Etiket arşivi: Abdulkadir Geylani

Cumamız mübarek olsun (Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin duası)

 

“Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergâhının kapısı ise bir dileği olanlara her zaman açıktır.

Ya Rabbî, ya İlâhî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de uykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun; uykudan, uyuklamadan münezzeh ve müberrâsın. 

Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle baş başa kaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametinde cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benim gibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegâne enîsisin! 

Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kapından kovacak olursan, ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim!? İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman kimin yakınlığını umabilirim!? İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstahakım. Fakat affınla sarıp sarmalarsan, yine biliyorum ki o da Sen’in lütfun ve keremindir. 

Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bulduklarında Sen’den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir. Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermiş, taksîratı pek çok günahkârlar da ‘tevbe, ya Rabbi!’ deyip yine Sen’in kapına yönelmişlerdir. 

Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve marifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni onlarla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şânına yaraşan da yalnız Sen’sin!”

www.NurNet.Org

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

542504_426319534109093_79230170_n

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Şah-ı Nakşibend Hz.’nin Hazret-i Pir Seyyid Abdulkadir Geylani’den Nakşibend İsmini Alması

Muhammed Bahauddin (K.s.a) Hz.leri’nin, Nakş-i bend ismini alması şöyle olmuştur.

Muhammed Bahauddin Nakş-i Bendi (K.s.a) Hz.leri, yaklaşık olarak Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) efendimizin ahirete irtihalinden 150 küsür sene sonra dünyaya teşrif etmiştir.

Kendisine Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) efendimizi şöyle sordular: “Kademi hâzâ alâ rakabeti külli veliyyullahi teâlâ” buyuruyor. (Yani bütün ALLAH’ın (CC) velilerinin omuzları benim ayağımın altındadır) buna ne dersiniz?” Şah-ı Nakş-i Bend (K.s.a) elini göğsüne koyarak şu cevabı vermiştir: “Alâ anî ve basîretî.” (yani başım ve gözüm üstüne) Muhammed Bahauddin (K.s.a) Hz.leri’nin, Nakş-i bend ismini alması şöyle olmuştur: Kendisi anlatıyor:

“Şeyhim Külal bana ismi celal, yani ALLAH (CC) ismini telkin etmişti ve bu isilme meşgul olmamı istedi. Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lakin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi. İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim ve bir gün sahrada dolaşırken Hızır (a.s) benim hacetimi keşfedip bana: “ey Bahaeddin!” dedi, “sıkılma! elbet senin de derdinin çaresi bulunur.” Ben ona sual ettim: “Benim derdimin çaresi nasıl bulunur?” O dedi ki: “Yeryüzünde tasaffur sahibi büyük bir veli vardır. İsmi Abdulkadir’dir (K.s.a). Türbesi Bağdat şehrinde. Kim O’ndan (K.s.a) hacet dilerse, hacetine yerişir.”

Bunun üzerine Seyyid Abdulkadir’den (K.s.a) istimdat ettim. O esnada Hz. Hızır (a.s) beni Bağdat’a Hz. Pir Abdulkadir’in (K.s.a) yanına iletti ve kendimi bir anda Gavs-ul-azam Sultan Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (K.s.a) huzurunda buldum. Ve ona derdimi anlattım. “ey alemlerin elini tutucu. Sen benim elimi tut ki, sana el tutucu desinler.” dedim.

O anda Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) bir kere ALLAH dedi ve mübarek elini uzatıp kalbimin üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı. Hz. Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) şöyle devam etti: “Ya Nakşbendî âlem, nakşi mârâ begir ki turâ nakşebend güyend…” (yani: ey alemlerin nakşını tutucu. Sen benim nakşımı tut ki, sana Nakş-ı bend desinler) Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile ALLAH ismini okudum ve ismim de Nakş-i Bend oldu.”

Daha sonra Muhammed Bahauddin Nakş-i Bend (K.s.a) Hz.leri, hem kendi türbesinde hem de Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) Hz.lerinin türbesinde yazılı olan şu medhiyyeyi söyledi:

Padişahî her düâlem Şahi abdülkadirest

Serveri evlâdı Âdem Şahı abdülkadirest

Âfütabu Mâhitâbi arşı ve Kürsiyyi Âlem

Nûr-i akdes, Nûr-i Âzam Şahi abdülkadirest

Anlamı:

Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkadir’dir (K.s.a) –

Evlad-ü ademin (insaoğlunun) serveri, Şah Abdülkadir’dir (K.s.a) –

Güneş, ay, arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi-

Nuru Şah Abdulkadir’in kalbinden aldılar.

(kaynak; GIKM.org)

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Kaybolan Sevgiler Şimdi Neredeler?

Bugün bir başkayım, ağlamaklıyım. Coştun yine deli gönlüm, göz yaşım gibi çağlar mısın. Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, biri çıksa da hatırlatsa bunları tek tek. Ağlamak gibi, sevmek gibi, dostluk gibi, vefâ gibi.

Hele vefâ, eski İstanbul’da belki de bir semtin adı şimdilerde. Yıllardır aradığım, bir türlü ulaşamadığım ilkokul öğretmenimi buldum nihayet. Kader karşıma çıkardı bir gün. Hayattalar, sıhhat ve afiyetteler. Sevgili anneciğiyle beraber yaşıyorlar. Kimi kimsecikleri yok, bir başınalar. Birbirlerine karşı hiç tükenmeyen sevgileri var.  Sevgileri dostlar başına. Hiç de yalnız değiller. Allah’la beraberler. Severdim öğretmenimi. Çocukluk duyguları işte, ayıp olur mu söylesem acaba? Çocukça, safça bir sevgi miydi bu? Yoksa platonik mi desem. Ama üzerinden kırk sene geçmiş.

Şimdi, bu sabah vakti arayıp da kendisine onu ne kadar çok sevdiğimi ve hâlâ yüreğimde adını yıllardır unutmayıp hep andığımı söylemek istiyorum. Söyleyemeyip de saklamanın ne manası var?

Bir kırk sene daha beklemeye zaman var mı? Bu sabah bir cesaret, bir kuvvet var içimde, Rabbime şükrediyorum. Yüreğimde resmini gördüğüm tüm dostlarıma, gönülden sevdiklerime, tek tek ulaşıp sevgilerimi söylemek istedim. Ve söyledim de. Oh, hayat varmış. Söyleyememek de ayrı bir azapmış.

Kalbimin tam ortasında günlerdir nasıl bir ağrıydı ki bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Gölge değil ki sessiz sedasız ardından gelsin. İçime oturmuş, ağır mı ağır çıkmıyor bir türlü. Perişan etti bu duygu beni. Bu derdi içimden atmanın sırrını, sevgili Peygamberimin bir tavsiyesinde buldum.

Hani bir gün ki sahabeden biri gelip; ‘Yâ Resulallah ben filân kişiyi çok seviyorum’ der. Hz. Peygamber ‘Madem bu kardeşini seviyorsun niye gidip de ona söylemiyorsun?’ Bu tavsiye üzerine o sahabe o adamın yanına varıp, sevgisini açıkça söyler ona. O da ‘sen gerçekten sadece ve sadece Allah adına mı beni seviyorsun, bunu söylemek için mi geldin?’ der. ‘Evet sadece bunun için.’ Adam da ‘Allah da ne muradın ve ne hayrın varsa sana versin.‘ der.

Selim Gündüzalp

Silgi Yiyen Çocuk

Elimden oyunumu ve yazlık elbiselerimi aldığı için sonbaharı pek sevmezdim. Bir de, okulların başladığı bir mevsim olduğundan tabii. Çocukluk günleri malum; bir günümüz bir hafta kadar uzun gelirdi bize. İşte o uzun günlerin bitmez zannedilen yaz tatilinin peşinden eylül çıkagelirdi. Eylül; tatile veda, okula merhaba demekti…Bahçemizdeki kavak ağaçlarının yaprak döküm mevsimiydi. Bir yandan ağaçlar soyunuyor, kuru dallar iskelet şeklini alıyorlardı. Sadece dut ağaçlarının yaprakları direniyordu, sonbaharın son ânına kadar. Bir yandan kısalan günler ve biten tatil, diğer yandan ise sürprizler ve meraklar karmaşası içinde okulun yolunu tutuş. Birinci sınıfta refakat eden, okulun kapısına kadar getiren babaanne ya da yakın biri yok artık. Önce ilkokul iki de bu ilgiler azalıyor. Üçüncü sınıfta ise, tamamen yalnızlaşıyorsunuz. Eh okulu da tanıdığınıza göre, bir de sınıf başkanıysanız benim gibi, havanız değişiyor birden. Belki de bize güven duydukları için, ilk yılların takip ve ilgisi kalmıyor. Sevdiğim bazı arkadaşlarımdan sınıflarımız ayrıldı diye çok üzülürdüm…Bir müddet sonra buna da alışırdık. Hiç olmazsa aynı okuldayız diye teselli bulurduk. Aklım sokaklarda ve oyunlardaydı. Alışkanlıkları terk etmek kolay mı? Ama yine de yeni öğretmen, yeni sınıf ve yeni arkadaşlar heyecan uyandırmıyor değildi. Pırıl pırıl giysilerimiz, özenle kaplanmış defterlerimiz bir başkaydı. Çantaya tüm kokusunu sindiren kalemler ve silgiler unutulur mu hiç? Hâlâ hatırlarım hafızama sinmiş bu kokuyu. İçime uzun uzun kokusunu çektiğim pembe silgiler vardı. Sekizgen köşeli, parmak kalınlığında, köfteye benzerdi. İnsanın yiyesi gelirdi onları. Bu pembe silgiler, o günlerde başıma çok iş açmıştır.. “Sakın Ağzındakini Çıkarma!” Bir gün Necla Öğretmen sınıf arkadaşlarımızdan birini sözlüye kaldırmıştı. Ezberlediği çarpım tablosunu dinliyordu. Ben de dalmışım. Alışkanlık işte, ısırdığım silginin ufalanmış parçalarını ağzımda gezdiriyordum. Öğretmenim birden bana doğru bakıp, “Öyle kal!” dedi. Ne yapacağımı bilemedim. “Sakın ağzındakini çıkarma” diyordu. Eyvah ki eyvah. Silgiden başka bir şey olsaydı ağzımda, onu yutardım ama şimdi ne yapabilirdim. Bu hâlimle bir yanda bütün sınıfa karşı rezil olmak vardı. Bir yanda da utancımdan ağzımdaki silgi parçalarını kimsenin görmesini istemiyordum.Her şeyi göze alıp, başımı sıranın altına doğru eğdim ve ağzımdaki silgi parçacıklarını yere tükürdüm. Benim ağzım boşalmıştı ama öğretmenimin ağzı, yüzü öfkeyle dopdoluydu. Ne vardı bu kadar büyütülecek, anlamadım gitti. Ben onun yerinde olsaydım, daha koca bir silgi verirdim öğrencimin eline kimseye çaktırmadan. “Boş vakitlerinde evde devam edersin” diye, bir de işi espriye vururdum. Öyle olmadı maalesef. Sanırım o gün Necla Hanım da çok kötü bir günündeydi. Orta boylu, ağır vücut yapısıyla iki yana sallana sallana hışımla yanıma geldi. “Aç bakayım ağzını” dedi. Ağzımda bir şey olmadığımı görünce, öyle bir tokat aşketti ki, hatırladıkça hâlâ sol yanağımda o acıyı duyarım. Keşke bunları yaşamasaydım ve sizlere de anlatmasaydım. Ama olmuyor işte, hayat böyle acısıyla, tatlısıyla güzel. Bu tatsız günler de, diğer tatlı ve güzel günlerin kıymetini bilmek için bir ölçü oluyor sanki. Öfke ile kalkan zararla oturur derler ya, her ikimiz için de kayıp bir gündü…

Eminim, aynı el o sıralarda yeni doğmuş çocuğuna şefkatle dokunurken, onu tutup sevip, okşarken, bana attığı o bir tokat için çok acılar hissetmiştir. Kendi çocuğuna yapabilir miydi bunu? Asla… Peki ama bana neden? Yaptığım şey yanlış ise, uyarması gerekmez miydi? Sekiz yaşında bir çocuğun, işin doğrusunu ondan öğrenmek hakkı değil miydi? Benim hayatıma mutlaka unutulmaz güzellikler katan öğretmenim, bir tokatla siliniverdi dünyamdan. Onca güzel anılar varken, yaşadığım bu tek acı olay yüzünden; bütün o yılı ve üçüncü sınıfın tamamını sildim hafızamdan… Ağlamak Benim de Hakkım ŞİMDİ ağlamak istiyorum… Öğretmenime haksızlık ediyorum belki de… Bana mutlaka sayısız faydası dokunmuş olan bu insanı, bir tokat attı diye nasıl da acımazsızca silmişim defterimden. Bunu geç de olsa telâfi etmeliyim.

Siz, siz olun, ne yapılırsa yapılsın affetmesini bilin. Bazen büyüklük, küçüklerde kalmalı… Benim gibi öğretmenini affetmek için kırk yıl beklemeyin lütfen olur mu? Yıllarca yüreciğim bu acıya nasıl da dayanmış, hayret… Bu olayı yaşamaktan daha da acısı affetmemekmiş meğer bunu bildim. Affettim öğretmenim, ebediyen affettim sizi. Suçlu bendim ama bunun suç olduğunu bilecek, yanlış olduğunu gösterecek biri çıkmadı karşıma. Elimden tutmalıydınız, doğru davranışı göstermeliydiniz. Buna rağmen affettim sizi, lütfen siz de affedin beni. Dualarım ruhunuza ulaşır inşaallah… Sevgili, öğretmenim benim.

İşte böyle arkadaşlar. Bakın o günlerden kalma en acı bir hatıra bile sonunda tatlıya bağlandı değil mi? Barışmak güzel, yüz yüze olmasa bile güzel. Hem bizim küsmelerimiz hani mendil kuruyuncaya kadardı canım. Ne çabuk unuttuk. Hâlâ mı affetmeyelim bize A’yı, B’yi, hayatı, yaşamayı öğretenleri. Lütfen bu hatıra anlattığım kadarıyla kalsın, sizler bundan başkaca bir olumsuzluk dersi çıkarmayın olmaz mı? Ben sevdiklerimle bir müddet konuşmasam bile, onları dualarımdan silmedim hiçbir zaman. Çünkü küsmek bile, ancak birbirini sevenlerin arasında olan şeydir. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında ne küslük, ne dargınlık olabilir ki. Sevgili öğretmenimle aramızdaki bu anıyı, bugün bir kez daha hatırlamamızın sırrı, onunla tekrar görüşme arzusundan doğmuştur belki de. Hatıralar hatırlandıkça, güzel tarafından bakıldıkça, ne kadar da doyumsuz bir zevk veriyor insana. Dışarıdaki eylül güneşi ne kadar solgun olursa olsun, içinizdeki güneş parlayacak ve ısıtacak sizleriAbdülkadir Geylâni’nin; “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular” özdeyişini hatırlamanın tam da sırası. Rabbim neşenizi hiç eksik etmesin. Hayatınız en güzel hatıralarla dolu dolu geçsin inşallah.

Selim Gündüzalp