Etiket arşivi: 28 Şubat

Müjde: Kur’an kurslarında yaş sınırlaması kalktı

28 Şubat darbesi ürünlerinden biri olan Kur’an kurslarına giden çocuklara 12 yaş sınırı getiren uygulama sona erdi. Diyanet, Kur’an Kursları Yönetmeliği’ni değiştirerek küçük çocukların Kur’an kurslarına gitmemesi için uygulanan yaş sınırına son verdi. Buna göre artık çocuklar okulların tatil olduğu zamanlarda velisinin isteğine bağlı olarak Kur’an kurslarına gidebilecek.

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Eğitimi ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği’nin dünkü Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla Kur’an kursu yaş sınırı sona erdi.

Kur’an hocasına ders ücreti ödenecek

Yönetmelikte yapılan değişikliğe göre okulların tatil olduğu zamanlarda, 18 yaşındakiler kendi isteğine, çocuklar da velilerin iznine bağlı olarak kurslara gidebilecek. Camilerde ve müftülüklerce uygun görülecek yerlerde mülki amirin onayıyla yaz Kur’an kursları açılacak. Camilerde Kur’an öğretimi kurslarında, din hizmetleri sınıfından nitelikleri Başkanlıkça belirlenen personel, öğretici olarak görevlendirilecek. Personele, ders ücreti tahakkuk ettirilecek.

70 puan alana Hafızlık belgesi

Yönetmelikte bir diğer yenilik ise Hafızlık eğitimi oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı Hafızlık Tespit Yönetmeliği’ni yürürlükten kaldırdı. Bunun yerine Hafızlık eğitim süreçlerini takip etmek ve değerlendirmek üzere il ve ilçe müftülüklerinde hafızlık takip komisyonu kurulacak. Hafızlık tespit sınavı, Kur’an kurslarında veya kendi imkanları ile hafızlıklarını tamamlayanların tespiti amacıyla başta Diyanet’e bağlı eğitim merkezleri olmak üzere uygun görülen yerlerde ve tarihlerde Başkanlıkça sözlü olarak sınav yapılacak. Hafızlık tespit sınavlarında değerlendirme, 100 puan üzerinden yapılacak. Başarılı sayılabilmek için en az 70 puan alınması şart olacak. Sınavda başarılı olanlara Başkanlıkça Hafızlık Belgesi verilecek.

Sosyal etkinlik de düzenlenebilecek

Kur’an kurslarında gerçekleştirilecek faaliyetler, yönetmelikte şöyle düzenlendi:

– Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak yüzünden okumayı öğretmek,

– Tecvid, tashih-i huruf ve talim gibi Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun ve güzel okumayı sağlayıcı bilgileri uygulamalı olarak öğretmek,

– Özellikle namaz ibadeti için gerekli sure, ayet ve duaları ezberletmek ve anlamlarını öğretmek,

– Hafız yetiytirmek ve hafızlık yaptırmak,

– Kur’an-ı Kerim’in daha iyi anlaşılmasını sağlamak,

– İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile Hazreti Peygamberin hayatı ve örnek ahlakı hakkında kurslara katılanların tümüne bilgiler vermek,

– Açılacak kurslarda sadece Kur’an eğitimi değil, dini içerikli sosyal ve kültürel etkinlikler düzenlemek.

STAR GAZETESİ

28 Şubat’ın en büyük dersi: Ve insan aldandı

Hz. Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde çok derin insan teşrihlerinde bulunur.

Meselâ, der ki: Aklın pek garip bir hali vardır. Her şeye uzanan öyle bir kabiliyete sahiptir ki, bazen bütün kâinatı kuşatır ve kucağına alır. Bazen imkân (yani şu sebepler) dairesinden çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir damla suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Hangi şeyde kaybolursa, bütün varlığı o şeyle sınırlı bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi yanında götürmek ister. Yine, şöyle der o: “Hem senin mahiyetine Allah öyle manevî cihazlar ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde, göz, bir saçı kaldıramadığı gibi, o latîfe, bir saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamaz; hattâ bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor; amel defterinin büyük kısmı ve ömür sayfalarının çoğu hardal tanesi hacmindeki hafızana kaydoluyor, bunun gibi, çok cüz’î küçük şeyler var ki, büyük eşyayı bir cihette yutar, içine alır.

İşte insan, böyle kompleks ve çözülmesi zor bir yapıya sahiptir. Hz. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, küçücük göz bütün ufku tarar; ama bütün ufku tarayan bu gözün görmesine bir toz zerresi, bir kıl mani olur. Bütün kâinatı kurcalayıp, zamanın ve mekânın dışına taşan akıl, gider bir damla, bir zerre, bir kıl mahiyetindeki bir heveste, bir makamda, bir anda, bir bakışta, bir menfaatte, bir korkuda, küçük bir hedefte, basit bir tamahta, temelsiz ve geçici bir sevgide boğulur gider; boğulur gider de, dünyasını da, âhiretini de mahveder. Dünyayı sonsuz, hayatı ölümsüz gibi görüp, öyle bu dünyaya, bu hayata sarılan insan, sonsuz gibi gördüğü hayatı günübirlik, hattâ anlık yaşamaktan kurtulamaz; oysa peşini ne dünün dertleri, ne de geleceğin ızdırapları bırakır.

Evet, 28 Şubat’ta, çürümeye mahkûm etten, kemikten, kandan müteşekkil; bir kılda, bir damlada, bir zerrede mahvolup gitme isti’dadında; ne dünü, ne bugünü, ne de yarını bilen, buna rağmen düne de, bugüne de, yarına da hükmetmeye kalkan, hükmedebileceklerini zanneden birtakım güç, sermaye ve kalem sahipleri, işbirliği içinde ve Türkiye’nin dinamiklerini bilmeleri mümkün olmayan birtakım dış mihrakların yönlendiriciliği veya sürükleyiciliğinde Türkiye’de bin yıllık iktidar kurabileceklerini zannettiler. Bizzat kendileri de ne Türkiye’nin dinamiklerini biliyorlardı, ne tarihi, ne de hadiseleri okuyabiliyorlardı. Bunların da ötesinde, gözlerinin önünde cereyan eden “tabiat” hadiselerini de göremiyorlardı. Halkın keşfettiği bir gerçek olarak, kara gün kararıp kalmadığı gibi, geceleri gündüzlerin, kışları baharların takip ettiğini, düzlüklerin daimî olmayıp, inişlerle yokuşların birbiri peşisıra veya hemen düzlüklerin ardından veya önünden geldiğini de görmüyorlardı. Bunların da ötesinde, Türkiye’nin 1950’den itibaren tarihinin nasıl ortalama 10’ar yıllık dönemlerle ilerlediğinin de farkında değillerdi. Her 10 yılda bir ülkeye yapılan müdahalenin, Türkiye adına, müdahaleyi yapanların hiç de arzu etmediği daha ileri bir merhaleye kapı araladığını da anlamıyorlardı. Ayrıca, gerçeklerin, özellikle menfaat çatışmalarının zirvede olduğu günümüzde gizli kalamayacağını ve menfaatler üzerine oturan bir dünyada kalıcı ittifak ve dostlukların olamayacağını hiç bilmek istemiyorlardı.

Evet, 1950’den bu yana kirli iktidarlar veya dönemler 10 yılı aşamadığı gibi, kış içinde yalancı bahar, fecr-i sâdıktan önce fecr-i kâzip mahiyetindeki iktidarlar veya iktidar sahipleri de 10 yılı aşamadı. Bu da, son 60 yılımızın bir diğer önemli dersidir.

Ali Ünal / Zaman Gazetesi

Arap Baharını Tetikleyen Alim

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.

Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.

Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:

Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)

Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

2-Nursi, Said, Münâzarat, 50

3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16

4-Bkz. Hucurat, 49 /13

5-Nursî, Münâzarat,

6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61

7-Nursî, Münâzarat, 39-40