Etiket arşivi: 31 Mart

İzzet ne zaman gerek?

Aldığım en güzel üslûp derslerinden birisidir: Bediüzzaman’ın, 31 Mart Olayları ardından Divan-ı Harp’te yargılanırken “Sen de şeriat istemişsin?” sorusuna karşı verdiği cevap: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil! Burada, dikkat ederseniz, talep ettiği şeyden bir adımcık geri atmaz Bediüzzaman. Kendisine gelebilecek zarardan ötürü korkmaz. Taviz vermez. Takiyye yapmaz. Fakat şunu da yapmaz: Davanın haklılığına, üslûptaki sorun nedeniyle halel getirmez. Dava ile üslûbu birbirinden ayırır. Davanın hak olduğunun altını çizmekle birlikte üslûptaki sorunların şeriattanmış gibi anlaşılmasına engel olur. Amacın meşruiyeti ile üslûbun meşruiyeti arasındaki mesafeyi vurgular.

Bu metin benim için çok önemlidir. Çünkü özellikle ‘özgürlük’ eksenli bütün tartışmalarda toplumun ‘talebin meşruiyeti’ ile ‘üslûbun yanlışına’ çekilmeye çalışıldığını gözlemlerim. O kadar çok örneği vardır ki bunun: Gezi olaylarında mesela ‘ağaç kesmenin kötülüğü’ gibi masum bir zemin üstünden ‘kaldırım taşı söküp polise fırlatma’ yanlışlığı yedirilmeye çalışılır halka. Veyahut bir eylem sırasında bir evladımızın kaza eseri ölmesi üzerinden devlete/meşru hükümete topyekun bir başkaldırmanın yolları dayatılır. Bazen de bu saldırı dışarıdan değil içeriden olur. Yolsuzluk başlığını büyük puntolarla kullanmaya başlamış bir grup, bunun yanlışlığı üzerinden, bin nümayişle kendi kopardığı anarşi ve fitnenin meşruiyetine yollar arar. Dedim ya size: Yöntem çoktur. Ama hepsinin istediği birdir: Amacın güzelliğine meftun edip araçlardaki sorunları görmezden gelmemizi sağlama. Bir nevi fikir ilizyonu.

Halbuki yine mürşidim bir yerde der:Gayrımeşru tarik, zıtt-ı maksuda gider. Doğruyu istemek yetmez tek başına her zaman. Doğruyu da ‘doğru bir şekilde’ istemek gerekir. Yoksa amacın tam tersi bir maksada götürür bizi. Bir masumun ölümü nedeniyle başlatılan eylemlerin başka masumların ölümüne sebep olması gibi. Karmaşa fasit bir dairedir. Sürekli kendi meyvelerini yiyerek beslenir, büyür; sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; başlarken hangi amaçla yola çıkıldığı bile unutulur.

Bu nedenle, ben, her zaman “Yoksa sen özgürlüğe taraftar değil misin? Yoksa sen masumun ölmesine seviniyor musun? Yoksa sen polis şiddetini haklı mı buluyorsun? Yoksa sen yolsuzluklara taraftar mısın? Yoksa sen devletin baskısını destekliyor musun? Yoksa sen de devletçi misin?” tarzı bütün baskılara aynı cümleyle direnirim: “Ben de özgürlük, ben de huzur, ben de temiz toplum, ben de mutluluk, ben de gelir eşitliği, ben de adalet isterim; ama ihtilalcilerin istediği gibi değil.” Birşeyi ıskalıyorsunuz: Sizinle beraber olmayışımız, sizin istediğiniz şeyleri istemiyor olduğumuzdan değil ‘sizin gibi istemeyişimizden’ kaynaklanıyor.

En yakın örneği Gezi’de yaşananlar. Mekansal talep bağlamındaki benzerliğinden ötürü söylüyorum: Bu ülkedeki dindar insanların Ayasofya’nın tekrar cami olmasından daha çok istediği birşey var mı? Müzeye çevrildiği günden beri yapılan, yazılan ve söylenen şeyler ortada. Fakat ne zaman siz dindarların böylesi bir mekansal talep için insanları taşladığını, polislerle çatıştığını veya molotoflu saldırılar yaptığını gördünüz? Ne zaman taleplerini topyekun milletin huzuruna tercih eder şeyler yaptılar?

Hal böyleyken, dindarlara üstperdeden racon öğretmek; devlet otoritesinin kölesiymiş, baskıdan hoşlanıyormuş, masum ölümlerine seviniyormuş, yolsuzluklara taraftarmış, iktidar yalakasıymış gibi ithamlarda bulunmak ne solun ne de bu sıralar kankalıklarını yapan diğer kesimlerin haddi değildir. Ve bunlarla musalaha diliyle de konuşulmaz. Argo tabir kullanacağım: Atarına atar, giderine gider yapılır. İzzetli olmak bir müslümana en çok böylesi zamanlarda yakışır. Alttan almaya gerek yok. Çünkü alttan alınacak bir hatamız yok. Kur’an bize bunu öğretiyor:Leküm diniküm veliyedin. Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Siz bizim idealimiz değilsiniz. Üslûbunuz da meşru taleplerin iletilmesinde tek yol değil. Her şiddet eylemini tarafınızdan gördükten sonra durup durup “Ülkeyi kutuplaştırıyorlar!” diye söylenmeniz de sadece gülmemizi arttırıyor, başka birşeyi değil.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Gezi Olaylarının Arkasındaki Karanlık Güçler ve Koç Holding

akgündüzSon zamanlarda Gezi olayları yeniden konuşulmaya başlandı. Baştan söyleyeyim ki, 31 Mart olayını bilmeyeneler bu olayları tam değerlendiremezler. Mısır’ın en zengini olan Necip Saviris’in, Mursi’ye karşı darbeyi desteklediğini New York Times’a itiraf ettiğini kendi kurduğu Liberal Parti’ye ait ülke genelindeki tüm teşkilat ve tesisleri isyan için tahsis ettiğini aktarmıştır. Maalesef aldığımız duyumlar, iç ve dış mihrakların Koç Holdinge de aynı görevini verdiğini gösteriyor. Türkiye’deki darbe şerirleri muvaffak olamayınca, prim kaybetmeye başladılar ve kendilerini müdafaa mecburiyetinde kaldılar. Maalesef ehl-I imanın sesi olması gereken Zaman’ın başyazarı, bu dönen dolapları aktarmak yerine Mustafa Koç’u destekleyen yazılar yazmaya bile cüret edebiliyor. Hizmet adına ayıptır ve günahtır.

Şimdi geliniz, bize kadar ulaşan ve bu işin içinde Koç Grubunun aynen  Saviris gibi davrandığını gösteren; bunların hamisinin ise CHP’deki karanlık noktalar ve bir kısım marijinal örgütler olduğunu akl-I selim sahibi olanlara anlatacak bazı delil ve olaylara:

Birincisi; 4 Nisan 2013 tarihinde Gaziantep’te cereyan eden bir olaydır. Çok yakın tanıdığım bir iş adamı, çok yaşlı bir CHP’li işadamını ziyaret etmektedir. CHP’li işadamı sorar: Genç kardeşim bu yıl için yatırım hazırlıklarınız var mı? Evet cevabını alınca çok kesin bir şekilde şöyle der: Kesinlikle Türkiye’de yatırım yapma. Zira 1 Haziran’dan itibaren Türkiye’de sokak savaşları başlayacak. Bizim işadamı dehşetli duygularla ayrılır.

İkincisi; Koç Üniversitesinde yaşanan bir olaydır. Bu üniversitede önemli bir mevkide çalışan vatanperver bir arkadaş, 2013 Diyanet Kitap Fuarında OSAV standına kadar gelerek bana şu dehşetli olayı anlattı: Koç Üniversitesinde bizzat rektörün organizesiyle günler öncesinden psikolog ve pedagogların rehberliğinde, bütün talebelere, hocalara ve çalışanlara, Gezi olayları dersleri verildi. Artık bu hükümetin gidici olduğu, gaz maskelerine karşı nelerle ve nasıl korunulacağı ve saire ayrıntılı eğitimler sunuldu. Bu olayı duyup da dehşete kapılmamak mümkün mü?

Üçüncüsü: Osmanlı Araştırmaları Vakfında çalışan kardeşimizin beyanına göre, genelde Şarklıların oturduğu İstanbul’un bir semtindeki kahveye, kimliği belirsiz kişiler geliyor ve gençlere sesleniyor: Arkadaşlar! İşsiz olanlarınız Taksim’e gelsin. Üç öğün yemek, gece konaklama ve günde 50 TL bizden. Sadece orada kalabalık yapın yeter.

Bütün bu olayları nakledenlerin isim ve adresleri bizde mahfuz. Bütün bunları duyduktan sonra, Mustafa Koç’un günah çıkarmasına ve Ekrem Dumanlı’nın avukatlığına kim inanır?

Bütün bu olaylardan sonra Bediüzzaman’ı dinlemek gerekiyor:

Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş’et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind’deki Mecusi ve Berahime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa‘nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. (Lem’alar, 122 )

Bediüzzaman’ın “Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 ) ifadesine de tam uyuyor.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org