Etiket arşivi: Abdülkadir ÇELEBİOĞLU

İSLÂM’A GÖRE EVLİLİK NASIL OLMALI?

Evlilik görüşmesinde iki taraf, bir yer belirleyip birbirlerini görmelidirler. Ama unutmamak gerektir ki “paketlenmiş-hazır” bir şekilde birini bulup, evlenmek gibisinden bir şey yoktur. Kız ile erkek buluştuğunda yanlarında mutlaka “üçüncü” birisi olmalıdır. 

Makalemize, başlığın tahlili ile başlayabiliriz. Öncelikle neden bu konuyu seçtik? Konumuz bildiğimizi zannettiğimiz, fakat bilmediğimiz birçok şeyi içinde barındıran geniş bir konudur. Müslüman olan ve hatta kendini dindar / muhafazakâr gören, öyle hisseden kimselerin bile çok defa yanlış ve hatalara düştüğü mühim bir konuyu seçmek istedik. “Ben Müslüman’ım ve dinime göre nasıl eş seçimi yapmalıyım, bu süreci İslâmî olarak nasıl doğru bir şekilde yürütebilirim, “helâl daire”yi ihlâl etmeden yapmam gerekenler nelerdir?..” ve benzeri akla gelebilecek birçok soruya cevaplar aradık. Ve bu konuda insanların bir nebze de olsa şuurlanması için bu konuya temas edilmesi gerektiği kanaatine vardık.

Makalemizin ismini de geniş ve şümullü bir başlığı ihtiva eden “İslâm’a Göre Evlilik Nasıl Olmalı?” şeklinde koymayı uygun gördük. En fazla günümüz gençlerini ve anne-babaları ilgilendiren bu konuda, “İslâmî hükümler” muvacehesinde ele alarak konuyu izah etmeye çalışacağız inşallah.

Yazdığımız makaleden amacımız ise; “bu vatan gençleri”(1) ve umum Âlem-i İslâm’daki “gençlere büyük bir rehber”(2) olmaya masadak bir konu derlemesi yapmak ve tahlillerde bulunmak, yol gösterilmesine küçük de olsa yardımcı olmaya çalışmaktır.

 Bu makaleyi kaleme almamızdaki önemli birkaç sebebi de zikretmek istiyorum:

1. Müslüman olan gençlerin “keyfe kâfi” olan “helâl daire”deki(3) “evlilik müessesi”ne giden yolda yapacakları hakkında az bilgiye sahip olmalarıdır.

2. İnsanlarda “haram daire”ye girmeden evliliğe giden yolda neler yapılacağı hakkında kafa karışıklıklarının olması.

3. İslâmî bir misyon üstlenmesi gereken “ahir zaman gençleri”nin yaptığı yanlış davranışlara “emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker” vazifesi gereğince, gerekli bilgileri vermek gerektiği kanısına varmamız.

Mesela, sözlüsü veya nişanlısı ile arasındaki mesafenin ne olduğunu bilmeden hareket etmeleri, yanlış davranışlarda bulunmaları. Hâlbuki söz ve nişan bir akit değildir. İleriki bölümlerde inşallah bu konuyu ele alıp, izah edeceğiz.

4. İslâmî olduğu zannedilen, ama İslâm’da yeri olmayan davranışların gençler arasında sergilenmesi.

Bu ve buna benzer onlarca madde sıralayabiliriz. Ama biz bir kısmını verip geri kalanını akla havale ederek devam edelim.

Evlilik ve nikâhlanma hakkında Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“…Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önceden kendilerine kitap verilenlerden iffetli olan kadınlar da mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâl kılındı…”(4)

Bu âyet-i kerîmede dikkat edilirse “iffet” üzerinde durulmuştur. Hem “mü’min” hem de “daha önceden kitap verilen” kadınlarla âyette “iffetli olanlar” kaydı ile evliliğe izin verilmiştir. “İffet” üzerinde durulması; İslâmiyet’in “iffet-nâmus” olgusuna verdiği önemi gösterir.

Daha sonra ise “mehirlerinizi vermeniz kaydıyla” denilir. Erkeğin kadına, (kadının istediği miktarda) altın, para ve benzeri türünden bir “mehir” vermesi istenilir.

Alıntı yaptığımız mezkûr âyette 2 şart daha sayılıp, “helâl kılındı” denilmiştir. Bunlardan birincisi “zina etmemek”, ikincisi ise “gizli dost tutmamak”tır. Buradan anlaşılacak birçok şey vardır. En basitinden evliliğin, “zina” ve “gizli dost tutma”ya engel olma yönü anlaşılır.

 “Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadîs-i sahîhtir.”(5) Onun için konuyla ilgili Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in şu sözleri nazar-ı dikkati celb etmelidir:

“Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.”(6)

Bir başka hadiste ise şöyle buyurulur:

 “Kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan alıkoyar ve iffet en iyi şekilde korur.”(7)

Şimdi başlıklar halinde konuları ele alıp, izah etmeye başlayalım.

1. Evlilik Görüşmesi Yapılırken Nelere Dikkat Edilmeli?

Evlilik görüşmesinde iki taraf, bir yer belirleyip birbirlerini görmelidirler. Ama unutmamak gerektir ki “paketlenmiş-hazır” bir şekilde birini bulup, evlenmek gibisinden bir şey yoktur. Kız ile erkek buluştuğunda yanlarında mutlaka “üçüncü” birisi olmalıdır. Üzerine basarak ve altını çizerek söylüyorum. Bunu unutmamak gerekir. Ya kız tarafından ya da erkek tarafından bir kişinin de yanlarında bulunmasıyla ilk görüşme yapılabilir.

Her iki taraf karşılıklı olarak şartlarını dile getirmeli ve beklentilerini söylemelidir. Görüşmede karşı tarafın gözlerine bakın. Bu utanılacak bir şey değildir; aksine bu bir “tavsiye-i Peygamberî” (asm)’dir.

Bir adam (Mekkeli bir Muhacir sahabi) Ensar’dan bir kadınla evlenmek istedi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz ona şöyle dedi:

“Onu gör. Çünkü Ensar’ın gözlerinde bir şey (küçüklük ya da çakırlık) vardır.”(8)

 Ayrıca bir başka hadîste şöyle buyurulmuştur:

“Biriniz bir kadına tâlip olur da onun hoşuna gidecek ve kendini ona çekecek taraflarına bakma imkânı bulursa baksın.”(9)

Bu konuda “…evlenme gâyesiyle bakmış olduktan sonra, ona bakmasında günah yoktur.”(10) buyurulur.

“Peki, bakmaktaki ölçü nedir ve bakılmasına izin verilen yerler neresidir?” diye aklınıza gelmiş olabilir. O sınır da belirlenmiştir. Kadın erkeğe daha dikkatli bakıp inceleyebilir. Erkek de kadının yüzü ve eline bakabilir. Ulema-i İslâm’a göre yüz güzelliği “ahlâk güzelliği”ni, el güzelliği de “beden güzelliği”ni gösterir. Bazı âlimlere göre ayaklarında açık olması ve oraya da bakılmasında sakınca yoktur. Bakma konusunda bu kadar izah yeterlidir sanırım.

İlk görüşme 10-15 dakika civarında olabilir. İlk görüşme heyecanının da olduğu düşünülürse, bu süre 20-30 dakikayı geçmeyecek şekilde ayarlanmalıdır. Daha sonra birkaç gün geçsin. O süre zarfında da değerlendirmeler yapılmalıdır.

Etkileşim oldu ise, iki tarafta müsbet (olumlu) değerlendirdi ise, o zaman iş “istihare namazı”na kalır. İstihare namazının kılınışına ilmihallerden bakarak “istihare”ye yatılmalıdır.(11)

İstihareden sonra işler yolunda giderse “söz” ve “nişan” aşamasına geçilebilir. Bunlar örf ve âdettendir. Dinen bir sakıncası yoktur.

Burada bir parantez açalım ki; söz ve nişan akit değildir. Sözlü ve nişanlı olan kimseler, birbirlerine o süre zarfında hâlen nâmahrem durumdadır. Çünkü nikâh akdi ortada yoktur. Nikâh olmadan o süre zarfında evliymiş gibi tavır ve davranışlar, İslâm’a aykırıdır. Bu durumda bulunmaktan şiddetle kaçınalım, o durumda bulunanlara da izin vermeyelim.

İslâmiyet, “tanışma-görüşme” sürecinde bir “gün sınırlandırması” koymamıştır. Ama günümüz şartlarında tavsiye edileni “90 gün” civarıdır. Birbirini tanıma süresi bu miktarı aşmamalıdır. Unutmamak gerektir ki; “Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir.”(12) İfrat, aşırı ileri ve çok fazla; tefrit ise aşırı geri ve çok az anlamlarına gelir. 3 aylık süre zarfında “mahremiyet” gözetilerek görüşmeler yapılmalıdır. Bir yandan karşınızdaki kişiyi tanırken, bir yandan da onun çevresini tanıyın. Çevresindeki kişilerin anlatımlarına bakın. Bilinmesi gerekir ki, “Herkesin, yağmur yağdığında dökülecek boyaları vardır.”

Evlilik görüşmelerinde en önemli hususlardan bir de asla tek kalınmaması gerektiğidir. Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in buyurduğu gibi;

“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça, yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”(13)

Bir başka hadis-i şerifte ise, bir kadın ile bir erkeğin yalnız kalması durumunda üçüncülerinin “şeytan” olduğu ifade buyurulur.(14)

2. Evlenirken Doğru Eş Adayını Bulduğumuzu Nasıl Anlayabiliriz?

Öncelikle halk tabiriyle, “beklentiniz full olmayacak.” Yani her yönüyle mükemmellik istenilmeyecek. Çünkü, “İnsan hatadan hâlî olamaz.”(15) Ve insan “kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil”(16)dir. İnsanoğlunda kusur etmek, unutmak ve hata yapmak vardır. Onun için “mükemmel ve kusursuz” kavramlarını evlilikte karşı tarafta aramaya çalışmayın. Yoksa evlendikten sonra umduğunuzu bulamadığınız için üzülürsünüz.

Daha sonrasında evliliğinizin sizin için bir “imtihan” olduğunu unutmayın. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de;

 “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.”(17)

buyuruyor. Buradaki “elbise” veya “örtü”yü bazı mealler şöyle izah etmiştir;

“Onlar sizin iyiliğiniz için bir elbise, vazgeçilmez birlikteliğinizin, sizi koruyan, sırlarınızı saklayan ortağı, rahat ve huzur kaynağıdırlar.”(18)

“Onlar, sizin için fenalığa karşı koruyucu bir elbise ve siz de onlar için koruyucu bir elbise gibisiniz.”(19)

“Onlar sizin için (günahlardan koruyan) bir elbise, siz de onlar için bir elbise (gibi)siniz.” (20)

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere “elbise / örtü “; “günahlardan korumak”, “sırları saklamak”, “fenalığa karşı bir koruyucu” niteliğindedir. Anlamamız gereken şu ki, evlilik bu hâsiyetleri câmi olan bir müessesidir, öyle basit bir şey değildir.

“İmtihan sırrı” gereği, yukarıda saydıklarımızı unutmamalıyız. Ona göre davranmalı ve birbirine tam uygun -Kur’ân’ın tabiriyle- “elbise / örtü” olacağı kanaatine vardığınız kimse “doğru eş adayı”dır.

“Sen nasıl olursan, eşin de öyle biri olur.” Bunu unutma. Nitekim Kur’ân-ı Azîmüşşan’da şöyle geçer;

“Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara layıktırlar. Temiz kadınlar temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlara lâyıktırlar.”(21)

 Yani buradan anlamamız gerektir ki, bizim durumumuz ve davranışlarımıza göre Cenâb-ı Hak, bize en hayırlı nasibi takdir edecektir. “Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.”(22) kaidesince biz kadere iman etmeliyiz. Ama bunun yanında Cenâb-ı Hakk’ın bize cüz’-i iradeyi verdiğini de unutmamalıyız. (Kader ve cüz’i irade hakkında bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Altıncı Söz / Kader Risalesi) Bize düşen, yapmamız gerekenleri yaptıktan sonra tevekkül etmektir.

Evlilikten önce yapılan edebiyatın %90’ı palavradır. Evlilik öncesi edebiyata kanmayın da yapmayın da. İmkânsız ve çok büyük hayaller kurmayın. Çünkü sonucu büyük hayal kırıklığıdır. Onun için, gerçekçi olun. Hayallere çok dalmayın. Ardından elem ve üzüntü verici olaylar olmasın istiyor iseniz, başlangıcınızı ve temelinizi sağlam atın. “Laf ile peynir gemisi yürümediği” gibi, “Aşk edebiyatı ile de evlilik yürümez!”

Evlilik, bilinmeyen bir meçhuldür; bu meçhulün izinde malum olmaz. Yani istediğiniz kadar evlilik hakkında kitap, yazı, makale ve benzeri okuyun; evlenmeden asla bunu hakkıyla anlayamazsınız.

Evlilik bir cihaddır; risklidir. Riski olduğu için zaten cihaddır. Onun için yaralanmaya ve sıkıntıya sabredebilmek gerekir. Evleneceğiniz eşte bu vasıfları arayın. “Bu, evlilik riskini göze alabilecek biri midir?” diye düşünün. Eğer alabilecek biri ise, demek ki “doğru eş adayı”dır.

Doğru eşi seçip seçmediğinizi anlayabilmek için, tecrübeli evli kimselerden danışmanlık isteyin. Mutlaka istişare edin. Müşavere etmeden, asla iş yapmayın. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da istişare şöyle geçer;

 “Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir.”(23)

Hazreti Resûl-i Kibriya Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz de

“İstişare eden mahrum kalmaz. İstişare eden pişman olmaz.”(24)

Mutlaka her iki taraf da istişareler yapmalı ve elde edilen bilgiler kulak ardı edilmemelidir.

Doğru eş seçimi yapmak isteyen kişiler, öncelikle kendilerinin doğru eş adayı olup olmadıklarına bakmalıdırlar. Eksikliklerini tamamlamalı, gediklerini kapatmalı, yanlışlarını düzeltmelidir.

Evlilik aşamasında bulunanlar hakkında bir başka tespiti belirtmek istiyorum; “Namuslu bir erkek ya da kız çok çabuk aldanır. Çünkü herkesi kendi gibi zanneder. Hile yapmasını bilmez.” Aldanmamak için iyice araştırma yapılmalıdır.

Evlilik çağına gelmiş kişi için eş bulma noktasında, anneden ziyade teyze veya abla daha idealdir.

Fizikî yapılar beğenilmeli ve güzellik beklentisi karşılanmalıdır. Kadın ve erkek birbirlerini %100 beğenmelidirler. Birbirini beğenmeyen çiftlerin evliliklerinde illaki sıkıntılar vuku bulacaktır. “Doğru eş” seçiminde buna dikkat etmek gerekir.

“Aradığım kişi bu!..” diyebilmeli her iki taraf da. Ve zevkler de uyuşmalıdır. Bu mühimdir.

3. İslâm’a Göre Nişan ve Nişanlının Sorumlulukları Nelerdir?

Öncelikle üstteki paragraflarda dediğimiz gibi nişan, nikâh gibi akit değildir; bağlayıcılığı yoktur. Ama Rasûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz zamanında da örnekleri bulunan bir uygulamadır. Yani evlenmeden önce bir söz verme şeklinde olmuştur.

Takılan yüzüğün dinen bir hükmü yoktur. Nişan yüzüğünün niteliği; yüzük takılan kızı bir başkasının istememesi içindir.

İslâm dininde nikâhtan önce hiçbir şey beraberlik izni vermez.

Mahremiyet durumu olarak; nişandan önce ve sonra arasında hiçbir fark yoktur. Dışarıdaki birbirini tanımayan iki karşı cinsteki kişi nasıl birbirlerine nâmahrem iseler; nişanlı çiftler de aynı şekilde birbirlerini nâmahremdirler.

Erkek veya kız tarafından biri nişandan vazgeçebilir. Bunda herhangi bir vebal yoktur. Hiçbir hak durumu da olmaz.

Nişan atılırsa; götürülen eşya, altın, para ve benzeri hediyeler geri istenilebilir. Bunda bir beis, yani aykırı / yanlış bir durum yoktur.

Nişanlılık, birbirini tanıma sürecidir; bundan öte bir şey değildir.

Nişan için aşırı yatırım yapmak israftır, gösteriştir.

Nişanlılar, evliliğin “yürek feda etme işi” olduğunu unutmamalıdırlar. Önemli olan birbirlerinin yüreklerine sığabilmektir.

Nişanın en doğru şekli; iki tarafın yakın akrabaları arasında sade bir yüzük takılma töreni şeklinde yapılmasıdır. Maksat, daha sonra taraflardan biri nişanı atarsa zor durumda kalmamalıdır.

Halk arasında yaygın olarak yapılan bir yanlış uygulama ise şudur:

Nişanlı çiftin rahat rahat gezebilmeleri için imam nikâhı (veya dinî nikâh) kıydırmalarıdır. Nikâh akittir ve eğer bu dönemde vazgeçseler boşanmaları gerekir. Çünkü nikâh kıymışlardı. (Bu arada İslâm dininde nikâh tektir; şahitler huzurunda kıyılır. Dinî / imam ve resmî nikâh diye bir ayrım yoktur.) Asla böyle uygulamalar yapmayınız. Nikâhın bir ciddiyetinin olduğunu unutmayınız.

Nişan süresinin maksimum 3 ayı geçmemesi en idealidir. 90 günlük bir süre nişan için yeterlidir. Çünkü tanışma süresinin bir miktar demlenmesi gerekir.

Aileler, birbirlerini araştırmalıdırlar.

Asla halvet durumuna maruz kalınmamalıdır. Yani bir alanda kız ile erkek tek başlarına kalmamalıdırlar.

Telefon ile mesafeli bir şekilde konuşulabilir. Mesafeli bir şekilde de mesajlaşma olabilir.

Taraflar tatmin olurlarsa, evlenmekte bir sıkıntı çıkmaz inşallah.

4. Mutluluğun Esaslarından: Nikâh

Evlilik, ebedî cennet yoludur. Bu yolun ilk giriş kapısı ise nikâhtır. Asrımızın Büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “nikâh” hakkında şöyle demektedir:

“Saadetin esaslarından ‘nikâh’ ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latîfi, en şefiki; ‘kısm-ı sânî’ ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimileştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin arızalardan hâlî olmasıdır.”(25)

Mutluluğun esaslarından biri olan “nikâh” ele alınıyor. Ve ardından güzel tespitler yapılıyor. İnsanın en fazla ihtiyacını karşılayan, kalbine karşılık verecek bir kalbin var olmasıdır. Bu şekilde her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini, kuvvetli arzularını karşılıklı olarak değiş tokuş yapsınlar. Ve lezzetlerde, zevklerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de birbirlerine yardımcı olsunlar. Daha sonra ise bir misal verilir. Bir işte hayrette kalmış, şaşırmış bir kişi veya bir şeye dalarak tefekkür eden, düşünen adam zihnen de olsa ister ki birisi gelsin. O gelen kişi kendisiyle o hayreti ve o tefekkürü paylaşsın. Daha sonra ise “kadın kalbi” ile ilgili mükemmel bir tarif yapılır ve der ki: Kalplerin en yumuşağı-mülayimi, en şefkatlisi “kısm-ı sânî / ikinci kısım” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhsal uyuşma ve kaynaşmayı tamamlayan, kalbe ait tanışıklık, sûrete ait ve dış görünüşle ilgili olan arkadaşlığı samimileştiren; kadının iffetiyle, kötü ahlâktan temiz ve saf / katıksız bulunması ve çirkin arızalardan uzak durmasıdır.

5. Kim Hayal Ettiği Gibi Bir Evlilik Yapabilmiş?!.

Evlilik, uzun soluklu bir koşudur. Ebedî refika-i hayat (hayat arkadaşı) bulma işidir.

Evlilik, imtihandır. Sıkıntı da hastalık da problem de olacaktır.

Evlilik kısa süren değil, uzun süren; 24 saatlik büyük bir imtihan sürecidir.

6. Evlilik Vakti Ne Zaman Gelmiş Olur; Bunu Nasıl Anlarız?

Hayat arkadaşlığı öyle kolay değildir. Hayat şartları zordur. Evlilik oruç gibi değildir ki; iftar olduğunda bitsin. 24 saat süren bir hayattır. Hatta hayatın tâ kendisidir.

Evliliğin ne zaman geldiğini anne-babalar hissetmelidirler; gözlem yapmalıdırlar. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Üç şeyi geciktirmeyin. Vakti gelince namazı, hazır olunca cenazeyi ve denk birini bulunca evlendirmeyi.”(26)

Hadisten de anlaşılacağı üzere “geciktirilmemesi” gerekir evliliğin. Ve zamanı da “denk birini bulunca”dır. Tabi şartlar haiz, yani uygun bir halde ise.

Kadının da erkeğin de şehvânî ve nefsânî ihtiyaçları vardır. Evlilik onun için yemek, içmek, uyumak gibi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın tatmin olmaması durumunda kişiler sıkıntıya girerler.

Evlilik vaktinin geldiğini anlamada ailelerin ve çevrelerinin iyice teşhis etmeleri gerekir.

7. Neden Evlilik Konusunda Acele Edilmeli?

Aileler öncelikle fizyolojik durumuna bakıyor ve “Askerlik yapmış mı?”, “Okulu bitmiş mi?”, “İyi bir mesleği var mı?” gibi soruları başa alıyor. Ve bunları evliliğin önüne bir engel olarak koyuyorlar. Hâlbuki Rahmet Peygamberi Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz;

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!”(27)

“Kim evlenirse imanın yarısını tamamlamış olur; kalan diğer yarısı hakkında ise Allah’tan korkun!”(28)

buyurmaktalardır.

Gençlerin evlenmelerine önayak olunmalıdır; engel olunmamalı, engeller kaldırılmalıdır.

“En faziletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik hususunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.”(29)

hadis-i şerifi de bu noktaya bakmaktadır.

Cuma günleri camilerin yapım, onarım ve masrafları için para toplandığı gibi; evlenmek isteyen, ama maddî imkânı olmayan gençlerin evlendirilebilmeleri için de para toplanmalıdır. Bir gencin zinaya düşmemesi için yapılan faaliyet ve çaba, bu ahir zamanda diğer birçok teferruat-ı hayriyeden daha faziletlidir.

8. Bir Nidâ-i Peygamberî (asm): Evleniniz!

Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz;

“Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim. Kimin maddî imkânı varsa, hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa, nâfile oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır.”(30)

buyurur. Başka hadis-i şeriflerde de benzer ifadeler vardır.(31)

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de “evlenme” konusunda şöyle der;

“Evlenmeli. Bekârlık bîkârların kârıdır. Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivac, tasfiye tezhib eder.”(32)

Bu cümlenin kısaca şerh ve izahı şöyledir;

“Evlenmeli” diye söze başlanılır. Zaten birçok hadiste de bu şekilde tavsiye geçmektedir.

“Bekârlık bîkârların kârıdır.” cümlesinden kastedilen, “Bekârlık, geçimini temin edemeyen, yani kârı olmayanların kârıdır, işidir.”

“Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir.” cümlesinden kastedilen; bekâr hanımın fıtratının üçte ikisi kadındır. Geri kalan üçte biri ise erkektir, yani erkek gibidir.

“Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur.” cümlesinden kastedilen; bekâr bir erkeğin fıtratının üçte ikisi erkektir. Kalan üçte biri ise çocuktur, yani çocuk gibidir.

“İzdivac, tasfiye tezhib eder.” cümlesinden kastedilen ise; evlilik her iki boşluğu dolduran ve tamamlayan tek yoldur. Kadın, anne olmak ve mesuliyet yüklenmekle tam bir hanım gibi fıtrat kazanır. Erkek ise evlilik sayesinde kişiliğini tam oturtur, çocuksu hallerden kurtulur.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Yirmi Dördüncü Lem’a olan Tesettür Risalesi eserinde “evlilik” ve “nikâh” konusuna temas eden birçok yer vardır. İnşallah ileriki zamanlarda bu konu müstakil olarak ele alınır. Evli kadın için Bediüzzaman Hazretleri, “müdür-i dâhilî” yani iç işleri bakanı / müdürü ve “muhafaza memuru” yani koruma memuru tabirlerini kullanır.(33)

Rahmete’n-lil Alemîn Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde;

 “Kadın dört sebepten biri için nikâhlanır; malı, nesebi, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç ki hayır ve bereket göresin!”(34)

buyurmuştur. Bu hadis-i şerife mutabık olarak Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demiştir;

“Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır.”(35)

İleride anne olacak kişilerin hâl, tutum ve davranışlarına dikkat etmeleri önemlidir. Nitekim “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir.”(36) Çünkü gelecek nesillerin mimarı, öğretmeni valideler, yani annelerdir.

9. Evliler ve Evlenecek Olanlara Birkaç Tavsiye

– Karşınızda bir insan olduğunu asla unutmayın.

– Eşinizin veya müstakbel eşinizi asla üzmeyin.

– Evliliğin aynı evi paylaşmaktan ziyade aynı yüreği paylaşmak olduğunu unutmayın.

– Hayatta şu üç seçimi dikkatli yapmalısınız. Bunlar; iş, eş ve dost seçimidir. Bu seçimlerde hata ederse bir kişi, hem dünyada hem de ahirette tehlikelere maruz kalır.

– Eşinizi cennet vesilesi olarak görün.

– Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in; “Kocası kendisinden razı olarak vefat eden kadın, cennete gider.”(37) hadîsinden hanım kardeşlerimizin birçok ders çıkarması gerekir.

– Erkekler de “Sahip olunan şeylerin en kıymetlisi; zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir eştir.”(38) hadis-i şerifi üzerinde düşünmeli, ders çıkarmalıdırlar.

“Saliha kadın”ın tarifini de Resûl-i Zîşan Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle yapmışlardır;

“Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını hem de namusunu muhafaza eder.”(39)

 Bu güzel tarif üzerine bize ne düşer ki?!.

10. Evlilik ve Cinsellik

Üzerinde durulması gereken konulardan birisi de “Evlilik ve Cinsellik” konusudur. “Dinî konuları öğrenmede, ayıp /utanma yoktur.” kaidesi, fıkıhta geçen bir kaidedir. Onun için bu bölümü dikkatlice okumakta fayda var.

Öncelikle çok ayrıntıya girmeyeceğiz. Konuyla ilgili ilmihallere, aile ile ilgili yazılan kitaplara ve mahremiyet bâblarına müracaat edebilirsiniz. Biz konuyu sadece yüzeysel ele alacağız.

Cinsellik denince akla sadece erkeklerin gelmesi yanlış bir durumdur. Çünkü kadında da cinsel arzu vardır. Bu konudaki yanlış algıları yıkmak gerekir.

Erkeğin de kadının da nefsî ve şehvânî istekleri vardır. Bu fıtrî bir durumdur.

Evlilik çift kanatlıdır. Bunun bir kanadında erkek, bir kanadında da kadın vardır. Onun için cinsel tatmin konusunda, her iki tarafın da ihtiyaçlarının giderilmesi gerekir.

Rabbimizin kitabında ve Resulü (asm)’nün de sünnetinde bu konular işlenmektedir. Ve ayıp değildir. Ayıp olsa idi en başta Allah’ın kitabında geçmez ve Allah Resûlü (asm) de ashabına anlatmazdı.

(Kur’ân-ı Kerîm camilere, mescidlere, dinî toplantılara ve dinî grupların toplandığı yerlere hasredilen bir kitap değildir. Ve asla da olmamalıdır. Kur’ân-ı Hakîm, hayatın her alanına inen bir kitab-ı mukaddestir. Hayat kitabıdır. Bizim her işimizi tanzim eder. Ticaretimizden, yatak odamıza ve oradan da devlet yönetimine kadar…)

Kur’ân-ı Mübîn’de; “Kadınlar sizin tarlanızdır.”(40) buyurulur. Buradan maksadın cinsî münasebet noktası olduğu herkesin malumudur. Tarlaya yapılacak ekinden maksat da açıktır. Kapalı bir şekilde ifade etmek gerekir ise; neslin devamının olacağı yerden, neslin devamı maksadıyla, şehvetinizi söndürmeye vesile olarak, ilişkiye girin denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için ilgili âyetin tefsirine bakabilirsiniz.

Toplumda hayâ edilmesi gereken şeylerden hayâ etmeyip, öğrenmemiz gereken faydalı bilgilerden hayâ edip öğrenmemek, çekinmek; yaptığımız en büyük yanlışlardandır.

Yukarıda alıntı yaptığımız âyet-i kerîmeye, hadis-i şerifte şu kayıt düşülmüştür;

“Kadının üreme organından olmak şartıyla hangi şekilde olursa olsun…”(41)

Diğer önemli konu ise; pek de üzeri açılmayan ama burada yazmak mecburiyetinde kaldığımız bir konudur. O konu da “ters ilişki”dir. Diğer ismi ile “anal ilişki”. Konuyla ilgili şunun bilinmesi gerekir ki; kadına arka organdan / anüsten cinsel ilişkiye girmek, ne şekilde olursa olsun kesinlikle haramdır. Şayet kadın bu işe razı olursa, o da bu büyük günaha ortak olur. Eşler arası bile olsa anal ilişki, “livata” olarak adlandırılmış olup, İslâm dininde yasaklanmıştır. Konuyla ilgili hadislerde o fiili yapma halinde eşler için “lânete uğramıştır” ve “Allah, rahmet nazarıyla bakmaz.”(42) buyurulmuştur.

Yukarıda bahsi geçen hadislerde dübürden / anüsten cinsel ilişkiye girmenin haram olduğuna delil çıkmaktadır. Bu ilişkiye evli çiftler yaklaşmamalı, eğer yapmış iseler tövbe ve istiğfar etmelidirler. Evlenecek olan çiftler ise, bu konuda burada yazılanları akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Şimdi de bir diğer konuya gelelim. Evli çiftler arasındaki “oral ilişki” mevzusuna. Ağız, cinsel ilişki için yaratılmamıştır. Başka işler için var edilmiştir. Oradan cinsel ilişkiye girmek, fıtrata aykırıdır. Hâlbuki İslâmiyet, “fıtrat dini”dir. Fıtratları bozulmamış olanlar bu tür bir ilişkiye asla girmezler.

İlişkiye hazırlık aşamasında çiftlere tavsiye; “karşısındakinin onurunu kırıcı durumda bulunmadan” bunu yapmalarıdır. Oral ilişkinin hükmü konusunda ihtilaf olsa da şu hadis-i şerif ile konuya netlik kazandırabiliriz:

 “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe etmediğini yap.”(43)

Bu bağlamda ismini zikretmeyeceğimiz, diğer ilişkiye hazırlık fiillerinin yapılması daha yerinde olur.

Cinsellik konusunda sonucu şu misalle bitirelim; perdenin amacı nasıl içeriyi göstermemek ise, mü’minin tavrı da mahremiyete riayet etmek olmalıdır.

14. Aşk ve Evlilik

Evlilik konusunda bir söylenecek birçok şey var. Şimdi ele alacağımız mevzu ise makalemizin son mevzusu olacaktır.

Unutmayın ki, evliliği ayakta tutan aşktan ziyade idare edebilme kabiliyetidir. Evi idare edebilme, eşlerin birbirini idare edebilmesi, çocukları idare edebilme, eşlerin hoşgörülü davranmaları, yeri geldiğinde alttan alabilme vesaire gibi tutum ve davranışlar evliliğin devamını sağlar.

Evler aşk ile değil, İslâmiyet ve nesli koruma ile yürür.

Tartışma olunca aşk gider, ama İslâmî şuur varsa evlilik ayakta kalır.

Evlilikler kuru kuruya aşk ile değil, iyi idare ve eşler arası saygı-sevgi ile devam eder.

Allah’ın kurduğu düzende ailede hem erkek hem de kadın sorumludur.

Aşk ile evliliğin yürümemesi demek evlilikte aşka gerek yoktur, demek değildir. Aşık olmadan asla evlenmeyin. Aşk çimentosu sizin evliliğinizde mutlaka bulunsun. Ama esas o olduğu zaman sıkıntılar çıkar. Çünkü kuru kuruya aşk bir şey ifade etmez.

“Ev hanımı” kelimesine Arapça’da “Rabbetü’l-Beyt” denir ve terbiye eden, düzenleyen, idare eden anlamlarına gelmektedir. Bu mananın da üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gerekmektedir.

Biraz uzun olan makalemiz elhamdullillah hitâma erdi. Niyâzımız, makaleden istifade edilmesi ve hiç olmazsa okuyan kişiye bir yol gösterebilmesidir. Amelimizde her dâim yalnızca “rıza-yı İlâhî”(44) vardır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’in de buyurduğu gibi; “Hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilmektedir.”(45) İnşallah umumî istifadeye medâr olur ve evlilik gibi derin ve mühim bir meselede, insanlara yardımcı olur.  Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn evlilere mutlu bir yaşam ve hayırlı evlatlar, gençlere ise evleneceği kişi ile mesut bir İslâmî yaşantı nasip eylesin. Âmîn.

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

Dipnotlar:

(1) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.143.
(2) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-2, s.41.
(3) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.204.
(4) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Mâide Sûresi, 5. Âyet.
(5) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s.20.
(6) bk. Buhârî, Nikâh, 3; Müslîm, Nikâh, 1.
(7) bk. Buhârî, Savm, 10.
(8) bk. Müslîm, Nikâh, 12.
(9) bk. Ebû Dâvûd, Nikâh, 19.
(10) bk. Müsned (Tertibü’l-Müsned), 16/154).
(11) bk. İslâm İlmihâli, Diyanet İşleri, İstihâre Namazı maddesi, s.223.
(12) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.31.
(13) bk. Buhârî, Nikâh, 111; Müslîm, Hacc, 424.
(14) bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tecrüme ve Şerhi, c.10, 17. Fasıl, Hadîs No: 3433.
(15) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s.220.
(16) bk. age., s.148.
(17) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(18) bk. Ali Tekin Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(19) bk. Ali Fikri Yavuz Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(20) bk. Hayrat Neşriyat Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(21) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 26. Âyet.
(22) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.262.
(23) bk. Kur’ân-ı Kerîm,  Şûrâ Sûresi, 38. Âyet.
(24) bk. Taberânî.
(25) bk. Bediüzzaman Said Nursî, İşârât-ül İ’caz, s. 217.
(26) bk. Tirmizî, Salât, 13/171.
(27) bk. Buhârî, 3:72.
(28) bk. Heysemî, 4, 252.
(29) bk. İbn-i Mâce, Nikâh, 49.
(30) bk. İbn-i Mâce, 1/1846.
(31) bk. Abdurrezzak, el-Musannef, 6, 173; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 7, 131.
(32) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tulûat İşârât, s.116.
(33) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.240.
(34) bk. Buhârî, Nikâh, 15; Müslîm, Radâ, 53.
(35) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.238.
(36) bk. age., s.242.
(37) bk. Tirmizî, Radâ, 10; Bkz. İbn-i Mâce, Nikâh, 4.
(38) bk. Tirmizî, Tefsir, 9/9.
(39) bk. İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857.
(40) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 223. Âyet.
(41) bk. Müsned, 1, 268; Dârimî, Vudû, 113-114; İbn-i Mâce, Nikâh, 29.
(42) bk. Ebû Dâvûd, Nikâh, 45; Müsned, 1, 86; 2, 44; Tirmizî, Taharet, 102.
(43) bk. Buhârî, Büyü, 3; Tirmizî, Kıyâme, 60.
(44) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.193.
(45) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 127. Âyet.

 

www.NurNet.org

GENÇLİĞİN KIYMETİNİ BİLMEK!..

Öncelikle Meyve Risalesi’nin nerede yazıldığına, kaç yılında yazıldığına ve ehemmiyetine değinelim.

“Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı Meyve Risalesi olduğu”(1) nu belirtiyor, Üstad Bediüzzaman. Yani bu eser Denizli’de hapishanede yazılıyor.

Ve Bediüzzaman Hz. “Meyve Risalesi” için “Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir.” demiştir. Bu eserin bir hâsiyeti de demek ki “müdafaaname” olmasıymış.

“Meyve Risalesi” için On Üçüncü Şuâ eserinde; “Meyve Risalesi çok ehemmiyetli ve kıymetlidir. Ümid ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak.”(3) şeklinde bir müjde verilmektedir.

Şuâlar eserinin sonundaki fihristte ise şu açıklamalar ile karşılaşmaktayız: “Bu risale (Meyve Risalesi), Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki cuma gününün mahsulüdür.”(4) Bu cümleye bakarak da bu eserin “iki cuma günü”nde yazıldığını anlıyoruz. Denizli Hapsinin tarihi ise 1943-1944 tarihleridir. Eserin yazılma tarihi de bu tarihlere denk geliyor.

“Meyve Risalesi” hakkında yaptığımız kısa bir girizgâhtan sonra “Beşinci Mesele”yi ele almaya başlayalım.

“Beşinci Mesele”

“Gençlik Rehberi’nde izah edildiği gibi…”

Meseleye başlanır başlanmaz başka bir risaleye atıf yapılmıştır. Atıf yapılan eser “Gençlik Rehberi”dir. Bu eser için Bediüzzaman Hz. “…on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için…”(5) yazdığını dile getirir.

Ele aldığımız eser olan “Meyve Risalesi” ile atıf yapılan eser olan “Gençlik Rehberi” için; her ikisi ile ilgili şu ifadeler geçmektedir Risale-i Nur’larda:

“Bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir.”(6)

“…gençlik hiç şüphe yok ki gidecek.”

Gençlik ile ilgili Risale-i Nur’da bir çok yer geçmektedir. Buraya konu ile münasebeti olan Mektubat’taki bir sorunun cevabını alabiliriz. Soruyu soran kişi (Mektubat eserinin yazılmasına, yazdığı mektuplar ile vesile olan Nur’un birinci talebesi İbrahim Hulusî Yahyagil Ağabey) duyduğu bir sözün hadîs olup olmadığını ve mânasını sormuştur. Ve bu soruya cevap aynen şöyledir:

“Hadîs olarak işitmişim. Murad da şudur ki: ‘En hayırlı genç odur ki ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tabi olur.’ “(7)

“Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyyetinde gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.”

Burada benzetmeler yapılmıştır. Ve tam yerinde bir kıyasta bulunulmuştur. Yaz gençliğe, güz ihtiyarlığa, kış ise ölüme benzetilmiştir. Nasıl yazdan sonra güz ve kış geliyor ise; gençlikten sonra ihtiyarlık ve ölüm de elbette gelecektir. Burada cümleye kesinlik anlamı katan “kat’iyyetinde” kelimesi delil ve bürhan ile ispatlı bir şekilde anlamına gelmektedir.

“Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata -istikamet dairesinde- sarf etse onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar.” 

Yani buradan da anlaşılacağı üzere gençlik “fâni” ve “geçici”dir. Yani devamlı kalmaz, gelip geçer. Kısa bir vakti vardır. O vakitte iffetle hayrata, yani Allah’ın razı olacağı şeylere doğruluk yolunda harcasa, kullansa; sonsuz bir gençlik kazanacak. Ve bunu kazanacağını da bütün semavî fermanlar, yani vahiyle gelmiş olan emirler, buyruklar, tebliğler, kitaplar, suhuflar ve ilahi kaynaklar müjde veriyorlar.

Bu meseleyle ilgili Risale-i Nur’da şu ibareler geçmektedir:

“Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mâl edebilir. Fâni ömrünü bir cihette ibka eder.”(8)

Buradan da anlaşılacağı üzere insanın beş vakit namaz kılmasına karşılık ömrünün dakikaları sevap oluyor, ibadet hükmüne geçiyor. Ve bütün ömür sermayesini de bâkileştirmiş, sonsuzlaştırmış oluyor.

“Eğer sefahete sarf etse nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir.”

Ama eğer ömrünü sefahete yani zevk-eğlence vd yasak olan haram şeylerde sarf ederse; nasıl ki bir dakikada adam hiddetlenip bir adamı öldürüyor ve hapse giriyor. Aynen onun gibi de -Allah muhafaza- cehenneme cezasını çekmeye gidebilir. Diğer cümle de burayı biraz daha açıp, izah ediyor. Devam edelim.

“Öyle de gayr-ı meşrû dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mesuliyetinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.” 

Diğer cümleyi açıklamaya başlıyor. Orada nasıl bir adam bir dakika hiddete gelmesi yüzünden, milyonlar dakika hapis cezasını çekiyordu. Aynen onun gibi de Allah’ın rızasına uymayan durum ve davranışların mevcut olduğu dâiredeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, kişinin yaptığı iş ve hareketlerden dolayı âhirette hesap vermeye mecbur olmasından ve kabir azabından ve ömrünün sona ermesinden gelen eseflenmeler, kederlenmeler ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından yani dünyaya ait cezalardan başka, aynı lezzet içinde o lezzetten daha fazla ağrılar, acılar, kederler getirdiğini aklı başında olan her genç deneyim ve sınamalarının sonucu olarak tasdik edip, kabul eder.

Allah’ın razı olmayacağı fiillerin tamamına gayr-ı meşrû deniliyor. Ve bu tür sevgilere de gayr-ı meşrû muhabbet deniliyor. Gayrimeşrû muhabbet ile ilgili Bediüzzaman Hz. şöyle demektedir:

“Gayr-ı meşrû bir muhabbetin neticesi merhametsiz azab çekmektir.”(9)

Ve “Zeval-i elem, lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir.”(10)

Bu konuya misal olarak harama karşı sakınmak kişiye biraz zorluk verir ama sonrası lezzettir. Aynı şekilde günahlarda da bir lezzet var ve daha sonrasında o günahların elemi ortaya çıkıyor.

“Mesela, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.”

Bundan sonra da misal ile başa gelebilecek ârıza ve sıkıntıları belirtir, Müellif. Haram sevmekte öncelikle kıskançlık elemi vardır. Her iki tarafta da bu olur. Sonra ayrılık elemi olur. Ve en fazla kişiye elem veren durumlardan biri olan mukabele, yani karşılık görmemek elemi gibi çok noksanlıklar, eksiklikler ile o küçük lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.

“Zehirli bir bal” tabiri çok güzel bir örnektir. Günahların tanımı bu örnek üzerinden yapıldığı gibi haram sevmekte aynı buna benzetilmiştir. Başta tat verir, ama daha sonradan karın ağrısı ortaya çıkar.

“Ve o gençliğin sû-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşrû keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.”

Burada da gençliğini suistimalde, yani kötüye kullanmada başa gelebilecekler sayılıyor. Öncelikle gençliğini kötüye kullananlarda ortaya çıkanların hastalıkları nedeniyle hastanelere gideceği belirtiliyor. Taşkınlıklara neden olanların da hapishanelere gittiği bilinen bir durumdur. Kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden meydana gelen sıkıntılarla da ya meyhanelere, yani şarap ve içki içilen kötü yerlere gideceklerini ya da sefahethanelere, yani sonunu düşünmeden ahlâksız davranışların yapıldığı mâlum yerlere gittikleri de günümüzde görülmektedir mâlesef. Bunları saydıktan sonra son gidilecek yer de söylenir. Ölülerin gömüldüğü mezaristan. Bunlara inanmıyor iseniz bizzat gidin ve kendiniz tecrübe edin. Elbette çoğunlukla, gençlerin gençliğinin kötüye kullanılmasından ve taşkınlıklarından ve haram keyiflerinin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve hüzünler, gamlar, pişmanlıklar işiteceksin.

“Eğer istikamet dairesinde gitse gençlik gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semavî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.”

Eğer insan doğruluk yolunda ilerlerse gençlik gayet şirin ve Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu ve ihsanı ve tatlı ve kuvvetli bir Allah’ın razı olacağı iyilikleri yapma aracı olarak âhirette gayet parlak ve sonsuz bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kesin âyetleriyle Allah tarafından gönderilmiş vahiy olan bütün kitaplar, buyruklar, emirler ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Konuyla bağlantılı olarak Bediüzzaman Hz.nin Mesnevî-i Nuriye eserinde söyle bir tabiri geçmektedir:

“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”(11)

Şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’de geçen gençlik ve mükâfatlarıyla ilgili âyetlerden birkaç örnek verelim.

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu kadehler vardır.”(12)

Bu âyette verilecek mükâfatlardan bahsedilmiştir. Diğer bir âyet-i kerîmede ise;

“Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp, dolaşırlar.”(13) buyrulmuştur.

Ashab-ı Kehf’in kıssâ edildiği Kehf Sûresi’nde ise şöyle buyurulur:

“O gençler mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: ‘Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır.’ “(14)

Gençlikle ilgili diğer semavî kitaplarda da âyetler geçmektedir. Her ne kadar tahrif olunmuş olsalar da bazılarını misal olarak verelim:

“Ey delikanlı, gençliğinle sevin, bırak gençlik günlerinde yüreğin sevinç duysun!”(15)

“Genç erkeklere sağduyulu olmayı özendir.”(16)

“Genç insan yolunu nasıl temizler? Senin sözünü tutmakla.”(17)

“Kemiklerini dolduran gençlik ateşi, kendisiyle birlikte toprakta yatacak.”(18)

“Gençlik günahlarımı, isyanlarımı anımsa, sevgine göre anımsa beni, çünkü sen iyisin Ya Rabbi!”(19)

“Yiğidin elinde nasılsa oklar, öyledir gençlikte doğan çocuklar.”(20)

“Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak o tatlı nimeti iffette, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.”

Bu paragrafı üstteki paragraflarda gereği kadar izah ettik. Ama bu paragrafta geçen “şükür” ile ilgili birkaç noktaya değineceğiz.

Bediüzzaman Hz. şükür ile ilgili şöyle der:

“Şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır.”(21)

“Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir.”(22)

Bir başka yerde ise şükür şöyle tarif edilir:

“Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur’ân-ı Kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-ı âlemin en mühimmi şükürdür.”(23)

Şükür ile ilgili güzel bir lügât mânâsı da şudur:

 

 “(Şükür) Kalb ile dil ile sâir azâlarıyla (diğer uzuv ve organlarıyla) olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden her nimeti Allah’ın razı olduğu yere sarf eder. Şükür; Allah’ın kullarından iyi amellerine mükâfat veya mücâzat (karşılık) vermesidir.”24)

Dipnotlar:

(1) Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.363.
(2) Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.190.
(3) age., s.325.
(4) age., s.647.
(5) Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.241.
(6) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.162.
(7) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.315.
(8) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.25.
(9) age., s.710.
(10) Bediüzzaman Said Nursî, s.58; Şuâlar, s.361.
(11) Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.130.
(12) Kur’ân-ı Kerîm, Nebe’ Sûresi, 31. Âyet.
(13) Kur’ân-ı Kerîm, Vâkıa Sûresi, 17. Âyet.
(14) Kur’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi, 10. Âyet.
(15) İncil, Vaiz, 11.
(16) Tevrat, Titus, 2:6.
(17) Zebur, Mezmurlar, 119:9.
(18) İncil, Eyyüp:.20.
(19) Zebur, Mezmurlar, 25.
(20) Mezmurlar, 127.
(21) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.412.
(22) age., s.410.
(23) age., s.413.
(24) Lügât-ı Remzî, ilgili madde.

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

www.NurNet.org

Dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…

“Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…” Devamıyla detaylıca izah eder misiniz?

Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.”(1)

“Cây-ı dikkat bir hal…” Yani dikkat edilecek bir durum… Üstad Bediüzzaman Hazretleri, öncelikle dikkatleri konunun üzerine çekiyor. Devamında da neden böyle dediğini anlamamız mümkün. 

Burayı daha iyi anlamak için, bu cümlelerin geçtiği yeri iyi bir şekilde tahlil etmeliyiz. Eser, Mektûbat eseri. Çoğunluğunu Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Hacı İbrahim Hulusî Yahyagil’in sorularına verilen cevaplar oluşturuyor. İfadeler Yirmi Altıncı Mektûb’da geçiyor. Yirmi Altıncı Mektûb, Bediüzzaman’ın tabiriyle; “…iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskat eden, gayet mühim bir mektûbdur.”(2)

Kısaca anlamı: İnsanları Allah’ın yolundan çıkarmaya çalışan şeytanı susturan, söz ve fikirde galip eden ve yanlışlarını delilleriyle ispat eden ve zulüm, küfür, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gidenleri aşağı düşürüp, hükümsüz bırakan pek çok önemi bulunan bir mektuptur.

Geçtiği bölüm, Üçüncü Mebhas. Müellif’in, yani yazarın tabiriyle; 

“… hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor. 

Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.”(3)

Yukarıda alıntı yaptığımız yer büyük oranda anlaşıldığı için fazla izaha gerek yoktur.

“…Türk…” diye yeni cümleye başlıyor. Burada bir hitap söz konusu. Bu kelimeyi kaynakları ile ele alıp, izaha başlayalım. Öncelikle hakiki söz sahibi olan “Kur’ân-ı Kerîm” ile başlayalım.

Kur’ân-ı Kerîm’in Mâide Sûresi’nin 54. Âyeti‘nden, birçok müfessir “Türklerle ilgili âyet” diye çıkarımda bulunmuştur.

“Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getireektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(4)

Bu âyet-i kerîmeyi belirttikten sonra Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “(Mâide Sûresi 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”(5)

Mâide Sûresi’nin 53. Âyeti’nin sonunda ise şu ibareler geçer; “…Bütün çabaladıkları boşuna gitti de zarar içinde kaldılar.”(6)

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde de şöyle geçmektedir; “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın!”(7)

Şimdi de şerhini yaptığımız metnin müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…”(8)

Bu cümleden Türklerin 4 özelliği ortaya çıkıyor:

– Şarkın (Doğu’nun) en cesur,
– Kuvvetli, 
– Kesretli (çok olan),
– İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…”(9)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…”(10)

Buradan da 3 özellik daha göze çarpıyor.

– Bu Vatan ehl-i imanı, 
– Kur’ân’ın bayraktarı,
– Senâ-i Kur’âniyeye mazhar.

“…asil Türk milleti…”(11)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.”(12)

– Asil,
– Dindar,
– Cengâver,
– İmanlı,
– Cesur.

Burada da 5 özellik daha eklenerek toplam da 12 özellik ile Risale-i Nur’da geçen Türklerin hususiyetlerini belirttik.

Türklerin soyu ile ilgili şu anektodu verebiliriz:

“Türklerin soyu Tevrat’ın naklettiği ve İbn-i Haldun’un da kabul ettiğine göre Hz. Nuh (as)’un oğlu Yafes’ten gelir. Yafes’in büyük oğlunun adı ise Türk’tür.”(13), (14).

Türkler, İslâm ile şerefyâb olarak yeni bir karaktere bürünmüştür. Türkler, İslâm ile yükseldi ve yüceldi. Ve Bediüzzaman’ın tabiriyle İslâm ile “mezc oldu”. Türk kelimesi İslâm ile birlikte anılmaya başladı. Türkler bu “yeni” din ile “yeni” bir kimliğe kavuşmuş oldu. 

Konu ile ilgili; “Türkler, İslâm dinine girmeleri ile bu yeni din sâyesinde yepyeni bir hüviyete sahip olmuşlar…”(15) denilebilir.

Türkler aynı zamanda idarecilikte de maharetli idi. Ve bu nedenle komutanlık ve yöneticilik vazifelerini hakkıyla yapmışlardır. 

Konuyla ilgili bir anektod; “Artık Türkler her şeye hâkim oldular. Diğer bütün insanlara onların emirlerini dinlemek ve itaat etmekten başka ne kaldı?!”(16)

Türklerin “hâkim” olmasını ve “âmiriyet”ini yabancı yazarlar da dile getirmişlerdir.

Mesela, “Sadece Orta Doğu’da değil, hemen hemen dünyanın her yerinde genellikle Türkler, bir azınlık olmalarına rağmen daima hakim unsur olmuşlardır.”(17)

Bediüzzaman Hz. de Türklerin idareci yönlerine dikkat çekerek şöyle demiştir:

“Türkler bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.”(18)

Buradan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hz. Türkler ile Kürdlerin toplamının bir iyi insan olacağını ve dikbaşlılık yapılmamasını belirtmiştir. 

Yalnızca Türkler ile Kürtlerin değil, aynı zamanda Arapların da bir olması gerektiğine dikkat çeken Bediüzzaman şöyle demektedir:

 “İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.”(19)

Osmanlı İmparatorluğu bu şekil bir ittihâd ve ittifâkın mücessem bir örneğidir.

“Osmanlı İmparatorluğu’nun (…) muharip gazilerin(in) gerek Arap olsun, gerek Türk, her iki lisanda aynı olan bir tek şiarı, parolası vardı. O da şüphesiz ‘Allahu Ekber – Allah Büyüktür’ idi.”(20)

Şimdi de diğer kelimenin izahı ile devam edelim.

“…anâsır-ı İslâmiye içinde…” cümlesinde geçen “anâsır” kelimesi; unsurlar, milletler, bir çok şeyden oluşanlar ve benzeri anlamlara gelmektedir. “anâsır-ı İslâmiye” ise makam bakımından dolayı şu anlama gelir; birçok milletten oluşmuş olan İslâm milleti. 

“…en kesretli olduğu halde…” diye devam eder. Tarihi ve demografik  (nüfus) olarak da bir hakikate işaret edilmektedir. Yani İslâm milletleri içinde en kalabalık ve çoklukta olan kavimdir. 

“…dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır.” Burada ifade edilen mânâ; Nasıl ki İslâmiyet’in ilk yıllarında “Araplar geliyor!..” denildiğinde akla Müslümanlar geliyordu. Aynen onun gibi daha sonra İslâm’ın sancaktarlığı vazifesini alan Türkler de fetihlere gittikleri zaman, “Türkler geliyor!..” denildiğinde akla ilk gelen Müslümanların geldiğidir. Çünkü gaza-cihad anlayışı ile hareket eden ordulara sahip olup, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna çaba sarf ettikleri için artık mensup oldukları din ile bütünleşmişlerdir. Çok az sayıda da olsa başka dine mensup Türklerin bulunması bu kaideyi bozmadığı gibi, tarihi kayıtlar da Türkler ile İslâmiyetin bütünleştiğine şahit bir delildir. Diğer dinlere mensup olan Türkler şu şekilde sıralanabilir; Macar, Bulgar ve Gagavuz Türkleri, Hristiyan; Hazar Türkleri, Yahudi; Yakut Türkleri, Şamanist ve Tengricidir. Uygur Türklerinin bir kısmı da Budist ve Maniheisttir. Medeniyetten uzak olan bazı Orta Asya Türk kabileleri ise Gök Tanrı inancına bağlıdır. 

“Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.” diye de iddia güçlendirilir. Bu cümleden de anlaşılacağı üzere; Türkler, diğer Müslüman milletler gibi değildir. Onlarda şöyle bir hâsiyet ve durum vardır. Bu durum ise diğer Müslüman milletlerde görülmemektedir. O durum da bütün Türklerin Müslüman olmasıdır. Diğer Müslüman milletlerde Müslüman ve Müslüman olmayan diye bir ayrım vardır. Türklerde ise böyle bir ayrım, iki kısma taksim olma, ayrılma yoktur. Meselâ Araplarda hâtırı sayılır bir Hristiyan topluluk vardır. Kürdlerde Müslüman, Yezidî, Ezidî, Zerdüştlük gibi diğer din mensupları vardır. Farslarda Mecusî ve benzeri diğer dinlere inanan topluluklar vardır. Gürcülerin bir kısmı Müslüman diğer kısmı ise Hristiyandır. Diğer kavimleri buna kıyas edebiliriz. 

“Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır.” Bu cümlenin izahı yukarıda genişçe yapıldığından tekrara lüzum yoktur. 

“Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır.” diye ilmî bir tespit yapılmıştır. Ve Bediüzzaman bir örnek vererek iddiasının delilini ortaya koyar. (Macarlar gibi) Evet, Bediüzzaman ‘akla bir kapı açtı’ ve gerisini bizim aklımıza havale etti. Buna örnekler arttırılabilir. Macarlar, Bulgarlar; Slavlaşmıştır. Çünkü Hristiyanların arasında kalarak bir çeşit asimile olmuşlardır. Hazarlar da aynı şekilde Yahudi olarak kendi benliklerini unutmuşlar ve bir çeşit “Türklükten dahi çıkmışlardır.”

“Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” diye devam edilir. Burada geçen küçük unsur yani küçük milletler tabiri diğer bütün İslâm milletlerine şâmildir. Türklerde Müslüman nüfusun çokluğu tamamına yakın bir oran sayılabildiği içindir ki “Türk, Müslüman demektir.”(21) şeklinde yerleşmiştir. 

Türk kelimesinin lügat mânâsına bakacak olursak şu bilgiler yer almaktadır:

 Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.(22)

Bediüzzaman Hazretlerinin bir cümlesi ve o cümlesine dair bir kaç anektoda geçelim.

” Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadîs var… Bir numunesi, Sultan Fatih hakkındaki hadîstir.”(23)

Burada İstanbul’un fethi ile ilgili hadîs örnek veriliyor. Hem komutan hem de ordu övülüyor, hadîs-i şerîfte. Şimdi de konu ile ilgili diğer hadîslere geçelim.

“Konstantiniyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Ve o asker ne güzel askerdir.”(24)

“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona ihsanını en evvel Kantura (Türk) nesli alacaktır.”(25)

“Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz sizde onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece siz de Türkler’e (sakın) dokunmayınız!”(26)

“Hıfz on kısma ayrılmıştır. Dokuzu Türklerde, biri (de) diğer insanlardadır.”(27)

Burada geçen medih ve övgüler; Türkleri kavim olarak övmek değil, İslâm’a olan hizmetlerindendir. İslâm’a göre ölçü budur. Bu anlamda Arapları öven hadîsler de mevcuttur. 

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.364.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 309.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, Fihrist, s.566
4. Mâide Sûresi, 54. Âyet.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 354.
6. Mâide Sûresi, 53. Âyet.
7. Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebû Dâvûd, Mısır Tabı, c.4, s.112.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Beşinci Şua, s. 488.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat s. 477.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-I, s. 281.
11. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 206.
12. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, On Dördüncü Şua, s. 438.
13. bk. İbn-i Haldun, Tarih-i İbn-i Haldun, Mısır Tabı, c.1, s. 8.
14. bk. Zekeriya Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan, c.1, s. 34.
15. Lewis B., The Emergency of Modern Turkey, London, s. 325.
16. El-Mesudî, Mürucu’z-Zeheb, Bulak, 1383, c.2, s. 336.
17. Lewis, B., The Middle East and West, London, s. 20.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 466.
19. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye.
20. Zekeriya Kitapçı, Türklerin İslâm Medeniyetlerindeki Yeri, Ankara, 1972.
21. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 222.
22. bk. Yeni Lügât, Abdullah Yeğin, s.1048.
23. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II,  s. 39.
24. Buhârî; Tarihu’l-Kebîr, cilt 1, kısım 2, s.81; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/42; El-Hakîm, Müstedrek 4/42-422.
25. İmam Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr/Mu’cemü’l-Evsat.
26. Ebû Dâvûd, Sünen-i Dâvûd, c.4, s.112.
27. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Ramuz El-hadîs, 4140 nolu hadîs.

 

www.NurNet.org

ÜMMETİN KANAYAN YARASI: DOĞU TÜRKİSTAN

ÜMMETİN KANAYAN YARASI: DOĞU TÜRKİSTAN

Bu makalemizde inşallah Doğu Türkistan’ı, oradaki zulmü, bize düşen görevleri ve yapmamız gerekenleri elimizden geldiğince anlatmaya çalışacağız. Öncelikle bu makaleyi yazma amacımız ile başlayalım:

 Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de;

“İçinizden emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker bir topluluk bulunsun. Ve işte kurtuluşa erenler ancak onlardır.”(1)

buyurduğu ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in de

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz. İşte bu imanın en zayıf derecesidir.”(2)

dediği minvalde, bizler de bu âyet-i kerîmedeki ve hadîs-i şerîfteki hakikatlere mazhar olmak için bu yazıyı kaleme almaya karar verdik. Bütün dünya Doğu Türkistan zulmüne sessiz kalırken “Zulme karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır.” şuur ve bilinciyle hareket etmeliyiz. Ülkemizde ve bütün İslâm ülkelerinde bu konunun gündem olması gerekmektedir. Bizler de Merhum Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi diyoruz ki;

“Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan,
Bana zindan olur Maraş, Elbistan.
İbn-i Sina, Dedem Korkut, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin.”
(3)

Evet, şimdi de o topraklara bir göz atalım. Ümmetin gözü önünde Kızıl Çin’in zulmü altında inim inim inleyen bir yurt… Müslüman Türk kimliğinin yok edilmeye çalışıldığı, tarihin büyük soykırımlarından birinin yapıldığı, insanlık dışı işkencelere başvurulduğu bir yer… Dünya bu zulme göz yumuyor ve ses çıkarmıyor. Ve o Doğu Türkistan ki; bizden başka dostu olmayan bir yer. Peki sizlere bir soru:

– Biz onların kardeşi iken ve asıl sahiplenmesi gerekenler bizler iken neden sessiz kalıyoruz?..

Belki de en başta bu zulmü tam mânâsıyla bilmeyişimiz ve pek de bilgimizin olmaması olabilir. Peki o bahsettiğimiz Doğu Türkistanlılar kim? Onlar ki; Kızıl Çin’in eziyetlerine direnen mücahid ve mücahideler topluluğu. Zorla dinlerinden uzaklaştırılmaya çalışılan şanlı mü’min ve mü’mineler. Ve Doğu Türkistan halkı o zulümler karşısında kan ağlıyor!..

Evet, ümmetin kanayan bir yarası. Orası Doğu Türkistan!..

Neşterlerle kesilmiş ve lime lime edilmiş haldeler. Ve ümmetin umudu olan bizleri bekliyorlar. Gök bayrağın sahibi olan o mücahitler, bizi bekliyorlar. Namus, ırz târûmâr edilmiş, pâyimâl olmuş. Tarihin en büyük asimilasyonlarından birisi yaşanıyor. Ve Ümmet-i Muhammed (asm) suskun. Sesi çıkmıyor… Neden peki?..

– Hani “Mü’minler ancak ve ancak kardeş”(4) idi?.. Bu mudur kardeşlik?..

– Hani “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler.”(5) idi?..

– Hani Rahmet Peygamberi Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz, “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (hakikî mânâda) iman etmiş olamazsınız.”(6) buyuruyordu?..

– Hani?.. Çin’in yaptığı bu zulümlere karşı Nerede bu ümmet?..

– Hani “Zulme rıza zulüm”(7) idi?..

– Hani o yeri geldiğinde “Zâlimler için yaşasın cehennem!..”(8) diye nârâlar atanlar?.. O nârâları atanlar bizler değil miydik? Neden suskunuz?..

Fark ettiysek zulme uğrayanlar yine Müslümanlar. Ve zulmedenler de yine kâfirler. Ve o bir nidâ-i Kur’ânî gelir kulağımıza; “Zâlimlerin yaptıklarından Allah’ı habersiz sanma. Ancak, Allah onları korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.”(9)

Çünkü unutmayalım ki, “(Allah’ın) rububiyetin(in) ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücazât olacaktır.”(10) Ve bu zulümler asla devam etmeyecektir. Muhakkak ki Allah “te’hir ve imhal etsebile ihmal etmez.”(11) 

Şimdi de Kızıl Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı zulumlere bakalım:

Ve bu zulümler Mao döneminden beri devam edegelmiştir. Doğu Türkistan, resmi adıyla Sincan Uygur Özerk Bölgesi... Bölgedeki zulüm ile ilgili nüfus oranlarındaki yıllara göre değişim, Çin’in yaptığı sıkı politikanın bir neticesidir. Mesela 1949 senesinde Doğu Türkistan’ın %93’ü Müslüman Uygur Türk’ü, %7’si ise Çinli iken; 1960’dan sonra bölgeye Çinliler yerleştirilmeye başlanmıştır. Ve Kızıl Çin o dönemden günümüze kadar milyonlarca Müslüman Uygur Türk’ü kardeşimizi hunharca katletmiştir. Şimdi vereceğimiz bilgileri belki de ilk defa duyacaksınız.

Çin, Doğu Türkistan’a her bakımdan zulm etti ve hâlen de etmeye devam ediyor. 34 bin tane İslâmî kitabı yakarak yok ettiler. 28 bin tane mescid, Çin hükûmeti tarafından kapatılarak diskoya çevrildi. Ve bakın devamında ne oluyor?.. 18 bin tane de medrese kapatılarak, şarap üretimhanesine çevriliyor. Toplamda 120 bin Din Âlimi idam edilmiş durumda. Ve 54 bin tane de Din Âlimi, çalışma kamplarında zorla çalıştırılmakta. Evet bu ifadeler tüyler ürpertici ve kan dondurucu!..

Belki de bunlardan bir çoğumuzun haberi bile yoktu. Ve yapılan zulümler bunlar ile bitmiyor.

Çin hükûmeti tesettürü kötüleyen tiyatrolar düzenleyerek insanları İslam’dan soğutmaya çalışıyor. Ve en çarpıcı ve üzücü durumlara gelecek olursak o da “Kardeş Aile Projesi” adı altında her Müslüman Uygur Türk Ailesine bir Çinli erkek yerleştirilmesi durumudur ki; akıl almaz bir durumdur. Hatta ve hatta bizzat görgü tanıklarının anlattıklarına göre, Çinli bir erkek istediği Müslüman hanım ile evlenebiliyor ve evlenmeyi reddeden hanımlar hapislere gönderiliyor. Orada işkencelere tabi tutuluyorlar. Ve mâlesef ki Müslüman bacılarımız tecavüzlere uğruyorlar. Ve yapılan işkencelere dayanamayan ve intihar etmek isteyenlere ise izin verilmiyor. Bu şekilde insanlık dışı işkencelere şahit olunuyor Doğu Türkistan’da…

Ve başka bir zulüm ise din ve vicdan özgürlüğünün engellenmesi. Mesela kadınların hicap giymesi yasaklanmış vaziyette. Hicap (yani örtü) giyen kadına 5600 dolar ceza veriliyor. Düşünebiliyor musunuz Kur’ân öğretmenin cezası 10 yıl hapis. Yani Müslümanların kendi kitaplarını dahi yasaklanmış durumda. Tarihte belki de en şiddetli zulüm ve işkencelerin yaşandığı mazlum bir memleket. (İlave bilgi için bk. – https://onedio.com/haber/dogu-turkistan-da-yasanan-katliama-dur-de–536527 – https://www.yenisafak.com/dunya/cinden-dogu-turkistanlilara-yeni-zulum-3413232)

Bunları daha önce duymamış olabiliriz. Ama artık duyduk ve biliyoruz. Ve biz Müslüman bireyler olarak sorumluyuz. Bu saydığımız zulümler karşısında uykular kaçmıyor, yüreğimiz sızlamıyor, boğamız düğüm düğüm olmuyor ise; “Ey iman edenler! İmân ediniz!”(12) âyetini bir kez daha derhâtır etmeliyiz. 

Evet, Doğu Türkistan’da bu kadar zulüm oluyor ve biz bu zulme göz yumamaz, sessiz kalamayız. Ve tarafımızı belli ettirmeliyiz. Merhum Cemil Meriç’in sözü olarak ifade edildiği gibi; “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, namussuzluktur.” İnşallah şu anda şu satırları okuyarak en azından bir nebze de olsa zulümden haberdar olmuş oldunuz. Bizler Müslüman bir şahsiyete sahip isek Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm)’in de bahsettiği vücûda benzemeliyiz. Nasıl ki vücûdun bir yerinde rahatsızlık olunca bütün vücûd o bölge ile ilgileniyor ise; aynen onun gibi Âlem-i İslâm vücûdunda bir uzuvda (yani bir İslâm beldesinde) zulüm var ise, biz de bütün ümmet olarak orası ile ilgilenmeliyiz. Ve hadîsin devamında da söyle denilir; “Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeble uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”(13) Biz de bu şekil “bir vücûdun azaları” veya “bir duvarın tuğlaları” bilincine sahip olmalıyız. Zulme karşı tavrımız ve dik duruşumuz olmalıdır. Merhum İstiklâl Şâiri Mehmed Âkif Ersoy’un dediği gibi; 

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem,
Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem…”
(14)

Evet, unutmamak gerekir ki; “Cihâdın en efdâli (faziletlisi), zâlim sultanın yanında hak sözü söylemektir.”(15) Ve unutmamak gerektir ki, cihad yalnızca kılınç ile yapılmaz. Kalem ile ilim ile bilim ile fen ve teknoloji silahıyla da cihad olur. Büyük İslâm Âlimi ve Mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de dediği gibi;

“Bizim düşmanımız cehâlet, zâruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifaksilahıyla cihâd edeceğiz.”(16)

Biz İslâm Ümmeti olarak bu üç düşmana karşı, gereken silahlar ile cihad etmemiz gerekmektedir. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin bir asır önce söylediği o meşhur sözünü günümüz zalemelerine haykırıyor ve diyoruz ki; “Zâlimler için yaşasın cehennem!..”(17) 

Bizler Müslümanlar olarak “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyemeyiz! Müslüman, Âlem-i İslâm’da meydana gelen olaylara ilgisiz kalamaz. Bu konu hakkında Hz. Ebû Bekir (ra)’in şu ikazı, son derece anlamlıdır:

“Ey insanlar! Sizler, ‘Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz hidayette olduktan sonra, başkasının dalâleti size zarar vermez.’ (Mâide, 5/105) âyetini yanlış anlıyorsunuz. Biz Resûlullah’ın (asm) şöyle dediğini duyduk: ‘İnsanlar kötülüğü görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah’ın onlara umumî bir bela vermesi yakındır.’ “(18)

Bu hadîs-i şerîf uyarısınca da bizler bu yapılan zulme asla sessiz kalamayız. Ve bizler ” ‘Mazlumun âhı tâ arşa kadar gider’ diye bir kuvvetli hakikat”e(19) gönülden bağlı kimseleriz. Ve bir Doğu Türkistanlı kardeşimizin şu feryadı kulağımızda çınlamalıdır; “Ya tutun elimizden ya da ‘Gardaş’ demeyin bize!..” O kardeşlerimiz “cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları”(20) ve “Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehâdetiyle hâdim (hizmetkâr) olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri bulunan (yani yayan) yüksek ecdadın evladı”(21) olan bizleri bekliyorlar. Evet, ümmetin umut ışığı olan bizleri bekliyorlar. 

– Peki şimdi yapmamız gereken nedir?

1. Yapmamız gereken, öncelikle yeisi yani ümitsizliği bırakmaktır. Bu konuyu anlayıp, daha sonra diğer yapacaklarımıza geçebiliriz. “Yeis (ümitsizlik) en dehşetli hastalıktır ki, Âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş.”(22) der ve ümitsizliğin zararlarını anlattıktan sonra şu şekilde devam eder Bediüzzaman;

“Madem bu derece bu hastalıkbize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısâsımızı alıpöldüreceğiz. ‘Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!’ (Zümer, 39/53) (âyetinin) kılıncı ile o yeisinbaşını parçalayacağız. ‘Bir şey bütünüyle elde edilmezse, bütünüyle de terk edilmez.’ hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.”(23)

Bediüzzaman Hz. şu müthiş tespitte bulunur:

“Yeis; ümmetlerin, milletlerin ‘seretan’ denilen en dehşetli hastalığıdır.”(24)

Bu tespitlerden sonra şu müjdeli haber ile sonuca bağlar Bediüzzaman Hz. ;

“İnşâallah yine Arablar ye’sibırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.”(25)

Bu müjdeli haber ile ümitsizliğe düşmememiz gerektiği her zaman aklımızda olmalıdır.

2. Daha sonra yapmamız gereken en önemli şey ise, “dua”dır. Çünkü “Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir.”(26) Biz bunu hakkıyla yerine getirmeye çalışacağız. Ama burada bir noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir. Dua “iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ, çift sürmek, fiilî bir duadır.”(27)

Buradan da anlaşılacağı üzere bizim ikinci olarak yapmamız gereken şey “kavlî dua” ile beraber “fiilî dua”yı yapmak olacaktır. Biz lisanımız ile “Allah’ım Çin’i kahreyle!” veya “Ya Rabbi, Doğu Türkistan’daki kardeşlerimize yardım eyle!” derken aynı zamanda fiillerimiz ile de kurtulması için çaba sarf etmeliyiz. En başta Doğu Türkistan için yardım kampanyaları düzenlenmeli, gıda-erzak, ilaç ve benzeri yardımlar için sivil toplum kuruluşları çaba sarf etmeli ve bunlara destek verilmelidir. Bunun yanında devlet ricalinin de gereken adımları atması gerekmektedir.

3. Üçüncü olarak“Doğu Türkistan” meselesini daima gündemde tutmalıyız. Oradaki zulmü anlatmalı ve unutturmamalıyız. Burada akla Doğu Türkistan Milli Meclisi Başkanı Seyit Tümtürk’ün şu sözleri geliyor: “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız; düşmanımız Çin’in yaptığı işkenceler değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” Onun için bu yapılan soykırımı asla unutmamalıyız. Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in de dediği gibi: “Soykırımları unutmayın. Çünkü unutulan soykırımlar tekrarlanır.”

4. Dördüncü yapmamız gereken ise, daima ümitvâr olmaktır. Asla ümidimizi kesmemektir.

Bir de Doğu Türkistan noktasında nasıl hassas davranacağımıza değinelim.

Selahaddin-i Eyyubî’nin, “Kudüs işgal altındayken gülemem!..” dediği gibi biz de Âlem-i İslâm’daki İslâm beldelerini her zaman hatırımızda tutmalıyız. İşgal altındaki Doğu Türkistan, Filistin, Arakan, Yemen ve diğer İslâm beldelerinin kurtuluşa ereceği ümidiyle yaşamalıyız. Ve biz vazifemize bakmalıyız. Buna misal olarak şunu verebiliriz;

“Meşhurdur ki bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah, harbe giderken vüzerası ve etbaı ona demişler: ‘Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek.’ O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlup etmek O’nun vazifesidir.’ İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.”(28)

Aynen biz de bu misaldeki gibi, saydığımız dört temel vazifeyi yapmalı ve daha sonra gerisini Allah’a bırakmalıyız. 

Ve bir hakikati daha beyan etmek istiyorum. Orada şehid olan kardeşlerimiz için de öncelikle Allah şehadetlerini makbul eylesin. “Allah imhal ederama ihmal etmez.” hakikatini ve

“Allah, (mazlumun) duasını bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır. Ve Allah Teâlâ Hazretleri: ‘İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da duanı mutlaka kabul edeceğim!’ buyurur.”(29)

hadîsini asla unutmamalıyız. Çünkü “zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil.”(30) Onların yani o kâfirlerin Müslümanlar üzerinde tuzakları vardır.

“Allah da (onların tuzaklarına karşılık olarak) bir tuzak kuruyor. Şüphesiz ki Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (31) 

Hazret-i Ali (ra)’ye ithaf edilen şu sözü hatırlatmak isterim: “Zulme engel olamıyorsanız, en azından onu herkese duyurun.” Biz de Allah rızası için bu çalışmayı yaptık ve inşâallah bir bilinç ve şuurun oluşmasına vesile oluruz.

Son olarak sözlerimi ümit verici ve geleceğe karşı umut dolu olmamızı sağlayacak şu sözler ile bitirmek istiyorum:

“Evet, ümitvâr olunuz; şu istikbâl inkılabı içindeki en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!..”(32)

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

DİPNOTLAR:

(1) Âl-i İmran Sûresi, 104. Âyet.
(2) Müslim, Îmân, 78; Tirmizî, Fiten,11.
(3) Abdurrahim Karakoç, Yemin Şiiri’nden.
(4) Hucûrat Sûresi, 10. Âyet.
(5) Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.
(6) Müslim, Îmân, 93-94; Tirmizî, Et’ime, 45; İbni Mâce, Mukaddime, 9.
(7) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.407.
(8) Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.58.
(9) İbrahim Sûresi, 42. Âyet.
(10) Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.40.
(11) age.
(12) Nisâ Sûresi, 136. Âyet.
(13) Buhârî, Edeb, 27; Müslîm, Birr, 66.
(14) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat’ından.
(15) Ebû Dâvûd, Melahim, 17; Tirmizî, Fiten, 13; bk. Nesâî, Bey’at, 37.
(16) Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s.15.
(17) Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.60; Divan-ı Harb-i Örfî, s.10; Nur Çeşmesi, s.210.
(18) İbni Mâce, Fiten, 20; Ebû Dâvûd, Melahim, 17; Tirmizî, Fiten, 8.
(19) Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s.12.
(20) Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.154.
(21) age., s.153.
(22)  Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s.43.
(23) age., s. 44.
(24) age.
(25) age., s.45.
(26) Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s.247.
(27) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.337
(28) Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.156-157.
(29) Tirmizî, Cennet, 2.
(30) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.73.
(31) Enfal Sûresi, 30. Âyet.
(32) Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.130.

www.NurNet.org

ÇAĞIMIZDA BİR HASTALIK:  MODALAŞTIRILAN TESETTÜR

ÇAĞIMIZDA BİR HASTALIK: 

MODALAŞTIRILAN TESETTÜR

            Öncelikle bu yazıyı neden kaleme aldığımız ile başlayalım. Bu yazıyı kaleme almamızdaki asıl maksadımız “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini yerine getirmektir. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yani iyiliği emredip kötülükten nehyetmek için yazımızı kaleme alıyoruz. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (1)

            Peki, akla şöyle bir soru gelebilir. Bize ne insanların yanlış yapmalarından?.. Yani biz niye bu meseleye karışıyoruz?.. Bu konu hakkında Allah Resûlü (ASM) şöyle buyuruyor: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (2)

Verdiğimiz hadîs-i şerîften İslâm Âlimleri genel olarak şunu çıkarmışlardır; kötülükleri el ile değiştirmenin yöneticilerin, dil ile değiştirmenin âlimlerin, kalp ile buğzetme/onaylamamanın ise bunlara güç yetiremeyen zayıfların yani âvâmın görevi olduğunu söylerler. Temsilde hata olmasın biz burada bu yazıyı kaleme alarak âlim olduğumuzu göstermeye çalışmıyoruz. Yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rızasını istiyoruz. Kur’ân-ı Hakîm’de “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.” (3) buyrulmaktadır. Zira bizler “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse  sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” (4) düstûruna tâbi oluyoruz. Hak yolda hakaretlere maruz kalsak da asla hakkı savunmaktan geri durmamayı İzzet-i İslâmiye olarak görüyorum. Zaten bizim yaptığımız Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği emreder, kötülükten men ederler.” (5) Velî olmak dost ve yardımcı olmanın gereklerindendir. Bu aynı zamanda mü’min olmanın da gereğidir. Dost olmak, birbirini Allah için sevmede, birbirine muamelede ve birbirine kardeş olmada kalplerin ve gönüllerin birliğini ifade eder. İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın mü’minlerin en önemli görevlerinden biri olduğu verdiğimiz âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfte etraflıca belirtilmiştir.

            Şimdi asıl konumuza gelelim. Yani Tesettüre… Tesettür nedir?.. Öncelikle bunu öğrenmemiz gerek. Tesettür; Arapçadaki “setr” kökünden gelir ve kapanma, örtünme anlamları vardır. Fıkhî tabir olarak ise kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahreme vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri anlamına gelir. Biz yazımızda hanımların tesettürü ve asrımızdaki yanlışlar üzerinde duracağız. Ama bu tesettürün yalnızca hanımlara özgü olduğunu göstermez. Nitekim erkekler için de tesettür mevzû bahistir. Bu ayrı bir meseledir. Tesettürün farz olduğuna dair âyetlerden birisi şudur: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu onların tanınmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir (çok bağışlayan ve cok esirgeyendir).” (6) Verdiğimiz âyet-i kerîmede kesin olarak tesettürün farz olduğunu görüyoruz. Âyette geçen “cilbab” ile ilgili Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır şunları demektedir: “Cilbab: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir. Tepeden tırnağa örten giysidir.” (7) Yani buradaki “cilbab”dan bunları anlamamız gerekmektedir.

            Tesettürün farziyetini yani farz oluşunu ilan eden Ahzab Sûresi 59. Âyet’e bir izah mâhiyetinde Asrın Büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman Hz.nin şu tabirleri çok dikkat çekicidir. Şöyle ki: “Ma‘lûmdur ki, insan sevmediği ve istiskāl ettiği (rahatsız olduğu) adamların nazarlarından (bakışlarından) sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyâfetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskāl eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen (fuhşa düşmeyen ve ahlâkı bozulmayan) bir güzel kadın, nâzik ve serîü’t-teessür (çabuk müteessir) olduğundan, maddeten te’sîri tecrübe edilen belki semlendiren (zehirleyen) pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar’ diye polislere şekvâ ediyorlar. Demek medeniyetin ref‘-i tesettürü (tesettürün kaldırması), hilâf-ı fıtrattır (yaratılışa terstir). Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmaklaberâber, o ma‘den-i şefkat ve kıymetdar birer refîka-i ebediye (ebedî hayat arkadaşı) olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan (kıymetten düşmekten), zilletten (alçalmaktan) ve ma‘nevî esâretten ve sefâletten kurtarıyor.” (8)

            Buradan da anlaşıldığı üzere “Tesettür kadınlar için fıtrîdir” (9) yani yaradılışa uygundur. Ve fıtratları iktiza ediyor yani bunu gerektiriyor. Tesettür ile ilgili hadîs-i şerîflere gelecek olursak; bu nokta daha iyi anlaşılacaktır. “Resûlullah  (ASM) bir gün Hz. Âişe (R.anha)’nın evine girdi. Kız kardeşi Esma yanında idi. Üzerinde vücudunun her tarafını örten ve yenleri geniş bir elbise vardı. Resûlullah  (ASM) onu görünce kalkıp dışarı çıktı. Hz. Âişe (R.anha) kız kardeşine ‘Buradan uzaklaş. Resûlullah  (ASM) sende hoşlanmadığı bir şey gördü’ dedi. Hz. Esma uzaklaştı. Arkasından Resûlullah  (ASM) içeriye girdi. Hz. Âişe (R.anha) niçin kalkıp gittiğini sordu. Resûlullah  (ASM) de elbisesinin yeninin sadece parmakları görünecek şekilde ellerinin üzerine çekerek söyle cevap verdi: ‘Kız kardeşini görmedin mi? Müslüman bir kadın şurasından başkasını gösteremez.” (10)  Bu hadîs-i şerîften Hz. Esma’nın giydiği elbisenin bedenini örttüğünü fakat kollarından açıklık olduğunu, bunun üzerine Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin bu kıyafetinden hoşlanmadığını, ellerinin üstünün parmaklara kadar da örtünmesi gerektiğini İslâm Âlimleri anlamışlardır ve de böyle ifade etmişlerdir.

Yazımızın devamında da hep bu şekilde modomod geçecek değil. Öncelikle biz Kur’ân-ı Kerîm’den âyetleri ve Resûl-i Kibriya’dan (ASM) hadîsleri nakledelim. Daha sonra günümüz tesettürüne bakışımızı açıklayacağız inşâallah.

            Hz. Âişe’den  gelen bir diğer rivayete göre, bir gün Hz. Ebû Bekir’in kızı Esma ince bir elbise ile Allah Resûlü’nün huzuruna girmişti. Resûlullah  (ASM) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esma! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber  (ASM) bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti. (11) Konuyla alâkadar son 3 hadîs-i şerîfi de naklettikten sonra bu âyet ve hadîsleri yorumlayarak günümüze bakmaya çalışacağız inşâallah. Diğer hadîs-i şerîfe gelecek olursak. O da söyle: “Ümmetimin son dönemlerinde bir takım adamlar olacaktır. Erkekler gibi eğerlerin (bineklerin) üzerine binip cami kapılarına ineceklerdir. Hanımları ise giyinik uryandır (giyinik çıplaktır), başları üzerinde arık deve hörgücü gibisi vardır. Onlara lanet edin. Zira onlar lanet olunmuşlardır.” (12) Bu hadîste geçen  “Ümmetimin son dönemlerinde”n kasıt şüphesiz “Âhirzaman”dır ki, şu anda içerisinde bulunuyoruz. Bu hadîs ve benzeri hadîslerde geçen “giyinik çıplak” ve “deve hörgücü” tabirlerinin üzerinde ileride duracağız. Konuyla ilgili ele alacağımız son hadîs-i şerîfe gelelim. Ebû Hureyre (RA) diyor ki: Resûlullah (ASM) şöyle buyurdu: “Ateşlik iki sınıf insan ki ben onları henüz görmedim. Yanlarında sığır kuyruğu gibi kamçılar olup insanları onlarla döven topluluk ve biri de bir takım kadınlar topluluğudur ki bunlar, giyinik çıplaktırlar. Görenleri yoldan saptıran ve kendileri de haktan sapanlardır. Başları bir tarafa sarkan deve hörgücü gibi olacaktır. Bunlar cennete giremiyecekler. Kokusu şu kadar, şu kadar yürüme mesafesinden alındığı halde, bunlar cennetin kokusunu da bulup alamayacaklardır.” (13) Burada hadîslerimizi tamamlamış olduk. Son yer verdiğimiz hadîsin izahına dair bir şey söyleyip öyle geçelim. Bu konuda 2 yorum yapılmıştır. Birisi; bu haram fiilleri helal görürse dinden çıkacağıdır ki, cehennem ebedî olarak kâfirler için hazırlanmıştır. Bu nedenle inkâr etmesi sonucu dinden çıkıp, kâfir olur. Aksi takdirde böyle bir şey söz konusu değildir. İkincisi; bunlar kâfir olmamakla birlikte günahta devam ettikleri için günahkar olurlar. Günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerdir. (14)

             Öncelikle tesettür ile ilgili âyetlerden başlayalım. Ahzab Sûresi 59. Âyet, tesettür hakkındaki âyetlerden biridir. Cenâb-ı Allah, kadını ve kadının iffetini korumak için tesettürü emretmiştir. Tabiki bu tesettürün farziyetinin nedenlerinden sadece bir tanesidir. Kadının neden açık değil de kapalı olması gerektiğine bir kaç örnek verelim. Bir elektrik kablosu düşünelim. Her bir elektirik kablosunun üzerinde yalıtkan yani elektriği geçirmeyen bir katman vardır. Neden bu katman var?.. Çünkü o yalıtkan katman sayesinde elektrik kablosu kimseyi çekmiyor. Aynen bunun gibi de Müslüman bir hanımın yalıtkan katmanı onun tesettürüdür. Tâ ki kendisine nâmahrem olan erkekleri kendine çekmesin. Bakır telde yalıtkan katman gerekli olduğu gibi, Müslüman bir hanımda da tesettür gereklidir. Bir başka örnek verelim. Fıtrî, orijinal haliyle bulunan bir meyve ile soyulmuş bir meyveyi ele alalım. Örneğin bir elmayı nazara alacak olursak kabuklu olan haline bakıyoruz. Ve sonra da soyulmuş hâlinin 15-20 dakika sonraki haline bakıyor ve sararmasına şahit oluyoruz. Ve kabuğu soyulan elmanın aynı zamanda bakterileri kendine çektiğini görüyoruz. Temsilde hata olmasın aynen bunun gibi de bir Müslüman hanım da Allah’ın emrine uygun bir şekilde örtülü olunca kabuğu olan fıtrî elma gibi oluyor.

Ama tam tersi olduğunda elmanın bakterileri kendine çekmesi misalinde olduğu gibi o hanım da başka nâmahrem erkeklerin nazarlarını üzerine çeker. Bir başka örneğe geçelim. Mesela demirciye gidip demir alırsak onu özen ile güzel bir ambalaja demiri koymaz. Peki neden?.. Çünkü her şey layık olduğu gibi muamele görür. Ama kuyumcudan altın alındığı zaman o altını kuyumcu güzel bir şekilde ambalajlar. O şekil ambalajladıktan sonra bize verir. Neden?.. Çünkü altın kıymetlidir. İşte aynen bunun gibi de Müslüman hanımlar altın gibi kıymetlidirler. Ve Yüce Allah Müslüman hanımların tesettüre girmesini emretmektedir. Burada aynı zamanda kadının kıymeti de anlaşılmış oluyor.

Bir diğer örnek ise şudur ki; genelde Sultan 2. Abdülhamid Han’a izafe edilir. Şöyle ki; Sultan’a bir Avrupalı sormuş: “Neden siz kadınlarınızı kapatıyorsunuz?..” Sultan da cevaben: “Siz altın, mücevher ve elmaslarınızı nerede muhafaza edersiniz?..” demiş. O kişi de: “Kasalarda özenle muhafaza ederiz.” demiş. Ve Sultan bunun üzerine: “Bizim kadınlarımız da mücevher ve elmaslar kadar kıymetlidir. O yüzden tesettüre bürünürler.” diye cevap vermiş. Tabiki bu ifadeler şifahidir. Ama hakikat ciheti yani yönü vardır ki biz bu yönünü alacağız. Bu olay yaşanmış olabilir de olmayabilir de. Ama verilen cevap yerindedir. Buradan almamız gereken ders; altın, mücevher ve elmas kıymeti nisbetinde özenle muhafaza edildiği gibi Müslüman hanımlar da kıymetli olmaları hasebiyle tesettür ile muhafaza olunuyorlar.

            Bu misallerden sonra bir diğer konuya gelelim. Bir diğer konu ise tesettürün nasıl olduğu konusudur. Günümüzde, yani Âhirzaman’da tesettür adı altında tesettürle alâkasız giysilerin piyasaya sürüldüğünü görüyoruz. 90’lı yıllarda ülkemizde tesettürlü hanım ve kızlarımız sırf tesettürlü oldukları için mağdur olmuş iken, günümüzde tesettürü mağdur bir hâle getiren kızlarımız olmuş oldu. Her şey ‘Bu da olur ya!..’, ‘Ne olacak ki!..’ ve benzeri basit görme cümlelerimiz ile başladı. Ve taviz tavizi getirdi.

Tesettürün serbest olması nisbetinde tesettürün ruhuna ve mâhiyetine aykırı durumlar peşi sıra geldi. Ve bunları “moda” adı altında halkı ifsad etmek için piyasaya sürdüler. Bu şekilde kendi elimizle kendi ocağımıza incir ağacı dikmiş olduk. Herkes kendi başına müftü oldu. Kendi kendine fetvasını verir hâle geldi. Allah’ın kitabı ve Resûl’ünün sünnetine aykırı olan şeyleri normal görmeye başladılar ve insanlara öyle lanse etmeyi dikte ettiler. Bunun için de sosyal medya ve çeşitli iletişim araçlarını kendilerine mecra seçtiler. Ve istedilerine de malesef ki ulaştılar. Erkeğin nazar-ı dikkatini çeken elbiseleri giyip, bütün vücut hatları belli bir halde dışarı çıkanların sayısı günbegün artmaya başladı. Şimdi bu yanlışları sırasıyla ele alalım.

Birinci ele alacağımız yanlış, sadece saçların görünmemesi farzmış gibi bir hâlin oluşması. Bütün vücut hatlarının örtülmesi gerekirken sadece başın örtülmesi/saçların kapatılması ve bunun tesettürden addedilmesi yanlışı var. Başını, sıkma baş olarak yapıp bir eşarp ile örtüyor ama altına vücudunun orta bölümünü gösteren bir elbise ve altına da dar bir pantolon giyilmesi. Sorsanız tesettürlü (!) Halbuki âyette “cilbablarını (dış örtülerini) üstlerine almaları” (15) emrolunmuştur.

Dış örtüden maksat vücut hatlarını belli etmeyen elbiselerdir. Bu tür giysiye bürünenlerin Allah’ın emrettiği tesettürü uygulamadıkları âşikârdır. İnşâallah en kısa zamanda bu yanlışlarından vazgeçip, Allah’ın emrettiği şekildeki tesettüre bürünürler.

İkinci ele alacağımız yanlış ise kendi kendine fetva vererek; dar pantolon üstüne diz üstü veya diz bölgesi civarına kadar uzanan tunik, kap ve benzeri giysilerin giyilerek tesettürün uygulandığının yanılgısıdır. Bu şekil giyinmek Allah’ın emrine değil, nefis ve şeytanın emrine uyuduğunun göstergesidir. Ahzab Sûresi 59. Âyette “cilbab” olarak geçen ve dilimize “dış örtü” olarak aktarılan örtünme ile bunun hiç bir alâkası yoktur. Bu tür giysileri “Tesettür giyim” olarak piyasaya sürmek büyük bir vebaldir. Allah muhafaza eylesin.

Üçüncüsüne bakacak olursak tesettürü “eşarp” ile sınırlandırma hatasıdır. Ve bu kesimin yaptığı en büyük hata “Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar” (16) emrine riâyetsizlik edip “yaka”larına kadar örtülerini örtmemeleridir. Halbuki Cenâb-ı Hakk “yakalarına” kadar örtülerini örtmelerini istemiştir. “Başörtülerini yakalarına kadar örtsünler” diye de mânâ verilen âyetten maksat, vücudun tamamını örtsünler, boyun, yaka ve gerdan kısmını da kapatsınlar demektir.

Demek ki tesettürü sadece “eşarp”a indirgeyenler bu âyete münafi davranmışlardır. Günümüzde başını örtüp de boynu görünen hanımların bulunması çok üzücüdür. İnşâallah onlarda Allah’ın bu âyetlerine en kısa zamanda riâyet ederler. Yani buradan anlamamız gereken hanımların göğüslerine kadar başörtülerini örtmeleri ve boyun-gerdan gibi bölgelerinin de örtülmesi gerekliliğidir. 

Dördüncü yanlışa gelirsek. Asrımızda moda haline gelmiş bir vakıa olmasına rağmen çoğu kişi tepki almaktan çekindiği için değinmiyor. O konu ise “ipek eşarp” modasıdır. Tesettürün hakkını eda etmemenin yanında hem farz yapıyorum deyip sonrada o farzın içinde israf yapmak tezadıdır.

Buna hemen karşı çıkanlar olacaktır. Bizim vazifemiz hakkı söylemektir. “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikatı söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.” (17) Halbuki gerçek ortadadır. Allah’ın emrettiği tesettür ‘yüzlerce lirayı’ ipek eşarplara harcamak mıdır? Bir yandan ben farz yapıyorum derken öbür yandan o farzın içinde haram olan israfı yapmak, tesettürün ruhu ile bağdaşır mı? Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de söyle buyurulur: “…Allah israf edenleri sevmez.” (18) Aynı âyette “…giyin, yiyin, için; fakat israf etmeyin.” (19) diye buyurulur. İslâmî olanı “israfa kaçmayacak şekilde” olanıdır.

Beşinci yanlış ise “saç dibi gösterme modası”dır. Ve bu “moda”nın herhangi bir mantığı da yoktur -aynı diğer moda şekilleri gibi-. Tesettürün gaye ve amacına terstir. Saçını gösterecek ise tesettürün ne anlamı kaldı? Tesettür ile bu şekil bir davranış nasıl bir arada olur? ‘Saç terliyor!..’, ‘Rahatsızlık veriyor bone!..’ vs şeyler şeytanın vesvese ve kandırmalarından başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hakk o vesveseleri izale eylesin ve hakikî mânâda tesettüre riâyet etmelerini nasip eylesin. Bunu yapanlar acaba saç diplerini saçtan saymıyorlar mı? Veya tesettürden ne anlıyorlar? Tesettürün ruhuna aykırı davranış sergileyerek ve bunu bizzat tesettür adı altında yapmaya denir? Kur’ân-ı Kerîm’de “Zînet yerlerini açmasınlar.” (20) buyurulur. Peki zînet nedir? Zînet genellikle taç, küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri takılar ile sürme, kına ve elbise süsleri gibi anlamlara gelir. Yani âyette zînetleri açmak ve göstermek bile yasaklanmış iken bunların mahalli olan vücudun gösterilmesi nasıl helal olabilir ki?! Saç da bunun kapsamına girer. Nitekim bir kısım âlimlerimiz burada zînetten maksadın, zînetin takıldığı ve kullanıldığı yer olduğu fikrini kabul etmişlerdir. Yüz, sürme ve allık yeri; baş, taç yeri; saç, örgü ve büklüm yeri; bilezikler, bilezik yeri; pazular, pazu bent yeri; baldırlar; halhal yeri; ayaklar da eller gibi kına yeridir. Bunlara dikkat etmek gerekir. Yani saydıklarımızın içinde “saç” da “zînet” olarak kabul edilmiştir. Zaten zînetin de kelime anlamı süs ve kadınlara mahsus kıymetli şeyler demektir. Bu kapsamda saçın da “zînet”e dahil olduğunu anlamış olduk.

Altıncısına ve en mühimmine gelelim. Son zamanlarda daha da yaygınlaştığı dikkat çeken ve ihmalkârlık yapılan bir meseledir ki; “bilek ve kol bölümünün” açık bırakılması ve gösterilmesidir. Başını örttüğü hâlde kadının avret bölümüne dahil olan bileğini gösterip o bölgesi görünen fotoğraflarını çekip sosyal medyada yayınlayamanın tesettür ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Neden? Çünkü avret yerinin ölçüsünü Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz izah etmiştir. Nitekim şu beyanları açıktır: 《”Ey Esma! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber (ASM) bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.》(21) Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Esma’ya bunu söyleyen Peygamber-i Zîşan (ASM) ümmetine ölçüyü bu şekilde belirtmiştir. Unutmayalım ki Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de söyle buyurmuştur: “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (22) Onun için bunları tahattur etmeliyiz. Setr-i avret yani  şer’an örtülmesi lâzım gelen yerleri örtmede azâmî dikkat göstermek lâzımdır. Ve bilek, kolun bir bölümü ve dirsek de avret mahalinin içindedir, Müslüman hanımlar için. Mezheplere göre kadının avret yeri konusunda ufak nüans farklılıkları vardır. Mesela Hanefî mezhebinde el, yüz ve ayak hariç tüm vücut avrettir. Şafiî mezhebinde el ve yüz dışında geri kalan yerler avrettir. Hanbelî mezhebinde ise yüz dışında geri kalanı avret sayılmıştır. Mâlikî mezhebinde durum biraz farklı olmakla birlikte yüz ve el avret sayılmamıştır. Bir de hafif avret adlı bir kavramı da kullanırlar. Genel hatlarıyla baktığımız zaman ülkemizin büyük çoğunluğu Hanefî ve Şafiî olması hasebiyle el ve yüz -Hanefîlerde bir de ayak- harici başka nâmahrem erkeklere göstermek câiz değildir. İnşâallah bu vaziyette bulunan hanımlarımız tez vakitte bu hatalarından dönüp, hakikî tesettürün ruhuna bürünürler.

Yedinci gelecek olursak bu işe fazla ele alınmayan bir konudur. Ve tehlikesi pek fazla bulunan durumların başında gelir. Bu konu ise tesettürü veya daha doğrusu eşarbı aksesuar olarak kullanmaktır. Allah muhafaza Allah’ın emrini yerine getirmek değil de bir aksesuar olarak görmek ciddi bir problem ve sıkıntıya yol açar. Farklı şekillerde eşarbı bağlayarak yapılan bu durum kesinlikle hatalıdır ve yanlış bir durumdur. Amaç Allah’ın emrini yerine getirmek olmalıdır. Bundan başka bir gâye olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki tesettür ibadettir. Ve “ibadetin ruhu ihlâstır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır (geçersizdir). Faideler, hikmetler yalnız müreccih (tercih ettirici) olabilirler, illet (temel ve asıl sebep) olamazlar.” (23) Buradan da anlaşılacağı üzere tesettürün ruhuna uygun bir şekilde ihlâs ile örtünme gerekir. Cenâb-ı Hak, bu şekilde hakikî tesettürü ihya edenlerin sayılarını arttırsın inşâallah.

Sekizincisi ise tesettüre büründüğü halde tesettürün ruhuna uygun davranmama meselesidir. Bir takım kapalı olmayanların “Tesettürlü ama onu yapıyor, bunu yapıyor, şu günahı işliyor..” vs demelerine sebebiyet verilmesi olayıdır ki, günümüzde çok karşılaşıyoruz. Bu durum bir çok yönüyle yanlıştır. Öncelikle günah olan şey açık olan hanıma da kapalı olan hanıma da günahtır. Bunu bahane yapmaları onlara dayanak olmamaktadır. Ve burayı biraz daha şümullü ve geniş düşünürsek; hepimizin “Ahlak-ı İslâmiye ve Edeb-i Kur’ânî” ile muttasıf yani vasıflanmış olmamız gerekmektedir. İslâm’ın âhlakı ve Kur’ân’ın edebi ile kendini bilen insan ve bunlar ile yetişen bir Müslüman bahane aramaz ve aramamalıdır. Ve başkalarının da kendisi gibi durumlarda bulunması ona hüccet ve delil olamaz. Bu konuyla ilgili ne de güzel diyor Bediüzzaman Hz.: “Hem deme: Ben de herkes gibiyim. Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.” (24) Bu nedenle tesettürlü olanların tesettürün hakkını vermeleri ve tesettüre bürünmeyenlerin de tesettürlü olanların yanlışlarını kendilerine delil getirmemeleri gerekir. Bunu aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Yalnızca tesettür konusunda değil, her konuda da Müslümanların misal olmaları gerekmektedir. Çünkü “Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan (yani diğer din mensuplarından) fevc fevc (topluluk halinde, akın akın) [İslâmiyet’e] dâhil olacaklardır (gireceklerdir).” (25) Bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Biz sadece nümûne olsun diye sekiz tane misal verdik. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsiniz. Diğer hadîs-i şerîfi ele aldığımızda ise “…başları bir tarafa meyleden develerin hörgücü gibi olan kadınlar…” (26) şeklinde bir tabir geçmektedir. Bu durum; başa örtülen eşarp ve benzeri başörtüleri ile başın büyük gösterilmesidir. Bu nedenle Resûl-i Kibriya (ASM) “deve hörgücü”ne benzetmiştir. Bu hadîsin canlı örneklerini asrımızda görmekteyiz. Hanımlar, Allah’ın kendilerine bağışladığı ve lütfettiği saçlarla yetinmeyip, yapma saç takıyorlar. Veya eşarpın altından bir çıkıntı oluşturarak “saç topuzu” koyuyorlar. Bunlar hadîste geçen “deve hörgücü” kapsamına girmektedir. Bu yapılan yasaklanan bir durumdur. Bunun günah olduğunu bilip de devam eden günahkâr olur. Ama Allah muhafaza bu haramı, helâl olarak gören olursa dinden çıkar. Bu kısma giren hanımlar için hadîsin sonunda çok dikkat çekici ifadeler vardır. Merak edenler için bkz. (Müslîm, Libas, 125, Cennet, 52; Ahmed bin Hanbel, 2, 223, 356, 440). Tesettür bir ibadet olduğu için bu ibadetin ölçüsünü Allah ve Resûlü belirler. Nefis, heva, zevk ve şahsî kanaatlar ile değil; deliller ile duruma bakılması gerekir. Konuyla ilgili âyetlere ve tefsirlere bakabilirsiniz. (Bkz. Nûr Sûresi, 31. Âyet; Ahzab Sûresi, 59. Âyet; Nûr Sûresi, 60. Âyet)

   Genel hatlarıyla tesettürü ele alcak olursak şunlar temel esas olmalıdır:

             1- Bol olacak; vücudun ayrıntılarını ortaya çıkarmayacak. Yani dar olmaması gerekir. Giysinin dar olması onu tesettür kapsamından çıkarır. Hadîslerde geçen “Giyindiği hâlde çıplak olan…” (27) lar kapsamına girer. Nitekim başka hadîs-i şerîflerde de geçtiği üzere “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” (28) haddi içerisinde bulundukları nazarları kendine çekmektedir. Ve önemle üzerinde durulması gerekmektedir.

              2- Şeffaf olmayacak; içini göstermeyecek. Zaten içini gösterirse tesettürün ne mânâsı kalır ki?!

              3- İnce olmayacak; nitekim Allah Resûlü’nün  (ASM) Hz. Esma’nın ince bir elbise ile girmesi sonucu Allah Resûlü  (ASM) yüzünü çevirmiştir. (29)

             4- Tesettürün kendisi bir zînet malzemesi olacak bir şekilde çekici olmayacak. Çünkü “Zînet yerlerini açmasınlar” (30) buna delildir. Tesettürün temel amaçlarından biri zaten zînetleri gizlemek ve cezbetmemek değil midir?..

            Şu unutulmamalıdır ki, “Giyinik çıplaklar”ın ortaya çıkması Âhirzaman’da bulunduğumuzun ve kıyamete yakın bir dönemde olduğumuzun alâmetlerindendir.  Bir felaket düşünün ki her yer şu altında kalacak. Hz. Nuh (AS) dönemindeki gibi bir dönem düşünün. O zamanki dalgalar; şimdi internet dalgası oldu, arkadaş dalgası oldu, çevre dalgası oldu, sosyal medya dalgası oldu. İşte Âhirzaman’ın büyük dalgalarından biri de bu “Modalaştırılan Tesettür” dalgasıdır ki, Allah muhafaza kişinin ebedî saâdetinin harabına sebebiyet verebilir.

Misal olarak Hz. Eyyûb (AS)’ın hastalıklarını verebiliriz. Hz. Eyyûb (AS)’ın hastalıkları kısacık dünya hayatını tehdit ederken; bu şekildeki günahlar -özel mânâda bu konu genel mânâda bütün günahlar- ise bizim ebedî hayatımızı tehdit ediyor. Bizler nasıl bu âyet ve hadîslere muhalefet ederek ebedî saâdetimize mâni oluyoruz?.. Bunları okuduktan sonra herkes kendisini bir kez daha gözden geçirmelidir.

Cenâb-ı Hak bizleri ve sizleri âhirzamanın câzibedar fitnelerinden muhafaza eylesin. İslâm’ın kızı ve İslâm’ın hanımlarına Kur’ân-ı Hakîm’in ve Sünnet-i Nebevî’nin ölçülerine göre hareket etmek düşer. Bizler konuyu fazla uzatmıyor ve söylediklerimizle iktifa ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri hakikî mânâda istifade edip, uygulayanlardan eylesin. Âmîn..

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

DİPNOTLAR:

(1) – Âl-i İmrân Sûresi, 104. Âyet

(2) – Müslîm, Îmân, 78; Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îmân, 17

(3) – Mâide Sûresi, 16. Âyet

(4) – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.193

(5) – Tevbe Sûresi, 71. Âyet

(6) – Ahzab Sûresi, 59. Âyet

(7) – Ahzab 59 ile ilgili geçen âyetin tefsiri bkz. Elmalılı

(8) – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.237

(9) – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.458

(10) – Mecmau’z-Zevâid, numara: 4168

(11) – Ebû Dâvûd, Libas, 31

(12) – Ahmed bin Hanbel, Müsned, no: 6786

(13) – Müslîm, Libas, no: 3971

(14) – Benzer ifadeler için İman Nevevî’nin hadîs ile ilgili şerhine bkz.

(15) – Ahzab Sûresi, 59. Âyet

(16) – Nûr Sûresi, 31. Âyet

(17) – Bediüzzaman Cevap Veriyor, s.132

(18) – Araf Sûresi, 31. Âyet

(19) – Araf Sûresi, 31. Âyet

(20) – Nûr Sûresi, 31. Âyet

(21) – Ebû Dâvûd, Libas, 31

(22) – Nisa Sûresi, 80. Âyet

(23) – Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s.531

(24) – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.187

(25) – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.81

(26) – Müslîm, Libas, 125

(27) – Bkz. Müslîm, Libas, 125

(28) – Bkz. Süyûtî, Tenviru’l-Havalif, c.3, s.103

(29) – Bkz. Ebû Dâvûd, Libas, 31

(30) – Bkz. Nûr Sûresi, 31. Âyet

 

www.NurNet.Org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version