Şūrā Meclisi, Cumhuriyet ve Bediüzzaman

Bugünlerde her şeyde sapla saman birbirine karıştırıldığından, bazı kişiler mefhumları da karıştırmaktadırlar. Onun için yazıyoruz:

1- BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN GÖRÜŞLERİNİ, CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİNİN DOĞRU ANLAŞILMASINA SAĞLAYABİLECEĞİ KATKI AÇISINDAN NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

1.1 Şūrā Meclisi ve Bediüzzaman

Evvela, hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.

1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.

2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.

3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.

4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.

Meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet’ ifadeleriyle İslam’ın idaī esaslarını özetleyen Bediüzzaman, yukarıdaki temel prensıpleri eski eserlerinde hulasa eylemektedir.

Bazı istisnaların dışında ve ideal manada olmasa bile, bütün Müslüman Türk devletlerinde bu esaslara riayet edilmeye çalışılmıştır. Toprakları milyonlarca kilometrekareyi bulan Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşaması ve vatandaşlarındaki devlete bağlılık hissi, bu hususu doğrulamaktadır. Ayrıca özellikle gayr-i Müslimlere tanınan haklar da bu kanaatimizi te’yit etmektedir. Arşiv belgeleri, Kudüs fethedilince Hz. Ömer tarafından oradaki azınlıklara tanınan hakların Osmanlı döneminde padişahların değişmesine rağmen, aynı şekilde sürdüğünü açıkça göstermektedir.

İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Bediüzzaman’ın meşveret ile kasdettiği de budur:

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.

Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.

Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır. Bediüzzaman bu noktayı Sünühat adlı eserinde vuzuha kavuşturmuştur; yani İslam hukukunun da birkaç kişiden oluşan şura meclisleriyle devam edemeyeceğini ve bunun daha umumi bir meclise bırakılması gerektiğini vurgulamıştır:

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.

1.2 Cumhuriyet ve Bediüzzaman

Şimdi Cumhuriyet meselesine gelebiliriz ve “Şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli üzerinde durabiliriz. Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın irâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz.

Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisiydiler.

İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece Râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.

İşte 1935 yılındaki Eskişehir Mahkemesinde Cumhuriyet düşmanlığı ile suçlanan ve idamı istenen Bediüzzaman gayet açık bir şekilde ve yukarıdaki düsturlara uygun olarak meseleye müdafaasında yer vermiştir:

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.

Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?

Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğunda, 1921 Anayasasının ilk prensipleri, Cumhuriyetin dindar bir cumhuriyet olduğu ve İslam hukukunun kurallarını tatbik edeceği yazılı idi.

Bediüzzaman hayatı boyunca fikren ve kalemiyle kendi tarif ettiği laik Cumhuriyete asla taraftar olmamıştır; ancak bu cumhuriyet idaresine baş da kaldırmamıştır. Bakınız 1950’lere kadar uygulanan laik Cumhuriyeti Kur’an ayetlerinden çıkardığı işaretlerle nasıl tavsif eylemektedir:

“Dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner.” (Şualar, 277)

Bildiğiniz gibi dünyada cumhuriyet adı altında nice dikta rejimleri bulunmaktadır; herkes Sovyetlerin komünist bir devlet olduğunu ama cumhriyet diye anıldığını henüz unutmamıştır. Mısır’ın son Firavunu da idare şeklinin cumhuriyet olduğunu iddia etmektedir. İşte Bediüzzaman bu manadaki cumhuriyet uygulamalarını şiddetle reddederken şöyle demektedir:

“Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle, vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”

Bütün bunlara rağmen Bediüzzmana şu hakikatleri çok iyi bilmektedir:

Sadece yetkili Müslüman devletler ve hükümetler, İslam hukuku ile alakalı uygulama otoritesine sahiptirler.

Müslüman bir fert, İslam hukukunu üçüncü kişilere karşı uygulama salahiyetine ve icra gücüne sahip değildirler.

İslam hukuku, hiçbir Müslüman ferdin İslam hukukunu üçüncü kişilere karşı uygulama salahiyetine ve icra gücüne sahip olduğunu söylememektedir.

İslam hukuku açısından, bu konuda Müslüman bir ferdin cesur bir kahraman, nefret, terör ve tahrip sonucunu doğuran gayr-ı ahlakî ve gayr-i meşru plan ve tertipleri inceden inceye planlayan bir kişi olması hiçbir önem ve mana ifade etmemektedir.

Sadece ve sadece özel bir eğitim almış ve yeterli vasıfları bulunan, ayrıca da Müslüman devletlerin yetkili makamları tarafından elinde yetki belgesi olan şahıslar, İslam hukuku konusunda fetva vermeye yetkilidirler.

Her Müslüman fert asla Müfti olacak diye bir kural yoktur. Müfti olabilmek için çok ağır şartlar aranmaktadır.

Bu sebeple Bediüzzaman konuyla ilgili Müslüman fertlere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Biliyoruz ki, Kur’an’ın temel gayeleri ve genel prensipleri dörttür: tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet.”

Adâlet hukuk demektir. Bediüzzaman başka bir Risalesinde de şunu ekler:

“Bırakalım bizim ulul-emir olan devlet adamlarımız ve yetkili alimlerimiz bunu düşünsünler”.

Kendisine Cumhuriyet adına zulm edenlere de şöyle seslenmektedir:

“Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor, elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi’ bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.”

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kur an, AI-i İmrân, 189; Mâide, 17-40; Yusuf, 40; Nisâ, 65; Ebu Fâris, Muhammed Abdülkadir, En-Nizâm’üs-Siyâsî Fi’l-İslâm, Beyrut 1984, sh. 17-40.
Kur’an, Hucurât, 13; Bakara, 213, 216, Nisâ, 58 Ebu Fâris, 40-66; Alûsi, Ruh’ul-Maânî, c. 26, sh. 164; Karaman, Anahatlarıyla… 1/176.
Kur’an, Nisâ, 59, Al-i İmran, 32; Ebu Fâris, 67-77; Karaman, Anahatlarıyla… 1/176.
Kur’an, Şûrâ, 38, Al-i İmran, 159; Nebhan, 15 vd.; Ebu Fâris, 67-77; Karaman, Anahatlarıyla… l/177, 202 vd.
Kur’an, Bakara, 236.
Kur’an, Al-i İmran, 104.
Karaman, Anahatlarıyla… 176-178.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 81, 29 Şubat 324, Dinî ceride: 73, Mart 1909.
Serkiz Karakoç, Külliyât-ı Kavanin, c. I, TTK.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 60, Altıncı Kelime.
Kur’an, Al-i İmran, 159; Şûrâ, 38; Nebhan, 161-162; Ebu Fâris, 79-92.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Evrakı Tasnifi, No: 23-1516, 1515; 14-1610; 14-154; Alûsî, Ruh’ul-Maânî, c. 28, sh. 20-22; İbn’ül-Kayyım, İ’lâm’ül-Muvakkıîn, 4/373 vd.
Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat.
Ebu Fâris, 18 vd.; Nebhan, Anahatlarıyla… 1/179-181; Seyyıd Bey, Hilâfet ve Hâkimiyet-i Milliye, 36 vd.; Bu risale isimsizdir ve Cumhuriyet döneminde tarihsiz olarak devletçe bastırılmıştır. Seyyid Bey’in olsa gerektir.
Özellikle Osmanlı Devletinin yükselme devirlerinde bu denge daima korunmuştur. Fâtih’in bir Rum ile beraber vargılanması, Zenbili’nin Yavuz’u azarlaması ve benzeri hâdiseler bunu te’yit etmektedir. Bkz. İlmiye Salnamesi, İstanbul: MTM, I/498-500.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 363.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 277.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, sh. 287.
Bediuzzaman Said Nursi, Signs of Miraculousness, The Inimitability of Kur’an’s Conciseness, (Istanbul: Sozler Yayınevi, 2007), Giriş, sh. 18.
Ebu el-Hasan Ali ibn Muhammed el-Mawardi, el-Ahkâm el-Sultaniyyah fi el-Wilayat el-Diniyyah, (Kuwait: Dar ibn Qutaybah, 1989), sh. 22-23; Zafir el-Qasimi, Nizâm el-Hukm fi el-Şerî‛at wa el-Târîkh el-Islâmî, (Beirut: Dar el-Nafaʿis, 1990), sh. 352-53; Berger, Maurits, “Sahrî‘ah Law in