı şekilde Ona ayna olacak şekilde bir terakkiyi gerektirir. Çünkü Allah, Resulünü seviyor. Resulüne benzeyenleri, Resulünü hayat aynasında yansıtanları seviyor. Neden? Çünkü Mutlak Cemal ve Mutlak Kemal Ona has olduğu, Resulü ise külli şekilde bunlara ayna olduğu için, kendi cüz’î hayatında cemal ve kemale ayna olma sırlarını bir mümin Resulullah’tan (ASM) öğrenebildiğinden, Onun davranışlarıyla ve yaşantısıyla bu aynalık elde edildiğinden elbette bir müminin, Resulullah’a (ASM) ayna haline gelmeye ihtiyacı vardır. O aynalık, neticede Allah’a aynalığa doğru bir yol da açmış oluyor.

Sevginin bir sırrı, sevdiği ile bütünleşme, ona mümkün olduğu kadar benzeme arzusunda görünür. Zaten bir birlerini sevenler zaman içinde bir birine benzemeye başlarlar. Evlenen kişilerin zaman içinde bir birlerine benzemeye başlaması buna delildir. Hatta kişinin beslediği köpek de ona benzemeye başlar. Buna “teşabüh kanunu” deniliyor. Bu kanun Allah resulüne sevgide de kendini gösterir. Allah’a karşı sevgide de… Onların ahlakıyla ahlaklanmak onlara benzemektir. Asıl benzeyiş de budur. Resulullah’a benzeyiş kişiye hadsiz ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyet nasip eder.

Zât-ı Ahmediye ve Zât-ı Muhammediye tabirleri var. Zât-ı Ahmediye, Efendimiz’in Ahmed isimli şahsiyeti boyutunu ifade eder. Bu yön Onun ubudiyet ve velayet yönüdür. Onun ile Allah arasındaki özel yöndür. Ahmed, en ileri derecede hamd eden, Allah’a yönelen demektir. Zât-ı Muhammediye ise, Efendimiz’in Muhammed isimli şahsiyetini anlatır. Muhammed, övülmüş, övülen, övülecek bir hayatı yaşayan ve övülecek sıfatları taşıyan demek. Bu manada Allah’ın razı olduğu ve sevdiği bir hayatı yaşaması noktasıyla ilgili olduğu için Üstad ilk noktada Zât-ı Muhammediye tabirini kullandı. Zât-ı Muhammediye Onun risalet ve halka Hakkı gösterme, Hakkın muradını ve sevdiği şeyler hayatıyla yansıtma yönüdür. Bu manada Zât-ı Muhammediye, şehadet âlemine bakar. Zât-ı Ahmediye ise, gayb âleminde bakar. Peygamberler kendilerindeki ağırlıklı yönle Efendimiz’i Ahmed ve Muhammed ismiyle haber vermişler. Mesela Hz. İsa (AS), Peygamberimizi “Ahmed isminde” diye haber verir. Saff suresi 6. âyette bunu görüyoruz. Üstad’ın 4 Hatve’de tespit ettiği acz ve fakr düsturları, Zât-ı Ahmediye’nin temelleridir. Şefkat ve tefekkür ise, Zât-ı Muhammediye’nin temelleridir. Acz ve fakrına göre kudret ve rahmet hazineleri Efendimiz’e açıldığı, ebedî ihsanat Ona hediye edildiği için Üstad ikinci noktada Zât-ı Ahmediye tabirini kullanıyor.]

Üçüncü Nokta: Cenâb-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnûatın mehâsini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir sûrette sevdirdiği gibi; masnûatını, husûsan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur mahlukatı sever. Cennetin bütün letâif ve mehâsini ve lezâizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âli bir maksad olduğu bilbedahe anlaşılır. Mâdem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder.

[ İhsan, merhamete dayanır. Hadsiz merhamet, ebedî ihsanat ile kendini gösterir. Üstad ikinci noktada Cenab-ı Hakk’ın merhamet sıfatını ve Onun eseri olan ihsanatını anlattı. Nefsin, Allah’a yönelişi ve Resulullah’ı sevmesi noktasında önemli makamını, sünnet-i seniyyeye tabi olmakla kişinin ebedî ihsanata kavuşmaya hak kazanacağını bildirdi. Burada ise cemal ve kemal-i Zâtına karşı muhabbetini ele alıyor.

Cenab-ı Hakk’ın hadsiz ve mutlak muhabbeti var. Nasıl ki merhameti muhtaç kullarına ihsanat şeklinde kendini gösteriyor. Aynı şekilde muhabbet sıfatı da kendini gösterecek. İşte her şeyi bir sanat eseri olarak yaratması, yarattıklarını maddi ve manevi açıdan güzel kılmasına yol açmasıyla muhabbetini gösterdiği gibi, sanat eserlerini göz alıcı, görkemli, mükemmel bir hilkat ve fıtratta yaratması Onun muhabbetini gösteriyor. Yarattıklarını sonsuz güzellikte ince sanatlarla süslemesi, yaratıcılığının aslında bir sevdirme yönü olduğunu da ifade ediyor. Çünkü şuuruyla, dış dünyanın farkında olan, kalbinin hassas duyguları ile güzellikleri görecek, aklının ince terazileriyle her şeyin mükemmel hilkatini okuyacak şekilde melekler, cinler, ruhlar yaratması gösterir ki, akıl-kalb-nefis mekanizmaları bir fabrika gibi işleyecek. Güzellikler, göz penceresinden kalbe girecek, kalbin hassas duyguları o güzelliğe karşı muhabbet, aşk, ünsiyet, gibi duygularla akacak… Bu şekilde kâinatı güzel yaratarak Allah aslında hem kâinatı sevdirecek, hem daha ötede basiret sahiplerine ise kâinatın yaratıcısı olarak Kendini sevdirecek… Akıl midesine ise, yaratılıştaki hikmet ve kemal yansıyacak… Akıl da ince mizanlarla ve mikyaslara ölçe biçe onların kemalini görecek ve hayret duyguları içinde diliyle o kemale sözcü hale gelecek… Aklın hikmeti dilden dışa aktığında akıl, hikmete ve Hakîm ismine ayna haline gelir. Kalb, cemali sevgi ve aşk ile dile döküp diğer kalpleri samimi duyguları ile etkilediğinde kalb, Vedud ve Cemîl ismine ayna haline gelir. Nefsin şükrü ve minnetini ilk nokta ve daha öncesi anlatmıştı.

Bu manada Cenab-ı Hakk, insanlığı ve bütün şuur sahiplerini ihsan-cemal-kemalini gören ve gösteren, duyan ve duyuran, tadan ve tattıran bir ayna olarak yaratmış. Onların hayat aynalarında bunları görmek ve göstermek istiyor. Bu şekilde bir ebediyet dünyası kurmuş. Rahmetiyle yaratan, yaşatan; muhabbetiyle mes’ud eden ve ebedî saltanat vererek minnettar eden bir Rabb-i Mutlak olarak Kendi Kemal ve Cemalini, kullarının üzerinde temaşa etmek istiyor. Kullarının cemal ve kemali bilmeleri, iman etmeleri, ona ayna olmaları Onun kullarıyla iftiharına vesile olur. Bu manada kendisiyle en çok iftihar ettiği kulu, Zât-ı Ahmed-i Muhammed-i Mahmûd’dur (ASM).

Derin tefekkürü ile Cenab-ı Hakk’ın yaratıcılığındaki sevdirme boyutunu idrak edip Cenab-ı Hakk’a Onu tanıma ve sevme ile mukabele eden kullarını O daha çok sever. Çünkü bu kullar, Onun yaratma sırlarını keşfetmiş, kâinat diliyle yaptığı konuşmaları anlamışlardır. Bu cihetten Vedûd isminin tecellileriyle sevgisi onlarda merkezileşir. Onları cemal ve kemaline daha büyük çapta ayna haline getirir. Bu noktada Üstad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmanın önemine vurgu yapıyor: Cennetin bütün letâif (ruha işleyen özellikleri) ve mehâsini (zahiri güzellikleri) ve lezâizi (lezzetleri) ve niamatı (nimetleri), bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın… Onun tek bir muhabbet cilvesi, fâni dünyayı böyle güzel kılmış, diğer bir muhabbet cilvesi Ebedî Cenneti böyle güzel, süslü, leziz ve nimet dolu kılmışsa Onun muhabbetine, Cemal ve Kemaline mazhar olmak nasıl bir kazançtır akıllar tasavvur edemez.

Madem Kur’anın kesin hükmüyle, Allah’ın muhabbetini kendi üzerine çekmek ve ona mazhar olmak, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ile oluyor. O halde bir müminin dünyasında sünnet-i seniyyenin önemi tahakkuk ettiği gibi, Ona mazhar olmak bir mümin için en büyük maksaddır.]

[1] Şura suresi, 23.

[2] Bakara suresi, 275.