Etiket arşivi: Abdest

Su

Tek damlalık görünüşiyle, muhteşem girdaplarıyle, korkunç şelâleleriyle ve daha bin bir çeşit tezahürleriyle su, ne büyük bir sırrı fısıldar, durur! Fakat biz, Mevlanâ’nın dediği gibi, İlişlerimizle hemen vardığımız hakikatlere, aklımızla ancak asırlar sonra erişiriz. Bugünkü biolocyanın büyük prensiplerinden biri, kimyevi maddele­rin iki sınıfta mütalaasıdır: Birinci grup kimyevi maddeler, camit mo­leküllerdir ki, her gün dışarıda rastladığımız demir, mermer, kireç vesaire gibi şeyler bunlardandır. Diğer grup ise, (iyonize) canlı moleküllerdir. Bu nevi kimyevi mad­deler, bütün hayattar uzuvların esasını teşkil eder. Daha açık bir misalle, alelâde demir, terkip ba­kımından uzviyetteki kan ve te­neffüs kimyasının esasını teşkil eden (iyonize) demirden farksızdır. Aradaki ayrılık birincinin camit, ikincinin (iyonize) olmasından iba­rettir. Aynı zamanda bir maddenin (iyonize) olması için suda erimesi mecburiyeti bir (biyo-şimi) kanu­nudur. Şu halde bir maddenin canlı unsurlar teşkil edebilmesi için, su­da erimesi, mutlak bir mecburiyet­tir. Yani canlı şeylerin tecelli esası sudur. Bu kanunu mutlak mânasiyle Kur’anda buluyoruz.

Suyun başta selen biolojik kıy­metini belirttikten sonra size insan uzviyetinde su mevzuunun iki mü­him kıymetinden bahsedeceğim. Bunlardan birincisi, suyun insan deveranındaki rolüdür. Vücutta hücreler daimî faaliyet neticesinde birtakım zehirli maddeler birikti­rirler. Yorgunluk dediğimiz du­rum, bu maddelerin birikmesinden ileri gelir. İnsan bedeninde bu maddelerin ıtrahı deveran ile sağ­lanır. Ancak devamlı faaliyet gös­teren hücreler, deveranın hızı yet­mediğinden bu maddeleri atamaz­lar. Hücre, biriken bu asit madde­lerinin tesiri altında âtıl hale ge­çer, süratle ihtiyarlar ve hattâ ölür. Bu hâdiseler vücudumuzda her gün milyonlarca defa tekrarla­nır. Bazı alimlere güre, hücredeki bu vaziyet, ihtiyarlamanın esas prensiplerinden bilini teşkil eder. Yine bu hücre inkırazın in en tehli­keli tezahürü, beyinde görülür. Çünkü beyin en çok çalışan, dolayısiyle en çok yıpranan hücreleri ihtiva eder. İlmi çalışmalara ta­hammülsüzlük, bu prensipin en beliğ ifadesidir.

Şimdi, bu tabii ve mecburi hâ­disenin gayet kolay şekilde telafi edilebileceğini anlatayım… Bunun için şu deveran kanununu bilmek icap eder:

«Su cilde temas edince o mıntakanın damarlarında, ya ge­nişleme, ya daralma yapar. Bu su­retle ana damarlardaki kan kütlesinde mühim bir değişiklik olur. Bu değişikliği vücut kabul etmiyeceğinden şiddetli bir deveran karışıklığı ve mübadelesi husule gelir. »

Bu mühim hâdisenin neticesinde bütün hücreler yıkanır, zehirlerin­den temizlenir ve gençleşir. Yıkandıktan sonra husule gelen ferahlık bu deveran hâdisesindendir. Yok­sa eskilerin zannettiği gibi, kat’iyyen cilt teneffüsünden değildir. Deri sathına su temasının diğer bir faydası daha vardır: Deri altında bulunan hücreler, en son buluşlara göre (hormon) ve hastalıktan ko­ruyucu maddeler istihsal eder. Su teması bu hücreleri de canlandırır. Buna güre bütün vücut haftada en az üç kere yıkanarak yorgun hüc­reler hayata iade edilmelidir. Eğer hücre çalışmalarını azamî randı­mana çıkarmak istiyorsak aşağıda­ki tavsiyelere riayet etmek gerekir:

abdestGünde birkaç defa yıkanarak deveranı daima tazelemek zor ola­cağından, muhiti deveranı tenbih etmek icap eder. Muhiti deveran bölgeleri, yüz, el, kol ve ayaktır. Demek ki, günde birkaç defa bu bölgeleri soğuk su ile yıkamak yu­karıdaki iyi neticeyi temin eder. Beyin deveranının temini ise, bey­ne giden damar bölgelerini yıka­makla temin olunur. Bu bölgeler, ağız içi, burun içi, kulak arkası, başın tepesi ve ensedir. Bu bölge­lerden ağızın yıkanması basittir. Burunun yıkanması ise çok önemli­dir. Beş altı sene evvel nörolocyaya giren bir refleks prensipine nazaran, burun derisi altındaki sinir uçları burun içinden alacağı intibaı bir refleksle cevaplandırır. Bu refleks (Hipotalamus) denen çok mühim bir hayat merkezinden geçer. Burun için tenbih (Hipotalamus) u canlandıracağından çok bü­yük (hormonal) ve hayatî faydalar temin eder.

Kulak arkası ile başın tepe kısmına gelince, bu kısımların bol su ile yıkanması doğru değildir (üşütme tehlikesinden dolayı). Ancak ıslak elle bu bölgeleri silmek la­zımdır.

Toplayıcı hüküm noktasına gel­meden evvel tebarüz ettirmeliyim ki, cinsi birleşmeden sonra vücut­ta o kadar çok hücre yıpranır ve ölür ki, muhakkak surette deveranı süratlendirmek icap eder. Bü­tün vücudu yıkadıktan başka be­yin deveranını ve bilhassa (Hipotalamus) u tenbih bakımından buru­nu müteaddit defalar yıkamak şarttır. Cinsi temastan sonra, söylediğimiz prensiplere riayet etmiyenlerin bedeni ve dimaği faaliyetlerini sıhhatle yapmalarına imkân yoktur.

İşte, kendi kendisine tecelli eden toplayıcı hüküm noktası:

Bugün en ileri akıl ve ilim, su­yun kıymet ölçüsü ve tesiriyle bir arada, döne doluşa, farkına varma­dan, en mükemmel sağlık rejimini, İslâmiyetin abdest ve gusül çerçe­vesi İçinde tesbit etmiş bulunuyor. Bizim gibi (Hamdederiz) o mutlak hakikatler manzumesine inanmak için asla ilmi ve akil teyide ihti­yacı olmıyanların, bu esasi iman­larından sonra elde ettikleri aklî ve ilmi teyit de dâvalarına refakat edince ne güzel olur, değil mi? Evet böyledir ve ilim sahasının ni­hai durağı muhakkak ki, o mutlak hakikatler kapısının eşiğidir.

Suyun vücut kimyasındaki rolü­ne gelince, bugün (biyo-şimi) sa­hasındaki terakkiler, (izotop) kanunlarına dayanarak bir su mole­külünü işaretleyip vücuttaki sey­rini takip edebiliyor. En müsbet tecrübeler göstermiştir ki, suyun vücuttaki ilk gidiş merkezi, kim­ya fabrikamız olan karaciğerdir. Karaciğer vücuttaki bütün madde­lerin (sentez) ve (analiz) ini yapar ve çeşitli (iyon) lar husule getirir. İşte bu terkip ve tahlil için suya, mutlak ihtiyaç vardır. Bundan baş­ka, karaciğer beslenmek için su­yun (oksijen) ini parçalıyarak alır. Susama hissinin başlangıcı karaci­ğerden doğar; beyindeki bir mer­kez ve hormon vasıtasiyle de idare edilir. Bundan dolayı müfrit âlim­ler, insanın susadığı zaman, hangi şart içinde bulunursa bulunsun, su içmesini mecburî addeder.

İşin en alâka çekici tarafı, haya­tın başlangıcı su ile sonunun da susuzluk olmasıdır. Adlî tıbba gi­ren en yeni kanunlardan (Dossi-Massi) (test) ine göre, mutlak ölü­mün ifadesi, karaciğerde, (gliko­jen) in eriyip (glikoz) haline gelmesidir. Bu olay sonucunda kara­ciğer (glikoz) ve suyunu bitirerek mutlak ölüm husule gelir.

Her türlü hayranlığın verasından kaydedelim ki, bu kanunun da bildiricisi Peygamberimizdir. Resuller Resulü, ölümü, karaciğerden suyun tükenmesi olarak bir ha­disinde ifade buyurmuşlardır.

Şüphesiz ki, her şey, her yol, bütün hakikat ve kâinat, bütün sırlariyle, «O» na hediyedir.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, Büyük Doğu (06 Ocak 1950, Sayı: 13) Dergisinden alınmıştır.

Diş teli, diş dolgusu, kaplama ve protez dişler gusle engel olur mu? Gusül veya abdest sırasında protez dişleri çıkarmak gerekir mi?

Ağız ve Diş Sağlığı:

Diş ve ağız sağlığının önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Ağız sağlığı vücut sağlığı demektir. Vücut sağlığına dikkat etmek gerektiği gibi, diş sağlığına da önem vermek gerekir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)

“Ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namazdan önce misvâk kullanmalarını emrederdim.” (Buhârî, Cuma, 8),

“Misvâk ağzı temizler, Rabbı râzı eder.” (Buhârî, Savm, 27)

“Peygamberlerin sünnetlerindendir.” (Tirmizî, Nikâh, 1),

“Cibril misvâk üzerinde o kadar çok durdu ki farz olacak diye korktum.” (Ahmed, V / 263)

hadisleriyle Peygamberimiz (s.a.v) misvâk kullanılmasını teşvik etmiştir. Bununla amaç, dişlerin temizliğini ve ağız sağlığını korumaktır.

Diş kaplama, özellikle takma, doldurma ve protez gibi olaylar, ağız sağlığını temin hususunda başvurulan ve son asırda ortaya çıkan çarelerdir. Yapılan bu işlemler tedavi amaçlı ve zaruridir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalıkların tedavisini emretmiş, hastalandığı zaman kendisi de günün şart ve imkanları ölçüsünde, ilaçlar kullanmış ve tedavi görmüştür. Konuyla ilgili hadislerden ikisi şöyledir:

“Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifâ veya devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesnâ; o da ihtiyarlıktır.” (Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 1; Ahmed bin Hanbel, III/156)

“Her derdin bir devâsı vardır. Onun için, derdin devâsı bulunduğu zaman o dert iyi olur.” (Buhârî, Tıb 1; Müslim, Selâm 69, Fedâil 92; Ebû Dâvud, Tıb 1).

Diş Tedavisi ve Gusül:

Hanefî mezhebine göre ağız ve burnun içi vücudun dış kısmından sayılmaktadır. Bundan dolayı farz olan gusül esnasında ağız ve burna su verip iç kısmını ıslatmak gerekir. Diş dolgusunun ve kaplatmanın gusle engel olduğunu söyleyen kimseler bu esastan hareketle, dişine kaplama ve dolgu yaptıranların gusüllerinin sahih olmadığı kanaatini taşımaktadırlar.

Bilindiği gibi, diş çürüyünce ve içi oyulunca, ya çekilip protez yapılmakta veya oyuk kısım doldurulmaktadır. Protez esnasındaki yandaki dişler inceltilerek üzerine kaplama geçirilmektedir. Hâliyle bu tedavi bir zaruretten dolayı yapılmaktadır. Zaten bugün diş tedavisinde bu iki yoldan birisi mutlak sûrette uygulanmaktadır. Dolgu yapılmadığı takdirde çürümeye engel olunamadığından, çürüyen diş kaybedilmektedir. Bunun önüne geçmek için de dolgu yapılarak diş uzun bir müddet muhafaza altına alınmaktadır. Böylece bu muamelenin zaruret olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

İşte böyle bir zaruretten dolayı dişe dolgu yaptırılır veya kaplatılırsa, artık o dolgu ve kaplama maddesi dişin kendisinden sayılır. Bu bakımdan da gusle bir engel teşkil etmez.

Bu meseleye ışık tutacak bir hadise Asr-ı Saâdette de meydana gelmişti. Sahabîlerden Afrece bin Es’ad’ın İslâmiyet’ten önce vuku bulan bir savaş esnasında burnu kesilmişti. Bundan sonra gümüşten bir burun taktırdıysa da kötü bir koku neşrettiğinden rahat edemedi. Sonunda durumu Resulullaha (a.s.m.) anlattı. Peygamber Efendimiz (a.s.m), altından bir burun yaptırıp taktırmasını tavsiye etti. (Tirmizi, Libas 31; Ebû Dâvud, Hâtem 7)

İşte bu hadisten hareket eden, başta İmam Muhammed olmak üzere bazı İslâm âlimleri, takma ve doldurma diş yaptırmada bir sakıncanın bulunmadığını; hattâ bunun altın madeninden yapılması hususunda ruhsat bulunduğunu ifâde etmektedirler. Bu meselenin esasını, meâlini verdiğimiz hadis-i şerifin izahında bulmak mümkündür. (Serahsî. el-Mebsût, 1/132)

Ayrıca boyacının tırnağındaki boyanın, dişlerin arasındaki ve oyuk dişin içindeki yiyecek artıklarının gusle engel olmadığı fıkıh kitaplarımızda ifâde edilmektedir. Dış dolgusu da buna benzer bir durumdur. Diş oyuğundaki yemek artıklarını gidermek ve tırnaktaki yağlı boyayı temizlemek mümkün olsa da, gusül esnasında dolgu yapılan dişin içini boşaltıp yıkamak mümkün değildir. Bunun için dolgu ve kaplama da gusle engel olmaz.

Diş kaplaması veya dolgusu bir zarûretten dolayı yapılırsa, -ki umumiyetle öyledir- bu bir nevi çürüyen dişi tedâvi şeklidir. Bu zarûretin dindar ve selâhiyetli bir doktor tarafından tesbit edilmesi gerekmektedir. Bu vasıfta bir doktorun tavsiyesi ile yapılan kaplamanın dinen bir mahzurunun olmadığını ve altta kalan dişin, ağzın görünen kısmından çıkıp, görünmeyen kısmın hükmüne geçtiğini ifâde eden Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda, bir sual vesilesiyle bu durumu şöyle izah eder:

“Kaplamanın altının gusülde yıkanmaması guslü iptal etmez. Çünkü, üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların (yaraların) üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gusli (yıkanması) yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binâen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. Ve’l-ilmü indallah, madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor, elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifâde edemez. Çünkü, hattâ zarûret derecesine geldikten sonra böyle umûmü’l-belvâda eğer bilerek sû-i ihtiyariyle olsa o zaruret ibâheye (mübah olmasına) sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zarûret için elbette cevaz vermez.” (Barla Lâhikası, s. 157)

Ancak çıkarılıp takılabilecek diş ve protezlerin gusül sırasında, ağzı yıkarken çıkarmak gerekir.

Bu mesele sadece Hanefi mezhebinde mevcuttur. Diğer mezheplere, meselâ, Şâfiî mezhebine göre gusülde ağzın yıkanması farz olmayıp sünnettir. Bu mezhebe göre, dişin gerek dolgu, gerekse kaplama ve protez yapılması hiçbir şekilde gusle zarar vermez.

Nitekim değerli fıkıh kitabı Mülteka şerhinde fetva kitabından naklen şöyle deniyor:

Dişini mecburen doldurtan kimse, gusülde bu dolguyu söküp atması mümkün olmayınca, dolgunun üzerinden geçen suyla iktifa ederse, guslü sahih olur mu?

Elcevap: Olur. Şüpheye mahal kalmaz.  (İzahlı Mülteka tercümesi, Taharet bahsi, s. 32)

Ancak bu mes’elede iki farklı konu vardır. Onu hatırdan çıkarmamalıyız. Biri, diş dolgu ve kaplamasına Tabib-i Hâzık dediğimiz dindar ve selâhiyetli bir doktorun gerek görmesi… Şâyet böyle bir doktor bunun ihtiyaç olduğunu ifade etmişse bu tedavi israf olmadığı gibi gereklidir de.  Ancak böyle bir doktor, ihtiyaç olarak görmemiş buna gerek olduğunu ifade etmemiş, lâkin süs ve zinet olarak taktırmak istemiş, sırf gösteriş arzusundan buna lüzum görmüş ise, bunun yapılması hem caiz değildir, hem de israftır.

Doldurma ve kaplama dişlerin gusle engel olduğunu söyleyenler, bir ihtiyaç olmadan yapılan bu ikinci kısım doldurmayı ve kaplamayı kasdetmiş olabilirler.

Burada önemli bir soru akla geliyor:

Acaba hiç bir tedavi maksadı olmadan sırf süs ve gösteriş için kaplama yaptıran bir kimsenin aldığı gusül geçerli midir?

Bununla ilgili Diyanet İşleri Başkanlığının bize gönderdiği ve Silvan Müftülüğünce verilmiş bir fetvaya göre, ihtiyaç ve tedavi maksadı olmaksızın yapılan kaplamalar dini açıdan caiz değilse de, çıkarma imkanı olmadığından alınan gusül geçerlidir.

İlgili fetvanın aslı şöyledir:

“Hanefi ve Şafii kitaplarında ihtiyaç olmaksızın yapılmakta olan altın ve gümüş kaplama dişlerin haram olduğu ve sadatı hanefiyeye göre cenabetin raf’ına mani olduğu anlaşılmakta olduğundan bunlar hakkında fetva varsa bildirilmesine dair Silvan müftülüğünün 05/07/1945 günlü yazısı okundu: Müslüm bir diş tabibinin muayene neticesinde gösterdiği sıhhi lüzum üzerine dişleri gümüş ve altın madeni bir madde ile doldurtmak veya kaplatmak veya birbirine bağlatmak caiz ve böyle yapılan dişlerin zahirini yıkamak abdest ve gusulde kafi ve sahibi tahirdir.”

“Ancak ihtiyaç ve zaruret olmaksızın (mesağı şer’i olmadığı halde) dişlerini doldurma, bağlatma veya kaplatma yaptırmış olanların bu doldurtma ve kaplatmaları dişleri yapışmakla gusul ve abdest esnasında bunların çıkarılmasında hareç olduğundan, suyu diş kaplama ve dolgularının altına isali mümkün olmayıp zahirini yıkamak kafi ve bu suretle sahibi tahir olur.”

Sonuç olarak, diş dolgusu veya kaplama yaptırmak gusle engel değildir. Yapılan bu işlem tedavi amaçlı olduğundan, başka mezhepleri taklit etmek gerekmez.

Kişi hangi mezhepten olursa olsun, gerektiğinde dişlerini tedavi amaçlı olarak dolgu veya kaplama yaptırabilir ve başka mezhepleri taklit etmeye de gerek kalmadan kendi mezhebine göre abdest/ gusül alıp, ibadetlerini yapabilir.

Bu itibarla, mazerete binâen diş taktırmak, kaplatmak ve doldurtmak caiz olup abdest ve guslün sıhhatine mâni değildir. Bu tedavinin bir parçası olan geçici protezler konusu da bu kapsamdadır. Ancak çıkarılıp takılabilen dişlerin gusülde, mazmaza esnasında çıkarılması gerekir.

Sadece boy abdesti ile namaz kılınabilir mi?

Allah’tan hakkıyla hayâ edin

Hayânın hepsi hayırdır.” (Müslim, İman)

Hayâ; utanma duygusu, ayıplanan bir şeyin korkusuyla insanda meydana gelen mahcubiyet hissidir. Bir insanın tavır ve davranışlarında ölçülü olması, kötü ve çirkin işlerden uzak durması ve haddi aşmaması da hayâdır. Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber (s.a.v.): “Hayâ imandandır” buyurmuşlar (Buhari, İman), Allah’tan hakkıyla hayâ etmemizi (Tirmizi) emretmişlerdir. Hayânın en üst mertebesi şüphesiz, Allah’tan hayâ etmektir. Her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu idrak eden Müslüman, hoş olmayan davranışlardan kendini uzak tutar. Allah (c.c.), hayâ ve edep sahibi kullarını sevmekte ve Kurânı Kerim’de onları şöyle övmektedir: “(Zekât ve sadakalarınızı), kendilerini Allah yoluna adadıkları için yeryüzünde kazanç peşinde dolaşmayan fakirlere verin. Bilmeyen kimseler, iffet ve hayâlarından dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü yüzsüzlük ederek ısrarla insanlardan bir şey isteyemezler. Hiç şüphesiz ki Allah, yaptığınız her hayrı bilir.” (Bakara, 273)

İMAN EDEPTEN İBARETTİR

Ahlâklı bir toplum meydana getirme gayesinde olan Rahmet Peygamberi (s.a.v.), şüphesiz hayâ duygusunda da zirve idi. O’nun tertemiz hayâsını Ebu Said el-Hudri (r.a.) şöyle anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.), örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bu durum, mübarek simalarından hemen anlaşılırdı.” (Buhari, Münakıb)

Peygamber Efendimiz’in üstün ahlâkını hayatlarına örnek edinen güzide sahabeler arasında da hayâ duygusu çok yüksek olanlar vardı. Örneğin hayâ timsali olarak tanıdığımız Hz. Osman (r.a.), bir gün Hz. Peygamber’i ziyarete gitmişti. Uzanmış bir halde odasında dinlenen Efendimiz, daha önce Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i odasına kabul etmiş, sonra Hz. Osman içeri girdiğinde derhal ayağa kalkmıştı. Aişe validemiz; “Ey Allah’ın Resûlu, Ebu Bekir ve Ömer’e göstermediğiniz saygıyı neden Osman’a gösterdiniz?” diye sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.v.) Aişe’ye: “Meleklerin bile hayâ ettiği kimseden ben nasıl hayâ etmeyeyim? Osman çok hayâlı bir insandır. Eğer aynı halde ona izin verseydim, hayâsından ötürü ihtiyacını bana tam ifade edemezdi” buyurdu. (Müslim)

Peygamberimiz’in yanında yetişen Enes bin Malik (r.a.) ise Efendimiz’in hayâsını şöyle ifade eder: “Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, kesinlikle hakaret etmez, mübarek ağızlarından kaba bir söz çıkmaz ve lanet etmezdi. Birimize kızacak olduğunda sadece: “Allah iyiliğini versin, ona ne oluyor ki!…” derdi. (Buhari, Edeb)

Edep ve hayâ dinimizde öyle kıymetli bir yere sahiptir ki; “İslam edepten ibarettir” denilse yanlış olmaz.

TEMİZ DUYGUYLA ALLAH’A UZANAN EL KARŞILIK GÖRÜR

Aslında kabul olmayan hiçbir dua yoktur. Her dua mutlaka bir karşılık görüyordur. Bizler dualarımızın birebir kabul olmasına bakarız. Halbuki dua farklı şekillerde kabul olur. Bazen duamızın hatrına bir kaza-bela defedilir. Bazen başka bir talebimiz karşılık görür. Bazen duamız ahiretimize yansır. Günahlarımızın affına vesile olur. Kısacası, temiz bir duyguyla Rabbe uzanan el mutlaka karşılık görür.

İbrahim bin Ethem’i bilirsiniz. Belh şehrinde padişahlık yaparmış. Bir gün yatağında yatarken damda gürültü duyar. Merakla dama çıkar. Damda dolaşan birini görür.İbrahim bin Ethem kızgınlıkla sorar: “Damda ne arıyorsun?”

Adam cevap verir: “Devemi kaybettim, devemi arıyorum.”

İbrahim Ethem sinirle sorar: “Be akılsız adam damda deve ne arar?”

Damdaki adam sakince cevap verir: “Devenin damda bulunmayacağını biliyorsun da, Yüce Allah’ın atlas, ipek döşekte bulunmayacağını bilmiyorsun. İpek döşeklerde Allah aranmaz.”

Bu hadise İbrahim bin Ethem için dönüm noktası olur. Kendisini Yüce Allah’a adar. 9 yıl halvet hali yaşar. Yük taşır. Yarısını fakirlere, yarısını kendi ihtiyacına harcar. İşte bu zata Belh şehrinde halk bir gün sorar: “Ey Allah’ın dostu! Neden yaptığımız dualarımız kabul olmuyor?”

İbrahim bin Ethem halka cevap verir: “Çünkü siz Allah’ı bilir, ama emirlerini dinlemezsiniz. Hz. Peygamber’i bilir ama sünnetiyle amel etmezsiniz. Kuran-ı Kerim’i okur ama içindekiyle amel etmezsiniz. Cenneti bilir, ama oraya girmek için gayret etmezsiniz. Cehennemi bilir ama ondan kaçmazsınız. Ölüm var dersiniz, ama ölüme hazırlanmazsınız. Söyleyin bana, dualarınız neden kabul olsun?”

BÜYÜKLERİN DUALARI

Hz. Enes İbn-i Malik’in duası Allah’ım, hamd sana mahsustur. Senden başka hamd olmaya layık yoktur. Sen istemeden veren, bol bol ihsan edensin. Ey yerleri ve gökleri meydana getiren, ey celal ve ikram sahibi olan, ey ebedi hay ve kayyum olan Allah! Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun âli ve ashabına rahmet eyle. Rahmetinle beraber, arzularımı kabul et, ey merhametlilerin en merhametlisi, koruyucuların en koruyucusu!

SORU-CEVAP

1- Boy abdesti ile namaz kılınabilir mi? Namaz kılınabilmesi için ayrıca abdest almak gerekir mi?

Gusül abdesti alan bir kimse aynı zamanda namaz abdesti de almış olacağı için bu abdesti ile namaz kılabilir, ayrıca abdest alması gerekmez. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gusül abdestine başlarken namaz abdesti gibi abdest aldığını ve gusülden sonra ayrıca abdest almadığını ifade eden hadisler vardır.

2- Annem hasta, ayakta duramıyor. Sandalyede namaz kılabilir mi?

Rahatsızlığı sebebiyle ayaklarını kıbleye ve yana uzatarak da olsa oturamayan kişi, sandalyede oturup namaz kılabilir.

3- Kıyamet günü geldiğinde melekler ölecek mi?

Allahtan başka, melekler de dahil olmak üzere bütün canlılar kıyamet kopunca öleceklerdir.

 Nihat Hatipoğlu / Sabah Gazetesi

İbrikten Alınan Abdest

Camiin damından yükselerek tâ uzaktan gelen mikrofonsuz fıtrî bir sadâ ile sabah vaktinin girdiğini anlayınca, yatağından doğruldu.

Tıpkı Hz. Âişe (r.anha) gibi iki eliyle yüzünü yoklayıp, sabaha kendisini sıhhatle kavuşturan Allah’a hamd edip duasını okudu: “Elhamdülillahillezî emâtenî sümme ehyânî = Beni uyku ile öldürüp sonra dirilten Allah’a hamd olsun.

Dşarı çıktı, elinde ibrik ile evden biraz mesafeli olan ayakyoluna gidip geri döndü. Abdestini aldı, ibriği yeniden doldurmak için evin bahçesindeki tulumbaya yöneldi. Hava biraz serin, otuz metre derinlikten çıkan kuyu suyu da soğuktu.

Gönlü elvermedi. Akşamdan içinde korları hâla canlı duran tandırın üzerine suyu koydu, bekledi, ısındığını anlayınca, leğenle birlikte yan odaya yöneldi.

Hafızlığa çalışan oğlu o odada uyuyordu. Kapıyı tıklattı ve içeri girdi. Elinde ibrik bekliyordu. Kapı arkasındaki leğen, suyu biriktirmek ve lavabo görevi yapmak üzere konmuştu.

“Kalk oğlum! Leğen burada, abdest suyun da işte, buraya koyuyorum. Namazını kıl dersine başla.” diyerek yumuşak ve şefkat dolu bir ses tonuyla seslenip odasına geçti.

Hafızlığa çalışan ve talebe-i ulûm-i dîniyye konumunda olan çocuk, mahmur gözlerle babasına baktı:

“Tamam baba, kalkıyorum.” diyerek yatağından doğruldu.

O da, sabah kalkınca hangi duayı okuyacağını biliyordu. Duasını okudu, dışarı çıktı, helâ ve tahâret işlemlerini tamamladıktan sonra, babasının hazırlayıp koyduğu ibriğin suyuyla abdest almaya başladı.

Suyu kullanırken düşünüyordu: “Bizim kuyunun suyu soğuktur. Ama ibriğin suyu ılık. Niye ki acaba?” diye sebebini araştırırken, babası tekrar içeri girdi.

“Abdestini aldın mı oğlum?” diye sorunca, “evet babacığım, aldım da…” dedi, devam etmesine fırsat kalmadan babası sordu:

-“Eee, ‘da’sı ne?
-“Su ılıktı da, onu soracaktım?”
-“Ha, su mu?” diye sordu ve devam etti:”Üşümeyesin, hasta olmayasın, güzel okuyasın da, ilerde iyi bir hâfız ve Kur’ân ehli olasın diye, tandırda ısıtıp koydum oğlum.”

Oğlu, babasının bu jestinden, Kur’ân’a ve Kur’ân okuyanlara gösterdiği hassasiyetten çok etkilenmişti. Okumamazlık, savsaklamak, kaytarmak, işe hafife almak olmazdı artık. Böyle bir babaya karşı minnet ve şükran duygularının hakkı verilmeli, sonuna kadar bu yolda ilerlemeliydi.
O’nun duasını almalı, şefkat ve merhâmetini daha çok celb etmeliydi.

-“Teşekkür ederim baba, çok sağol,varol, layık olmaya çalışacağım.” diyebildi ancak.

Çocuk kalbiyle oldukça etkilenmişti bu olaydan. Onun için bir motor gücü, enerji kaynağı, cesaret menbâı olmuştu babasının bu davranışı. Bir türlü unutamıyordu. Hakkını vermeliydi, böyle bir babanın kıymetini derinden takdir etmeli ve gereğini yapmalıydı.

Namazını kıldıktan sonra rahlesinin başına oturdu. Berrak bir zihin ve dinlenmiş bir kafa ile ezberlerini yapmaya başladı.

Böylesine bir fedakârlık ve örnek bir davranış, hayatı boyunca Onun mahcubiyetine sebep olmakla birlikte, azim ve kararlığının bir kamçısı olmuş, kendisini başarıdan başarıya götürmüştü. Babasının duasını hep yanında hissetmiş, gücünü ve sevincini hep ondan dönüştürmüştü.

Hayat hep aynı kalmıyordu ki…
Vade biçilen ömürler tükeniyor, ölüm hakikatı hiç değişmiyordu.

Ve artık vedalaşma zamanı gelmişti babasıyla.

Teneşirde uzanmış abdest aldırmayı bekliyordu.

Yaklaştı, hüzün ve sevinci birlikte yaşıyordu. Son görevinde babasının başucunda olmaktan dolayı Rabbine şükrediyordu.

kırk yıl önce babasının kendisine yaptığı o unutulmaz hizmetin karşılığını baba farkıyla vermek zamanı gelmişti demek.

Tandır veya ocak yoktu ama, şofben marifetiyle ısıtılmış suyun musluğuna uzandı ve dualarla ılık suya yol verdi.

Bunca emek, bunca hizmet, bunca fedakârlık, evlatlarına topyekun adanmış bunca çileli bir hayatın karşılığı hiç bir şeyle ödenemezdi kuşkusuz.

Sanki etrafında toplanmış evlatlarının yüzüne tebessümle bakıyor, onlara bir şeyler söylemek istiyordu. Mesaj yüklü bu bakışların ötelere açılan ufkunda müjde dolu manzaralar, mâna yüklü dost ve ahbâb meclisleri Onu bekliyordu.

Kur’ânı başına tâc, namazı kendine mi’râc edinmiş çilekeş bir kulun Rabbine vuslatı da anlamlı ve esrarlı olacaktı şüphesiz.

Bu tefekkür denizi bitmez.

En iyisi; ibrikle başlayan abdestin muslukla tamamlanmasına itina ile itmamına çalışmak ve umûm babalarımızı pâk ve temiz olarak ebedî yurtlarına uğurlamak.

Ruhları şâd, makamları Cennet, komşuları Resûlullah (asm) olsun inşâallah.

NOT: Muhterem okuyucularımızın Mi’râc kandilini en kalbî duygularımla ve dualarımla tebrik ediyorum. İ.A

İsmail Aksoy

 

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı? Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi? Kur’an’ın ilk emri ‘Oku‘dan mesaj yüklü misaller neler? Ahmed Şahin Hoca yazdı.

Işık Yayınları, “Kur’an’ın İlk Emri Oku!” kitabını, okuyucusunun istifadesine sunmuş.

Gürol Akci’nin hazırladığı 224 sayfalık kitapta Asr-ı Saadet’ten ibretlik örnekler de sıralanmış, mesaj yüklü misaller de sunulmuştur. İlgi duyarak okuduğum bu misallerin bazılarını kısaltarak sizinle paylaşmak istedim. Benim gibi sizin de etkilenerek okuyacağınızı sandığım örneklerin eksiksiz asıllarını ise kitaptan incelemek gerekmektedir.

***

Önce ilim, sonra zikir ve dua…

Hz. Adem’i meleklerden üstün kılan fark ilimdir. İlmin üstünlüğünü şu örnek olay da açıkça ifade etmektedir. Abdullah bin Amr anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün mescide girdiğinde iki yanda iki grup insan gördü. Bir grubu ilimle meşgul oluyor bir grubu da dua ve zikirle iştigal ediyordu. Buyurdu ki:

Bu iki grubun ikisi de hayır üzeredirler. Ancak onlardan birisi diğerinden daha hayırlı bir meşguliyet içindedir. Çünkü onlar ilimle meşgul oluyorlar, hem kendileri öğreniyor hem de başkalarına öğretiyorlar. Diğerleri de zikir ve dua ile meşguller. Zikir ve dua da ilimle birlikte olursa aynı değerde olur.

Bundan sonra kendisi de ilimle meşgul olanların içine girip oturarak buyurdu ki:

Ben de ilimle meşgul olan bir muallim-öğretmen olarak gönderildim. Bir saat ilimle meşgul olmak, uzun zaman nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır…

İlmin de faydalısı faydasızı olduğuna işaret eden Efendimiz (sas), duasında şöyle niyazda bulunuyordu:

Allah’ım! Faydasız ilimden, ürperme hissinden mahrum kalpten, doymak bilmeyen nefisten, kabule layık olmayan duadan Sana sığınırım!

***

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Bir adam mescide gelerek Allah Resulü’nden (sas) cihada gitmek için izin istedi.

Efendimiz (sas), adama sordu: Hizmetine muhtaç annen baban var mı hayatta?

Adamın, evet var, demesi üzerine buyurdu ki:

Öyle ise senin cihadın, yardıma muhtaç anne-babana hizmette bulunman, onların kalplerini gönüllerini kazanıp dualarını almandır!..

***

Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi?

Abdullah bin Amir, çocukluk günlerinden kalma bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün bize gelmişti. Ben de çocuktum, oynamak için dışarıya çıkıyordum. Annem beni yanına çağırarak, ‘Gel bak sana ne vereceğim!’ dedi. Bunun üzerine Resulüllah (sas), ‘Çocuğa ne verecektin?‘ diye sordu. Annem de, ‘Hurma verecektim‘ deyince şöyle hatırlatmada bulundu: “Eğer söz verdiğin şeyi çocuğa vermeyecek olsaydın, onu yalanla aldatmış olma günahına girmiş olurdun. Sana bir yalan günahı yazılırdı. Dikkat edin, çocuklarınızı yalanla aldatmaya alışmayın.

Yalan söyleme konusunda Efendimiz’in ikazları çok şiddetliydi. Buyurdu ki:

Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Biz de, ‘Ver ya Resulellah‘ dedik. Bunun üzerine buyurdu ki:

İlk en büyük günah Allah’a şirk koşmak, sonra anne-babaya itaatsizlikte bulunmak, sonra da yalan söylemek, yalancı şahitlik etmek. Bu son günahı söylerken iki dizi üzerine gelip tekrarlayarak buyurdu ki: Yalan söylemekten sakının, yalan söylemekten sakının!.. Bu sözünü o kadar çok tekrarladı ki, artık susmayacak sandık!..

***

Deniz suyu ile abdest alınır mı?

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

Beni Müdliç kabilesinden gelen bir adam şöyle sordu:

Biz bazen gemide uzun yolculuk yapıyoruz. Bu sırada yanımızdaki su ancak içmemize yetiyor. Bu durumda deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?

Allah Resulü buyurdu ki: “Alabilirsiniz. Denizin suyu temiz, içinde yeni ölen balığı da helaldir.”

****

Kadınların mescidde özel vaaz günü isteği…

Ebu Said el Hudri anlatıyor:

Kadınlar, erkeklerden ayrı olarak bize bir gün tayin etseniz de biz de o gün gelip sorularımızı sorsak, bilmemiz gerekenleri öğrensek, dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s), hanımlar için özel bir gün tespit etti. O günde mescidde toplanarak istedikleri soruları sorup ihtiyaçlarını öğrenme imkânına kavuştular, bilgilerini çoğalttılar.