Etiket arşivi: #ABDULKADİRÇELEBİOĞLU

Tedbir ve Tevekkül Arasında Korona

İslâmi literatürde bir tabir vardır; “beyne’l-havf ve reca”. Anlam olarak “Mü’min bir kimsenin kendini asla garantide görmemesi, Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmeden yaşaması” olarak özetlenebilir.

Bu tabirin Âyet-i Kerîmelerden aldığını görmekteyiz. Şöyle ki; “Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.” (Diyanet İşleri Meali Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Secde Sûresi, 16. Âyet Meâli) ile “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Zümer Sûresi, 53. Âyet Meâli) âyetinden “havf” (korku) ve “reca” (ümid) arasında olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Yukarıdaki âyetler ve çeşitli hadîslerden çıkarılan sonuç şudur ki; “Kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır.” (Nevevî, Riyazü’s-Salihîn Tercümesi, I, 479)

Risale-i Nur Külliyatı’nda da “havf ve reca” konusu ile ilgili şunlar geçmektedir; “Çünkü emn ve yeisin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu Lâhikası, s. 13)

Bu tabirden ilhamla Koronavirüs için yapılacak şeyin “beyne’t-tedbir ve’t-tevekkül” olduğu kanaati hâsıl oldu. Yani tedbir ve tevekkül arasında. Bu da demek oluyor ki “Mü’min bir kimse bu virüse karşı tedbir alacak ve aynı zamanda da Allahu Teâlâ’ya tevekkül edecek.” Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin Tercümesinin Tekmiline Bir Nümune

  • Bir tane Nur Talebesi Ağabey bana dedi ki; “Üstâd’ın Mektubat’ta bir kısmını tercüme ettiği Veysel Karanî’nin münâcâtının keşke hepsi aynı tarzda tercüme edilse idi..”
  • Bende bu tercümenin tekmil edilmesi işi için çok ciddi bir iştiyak vardı.  “Münâcât-ı Üveys El-Karanî”nin Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin üslûb ve tarzında tekmilini can u gönülden talep ediyordum. Daha sonra bu tekmil işlemi için Kadıyü’l-Hacat olan Cenab-ı Hakk’a niyazda buldum ve bunun üzerine, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir kısmını tercüme ettiği Mektubat’ta geçen kelimelere yoğunlaştım. “Tarz-ı Üstâdane”nin nasıl olduğuna hasr-ı nazar ettim. Daha sonra da Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin tarz-ı alîsine yoğunlaştım. Kur’ân-ı Kerîm’den ve O Kitabullah’ın tefsiri olan Risale-i Nurlar’dan kalbime gelen tuluât, sünuhât ve mânâlar ile tekmil etmeye çalıştım. “Fihriste-i Mektubat”ta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin sözlerinden ilhamen biz de diyoruz ki;
  • “Tekmiline bir nümune olarak kaleme aldığımız bu tercüme-i Münâcât-ı Üveys El-Karanî kalbe doğan mânâların ani ve def’i bir sûrette geldiği bir zamanda olduğu için tanzimsiz, müşevveş bir sûrette kaldılar. Gelen mânâlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalmasına gayret ettik. Sonradan tashih ve tanzim etmeyi ihtiyar etmedik.

Bu tekmil-i tercüme, şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu münâcâtın tercümesi de –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâcât eseri olan 3. Şua’nın sonunda geçen niyazında ilham alarak diyoruz ki;

“Kur’ân-ı Kerîm’den ve Risale-i Nur’dan istifade ile tekmiline bir nümune için kaleme aldığım tercüme-i münâcat-ı Üveys El-Karanî’yi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân-ı Kerîm’i, Risale-i Nur’u ve Münâcât-ı Üveys El-Karanî’yi şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum. Âmin.”

“Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile Veysel Karanî gibi şöyle münâcat ederler, derler ki:

Yâ İlahenâ! Rabb’imiz sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin.

Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlukuz, yapılıyoruz.

Hem Rezzak sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.

Hem sensin Mâlik! Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin.

Hem sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz.

Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin.

Hem sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

Hem sen Bâki’sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. 

Hem cevap veren, atiyye veren sensin! Çünkü biz umum mevcudat, kàlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren sensin. Ve hâkeza… (*)

Bütün mevcudatın küllî ve cüz’î her birisi birer Veysel Karanî gibi bir münâcat-ı maneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla, kudret ve kemal-i İlahîyi ilan ediyorlar.”

(Mektubat, s. 269-270)

(*)
(Buradan sonrası tarafımızdan tekmil edilmiştir. A. Ç.)

Hem Sen Kerîm’sin! Sahib-i şeref ve ihsansın, a’la olan sensin. Çünkü biz seyyiat ve masiyet içinde bocalıyoruz; demek şeref ve haysiyet Senden geliyor. Demek Kerîm olan Sensin, bize ikram eden Sensin.

Hem Sensin Muhsîn! Ebedî ihsan sahibisin. Biz ise seyyata düçâr olan abdleriz. Biz nedâmet edip Sana tevbe edince bize kapıları açan Sensin. Demek ihsan-ı muazzamanla bizleri affeden, ebedî hüsünler bahşeden Sensin.

Hem sen günâhları af u mağfiret eden Ğafur’sun! Biz ise hatiatı ve seyyiatı kesrette olan muznibleriz. Eğer bizleri huzuruna kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen zaten o senin şanındır. Çünkü Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin. Eğer kabul etmezsen senin kapından başka hangi kapıya gidelim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki ona iltica edilsin! Bizi affedecek olan yalnız sensin!

Hem Sensin azamet ve kibriya sahibi olan Azîm! Sensin ki her şeye kâdir. Çünkü azamet-i İlâhiyen ile biz hakîr ve âsi olan kullarına Rahîm ismin ile tecellî edip bizleri huzuruna alan sensin.

Hem Sen Kavî’sin! Havl ve kuvvetin kainatı teşmil etmiş, bütün mahlukatı zabt ve idare altına almış olan sensin. Çünkü biz aciz ve zayıfız; fakat bu acziyet ve za’fiyetimize rağmen bizde bir kuvvet tezahür ediyor. Demek havl ve kuvvet Senden geliyor.

Hem Sensin kâinatı hediye-i rahmeti ile dolduran ve matlubları en ahsen sûrette karşılayan Mu’tî! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile daima Sana yalvararak Senden istiyor ve Sana dua ile iltica ediyoruz. Demek i’ta eden ve hediye veren Sensin.

Hem Sen va’dinde hulf etmeyen, kavlinde sâdık olan ve Sana güvenenlerin güvenini âtıl bırakmayan Emîn’sin! Çünkü biz havf ve adem-i emniyet içindeyiz; Sana güvenip, dayandığımızda bütün korkulardan emîn oluyoruz. Demek emn ü emanet veren Sensin. Bizi korkulardan emîn kılan hiç şüphesiz Sensin.

Hem sensin Cevvâd-ı Müteâl! Çünkü biz miskiniz, hayat levâzımatını elde etmekten aciziz. Fakat bu acziyetimizle beraber bir Ğaniyy-i Ale’l-ıtlak’ın hazinesinden gelenlerle zenginlik içerisindeyiz. Demek sehavet sahibi olan Sen bize ihsan ediyorsun.

Hem dualarımıza icabet eden Mucîb’sin! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile fiilî  ve kalî dua edip istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Demek dua ve matlubumuza icabet eden Sensin. 

Hem Sensin maddî ve mânevî hastalıklarımıza her daim şifa veren Şâfî! Çünkü biz maddî ve mânevî hastalıklara düçârız. Her türlü hastalığımızdan şifa bulduğumuz zaman senin Şâfî isminin tecellilerini müşahede ediyoruz. Demek her türlü hastalığımıza şifa veren yalnız Sensin.

Abdulkadir Çelebioğlu

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et!”

 

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. 

Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” (1)

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et!” diye iki hitap ve iki ünlem cümlesiyle başlar, Bediüzzaman. Burada “Ey Türkler!” değil de, daha yumuşak ve nazik bir tabir olan “Ey Türk kardeş!” denilmesi önem arz etmektedir. Bu tabirin kullanılmasında kardeşliğin önemine dikkat çekilmesi ve daha birçok sebebleri vardır. “Mü’minler ancak kardeştirler” (2) âyetinde geçen kardeşliğe vurguyu, ele aldığımız ifadede görmekteyiz.

Aynı zamanda Risale-i Nur eserlerinde geçen Lâhika mektuplarında ve Şualar ile Mektubat eserlerindeki mektuplarının başında hitap ederken saydığı vasıfların sonunda “kardeş” ifadesi dikkat çekicidir. (3)

Bir diğer “kardeş” ifadesine, Risale-i Nur eserlerinde Üstad Bediüzzaman Hz.nin mektupların sonunda rastlıyoruz. O ifade de “Kardeşiniz Said Nursî” (4) ifadesidir. Burada geçen “kardeş” ifadesi üzerinde de düşünmemiz gerekmektedir.

“Kardeş” ifadesi; âyetin delaleti ile “Mü’minlerin kardeşliği”ne, Lâhika mektupları ve diğer eserlerinde talebelerine hitap şeklinde ise “samimiyet”e, kendisini de mektuplarının sonunda Üstad Bediüzzaman “kardeşiniz” diye vasıflandırması da “tevazu ve mahviyet”e yani alçakgönüllülüğe işaret ediyor diyebiliriz.

Milletleri ele alırken de kardeşlik bağlamını kullanarak ele almasıyla da Üstad Bediüzzaman Hz.nin fikir dünyası ve davasındaki “uhuvvet, muhabbet ve teavün”ü görebiliyoruz.

“Türk kardeş” tabirini “…Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşler…” (5) cümlesinde görmekteyiz. Buradan da anlaşılacağı üzere “kuvvetli imanı bulunan” şartı düşülmüş.

Kardeş tabiri ile ilgili bir de akla şu yerler geliyor; “…yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavün…” (6) Yani yüzlerce âyet-i kerimeler, Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem’in hadîslerinde uhuvvet, muhabbet ve teavün şiddetle emrediliyor. Bu 3 tabirin üzerinde durmak gerekir.

1- Uhuvvet: Kardeşlik.
2- Muhabbet: Sevgi, sevme, buğzetmek -nefretmek ve adâvetin -düşmanlığın zıddı.
3- Teavün: Yardımlaşmak, birbirine yardım etmek.

Bu 3 hususiyeti yani özelliği bilerek bu konuya bakınca inşaAllah bir çok mânâ açılacaktır.

“Türk” tabiri ile ilgili bir önceki paragraf üzerine yaptığımız çalışma yazımızda ele aldığımız şu ifadeleri tekrar etmekte fayda vardır.

Türklerin vasıflarını ele alan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…” (7)

Bu cümleden Türklerin 4 özelliği ortaya çıkıyor:

Şarkın (Doğu’nun) en cesur,
Kuvvetli,
Kesretli (çok olan),
İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…” (8)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…” (9)

Buradan da 3 özellik daha göze çarpıyor.

Bu vatan ehl-i imanı,
Kur’ân’ın bayraktarı,
Senâ-i Kur’âniyeye mazhar.

“…asil Türk milleti…” (10)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.” (11)

Asil,
Dindar,
Cengâver,
İmanlı,
Cesur.

Burada da 5 özellik daha eklenerek toplam da 12 özellik ile Risale-i Nur’da geçen Türklerin hususiyetlerini belirttik.

Yukarıdaki yazdıklarımıza ek olarak bir de Bediüzzaman Hz.nin 1. Mecliste mebuslara yani milletvekillerine yaptığı hitabede geçen şu cümleyi göz ardı etmemeliyiz; “Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.” (12) Bu şekilde “Türk kardeş” tabirini sadece ırki olarak değil “İslâm nam ve hesabına çalışıp diğer Müslümanların da onu İslâmiyet namına sevdiği” şekilde anlamak en mutedil olanıdır.

Bir de “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).” (13) cümlesi ile birlikte ele aldığımız ifadeleri düşünür isek bir sorun kalmamış olur. Bu konuyu ele alan yazı için bakabilirsiniz. (14)

Cümlenin devamında da Bediüzzaman Hazretleri; “Bilhassa sen dikkat et!” der. “Bilhassa” yani hususi olarak, mahsus, özellikle “sen dikkat et” dedikten sonra neye dikkat edilmesi gerektiğini dile getirir. Şöyle ki;

“Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın!” diye neden dolayı ‘dikkat et’mesini gerektiğine değinir. Burada şöyle bir noktaya ‘dikkat’ etmek gerekir. Bir iki asır öncesine gidildiğinde, şu an Türk olarak görülenler Kürd, Kürd olarak görülenler de Türk olabilir. 623 sene boyunca aynı çatı altında yaşayan ve Osmanlı’dan önce de yine birliktelikleri bulunan özellikle Türk ve Kürdler, gerek aynı topraklarda yaşamaları, gerekse de birbirlerinden kız alıp verme, ticaret yapma, komşu ve akrabalık ilişkileri vb. sebepler neticesinde âdeta tek bir millet haline gelmişlerdir. Nesebi net olarak bilinenlerin dışında diğer kimselerin neseb (soy) noktasında fazla teferruata yani ayrıntıya girmemeleri gerekmektedir. Nitekim Bediüzzaman Hz.nin şu ifadeleri tam da konumuza bakmaktadır;
“Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülata maruz olmakla beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir.” (15)

Bizim için esas ve asıl olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise âyet-i kerîmenin ifadesi ile “kaynaşmamız ve tanışma”mız noktasından, bizim isteğimiz dışında, Rabbimizin bize bahşettiği bir özelliktir.

Eğitimci Ziya Aktan’ın, babası Komiser Hafız’dan naklettiğine göre Bediüzzaman, Diyarbakır’a geldiği zaman orada Ziya Gökalp ile görüşür. Onun ırkçı fikirlerinin ve “Kızıl Elma” idealinin hayali bir şey olduğunu bildiğinden, ona şöyle der:
“Köylüyüm diye ta’n etme beni
Ben de kibarım
Bir kelle soğanı
Bin Kızıl elmaya değişmem.” (16)

Bediüzzaman’ın “Bir kelle soğanı, bin Kızıl Elmaya değişme”mesi de bu noktaya bakıyor. Bu sözünün kısaca anlamı şöyle olması lazım gelir; Kızıl Elma tabir olarak mânâsı boş, kulağa hoş geliyor. Ama soğan görünüşü mütevazi, ama mânâsı gerçekçi ve doyurucudur. Yani Bediüzzaman, ‘böyle süslü püslü laflara karnımız tok’ demek istiyor. Gerçek bir kelle soğan karın doyurur ama hayali bin Kızıl Elma karın doyurmaz.

Burada bir yanlış anlaşılma olmaması için bir ek not düşelim. Bediüzzaman “İ’la-yı Kelimetullah” dâvâsını savunanlar ile İslam’ın yayılması gayesinde bulunanların “Kızıl Elma” demesine değil, ırkçılık yapan ve hayali bir ideal olan Kızıl Elma için bu tabiri kullanır.

Bediüzzaman, Türklüğün “İslamiyet’e imtizaç et” (17)tiğini söylerken ırkçılık yapmamıştır. Mesela en azından Risale-i Nur’u okuyan herkes bilir ki; dinsizlikten sonra en büyük tehlike “ırkçılık”tır. Müslümanlar “şuurlu birer Müslüman” olarak bu konuda dikkatli olmalıdır.

Şimdi gelelim “ırk” ve “milliyet” kelimelerinin Nur külliyatından örnekler ile izah ve şerhine.

Tarihçe-i Hayat’ın ‘Ön Söz’ünde; “Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.” (18) denilen yer bunlara bir örnektir. Burada geçen “Müslüman ırk tabirini nasıl anlamalıyız?” şeklinde akla soru takılabilir. Şöyle ki;

Müslüman kavramı ile ırk kavramı zahiren birbirine uygun ve uyumlu değildir. Çünkü ırk, kavim anlamına geliyor. Dolayısıyla buradaki “ırk” ifadesini “millet” ya da “ümmet” şeklinde anlamak gerekiyor.
Yani “ırk” kelimesi “millet” ve “ümmet” anlamlarına gelebilmektedir.

Bu konuyla ilgili, Kur’ân-ı Kerîm’deki “eni-ttebi millete ibrâhîme hanîfa(en)” (19) âyeti akla geliyor. “İbrahim’in (as) milletine uy” (19) anlamına gelen ve meallerde; “Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine uy” (20), “Hakka yönelen İbrahim’in dinine uy.” (21), “hakperest (hanîf) olarak İbrahim milletine ittiba’ et” (22), “Hanîf (hakka yönelmiş) olan İbrâhîm’in dînine tâbi’ ol!” (23) ve benzeri şekilde geçen bu âyet üzerinde düşünmemiz gerekir. Burada “millet” kelimesi “din” kelimesi ile aynı anlamlı olarak kullanılmıştır.

Bu âyetin kısaca tefsiri sadedinde şöyle denilmiştir; “Hz. Muhammed’in, içinde yetiştiği toplumun putperest ve nankör kesiminden kendisini ayıran ve ismini ebedîleştiren temel özelliği de Allah’ın bu âyette özetlenen buyruğuna uyarak Hz. İbrâhim’in tevhid geleneğini ihya etmesi ve tebliğ ettiği dinin inanç ilkeleriyle ibadet ve ahlâk ruhunun ‘İbrâhimî gelenek’ denilen bu öğreti üzerine inşa edilmiş olmasıdır.” (24)

Millet ve din kavramlarını biraz daha dini temele oturtmuş olduk.

Konuyla ilgili Merhum Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nda geçen ifadeleri de bu bağlamda ele alınmalıdır.
“Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” (25) Bu ifadeleri irdeleyip anlar isek yukarı ile bağlantısını daha rahat kurabilir ve konuya açıklık getirebiliriz.

Merhum Mehmed Akif’in “Kahraman ırkıma bir gül!” ifadelerini, Türkiye’de bulunan bütün milletler diye anlamak gereklidir. Çünkü İstiklal Marşı Türkiye devletinin marşıdır. Ve Türkiye’de yaşayan başta Türk, Kürd, Arab, Laz, Çerkez, Arnavut ve benzeri bütün Türkiye milletlerinin sembolü haline gelmiştir.

Akif, buradaki “ırk” ifadesini Türk ırkına indirgemiyor. Anadolu’da yaşayan farklı ırktan olan bütün müslümanları tek bir millet olarak kastediyor. Bugünkü vatandaşlık kavramı gibi düşünebiliriz. Akif‘ten bir kaç bölüm alıntı yapıp, yeni konumuza geçebiliriz.

“Hani, milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık´ta ‘anâsır’ mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel´în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!” (26)

“Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî sözünü.” (27)

“Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez!
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!” (28)

Malum her bir İslâm kavminin kendine özgü meziyet, özellik ve hasiyetleri vardır. Mesela Bediüzzaman Hazretleri şöyle demiştir; “Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.” (29) Bu ifadelere bakarak; Türklerin iyi bir idareci olduğunu, Kürdlerin de cesaretli olduğunu anlamak mümkün. Âsâr-ı Bediiye kitabında geçen bu ifadelerdeki ikinci cümle önem arz etmektedir: “Hodserane yapmayacağız.” (30) Yani dik başlılık yapmayacağız, denmektedir.

Şimdi biz neden bu kadar bilgi verip, ayrı ayrı izah ettik? Nedeni; İslâmiyet’le imtizaç daha iyi anlayabilmek için. Bunu anlar isek o zaman konu açık ve anlaşılır hale gelir.

Münâzarât eserinin başındaki ifadeler tam da konumuza parmak basıyor: “Şu eserlerden herbirisi Kürd olduğu gibi; aynı halde Türk, aynı vakitte Arabdır. Güya herbir eser, Arab abâsını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külâhlı bir Kürddür.” (31)

Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere, “Kürd”, “Türk”, “Arab”; herbirinin özelliklerini takınarak ve elbiselerini giyinerek, eserlere müteveccih olmalıyız yani buraya yönelmeli ve konuya yoğunlaşmalıyız. Ve Münâzarât eserinin başında bulunan “İfade-i Meram”ın sonunda geçen şu cümleler konumuza bakmaktadır: “Şu eserin nağamatını dinlemek için bir Kürd cesedini giymek, bir vahşî hayalini başına takmak gerektir. Yoksa ne istima’ helâl, ne sema’ tatlı olur.” (32)

Bu iki cümleden konumuza temas eden noktalar üzerinde durarak izah etmeye çalışacağız. Birinci cümlenin kısaca izahı;

Şu eserlerden yani özel olarak Risale-i Nur’lardan özellikle Münâzarât ve eski eserlerden herbirisinde muhataplar Kürdler olduğu gibi; aynı halde Türk’tür. Neden aynı halde Türk? Çünkü Türkler ile Kürdler et ile tırnak gibi olmuş, iki kardeş kavimdir. Eştir, dosttur, hısımdır, dayıdır, amcadır, yiğendir, akrabadır, komşudur… Et ile tırnak asla ayrılmadığı gibi ve ayrıldığında da hiçbir işe yaramayacağından dolayı; Kürd olmanın yanında aynı halde Türk oluyor. Çünkü bin yılı aşkın bir zamandır bir arada yaşamaktadırlar. Birbirleri ile mezcolmuş yani karışmış ve bir hale gelmiştir. Misal olarak; anne ve babasından biri Türk diğeri de Kürd olan birisini nasıl ayrıştırabiliriz? Yarısı Türk yarısı Kürd mü diyeceğiz? Bunlar akla ziyan mantık dışı şeylerdir. Biz biriz ve bizi birbirimize bağlayan bir çok bağımız vardır. Mektubat eserinde geçen Uhuvvet Risalesi‘nde geçen şu ifadeler cay-ı dikkat yani dikkat çekicidir; “…her ikinizin Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mabud’unuz bir, Râzık’ınız bir, bir bir bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir bir.” (33) Bu bağ Türkler ile Kürdler arasında olduğu gibi Türkler ile Arablar, Kürdler ile Arablar, Arablar ile Arnavutlar ve diğer İslamî milletler arasında da aynıdır. Ele aldığımız cümlenin devamında, aynı vakitte de Arab olmaları gerektiğini anlıyoruz. Çünkü bu şekilde meseleyi okuyucu tam mânâsıyla anlayabilir. Güya herbir eserde muhatap olan kimse Arab’ın çoğunlukla yünden yapılmış, bol giyimli bir elbisesi olan âbâsını giymesi gerekir. Bu giysinin Arablar ile bütünleşmesi nedeniyle Bediüzzaman bu tabiri kullanmıştır. Ve Türk’ün de pantolonunu giymesi gerekir. Neden Türk’ün pantolonu? Çünkü tarihi bir gerçeklik olarak ilk defa pantolon giyen millet Türklerdir. Konuyla ilgili yapılan bir araştırmanın gazetelere yansıyan şekli şu şekildedir; “Pantolon, ceket ve gömlek gibi giyim eşyalarının tarihte ilk kez Türkler tarafından giyildiği bildirildi. Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’dan alınan bilgiye göre, Kaşgarlı Mahmud tarafından 11. yüzyılda yazılan Divanü Lügat-it-Türk adlı eser, 8. yüzyıldan kalma Göktürk yazıtları, eski Uygur duvar resimleri ve Macar L. Rasonyi’nin ‘Tarihte Türklük’ adlı eseri, pantolon, ceket ve gömlek gibi giyim eşyalarının ilk kez Türkler tarafından giyildiği ve Orta Asya’dan dünyaya yayıldığını gösteriyor.” (34) Türk’ün pantolonunu giyen hem de Külahlı bir Kürd olması gerekir ki, bu eserlerden istifade edebilsin, okuyucular.

İkinci cümlenin kısaca şu olması gerektir:

Şu eserin yani özel anlamda Münâzarât’ın genel anlamda eski eserlerin nağme, ahenklerindeki hakikatleri dinlemek için bir Kürd’ün cesedini giymek ve bir vahşinin hayalini başına takmak gerekir ki, anlayabilsin. Yoksa ne dinlemek helal olur, ne de işitmek tatlı olup kulağa hoş gelir.

 

Mesela Bediüzzaman, “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!” (35) der. Burada hem Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelen ve 16 devlet kuran Türklere hitap ediyor. Hem de Asya’nın batısında Horasan ve Maveraünnehir’de yaşayan ve asıl kökenleri Fırat ve Dicle Nehirleri arasında kalan Mezopotamya olan Kürdlere seslenmektedir.

Bir başka yerde de “vatandaşlarım ve dindaşlarım” denilmektedir. Hitap şeklinde iki kelime dikkatimizi çeker. Biri “vatandaşlarım”, diğeri de “dindaşlarım”dir. “Vatandaşlarım” kelimesinden anladığımız bütün Anadolu halkıdır. “Dindaşlarımız” kelimesinden anladığımız ise bütün İslâm Âlemi’nde bulunan mü’minlerdir. Çünkü Cenabı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de Hucurat Sûresi’nin 10. Âyet’inde (meâlen); “Müminler ancak kardeştirler” (36) diye buyurur. Yani genel kapsamlı bir hitaptır. Ayrıştırıcılıktan uzaktır. Birleştirici ve bütünleştirici bir tabirdir.

Ne zaman ki İttihad-ı İslâm yani İslam Birliği kurulur; bütün İslamî ülkeler bir ve birlik olursa, işte o zaman o devlet bizim hakikî devletimizdir. O devlet Kürd’ün de, Türk’ün de, Arab’ın da, Laz’ın da, Çerkez’in de ve bütün Müslümanların hakikî devletidir.

Nasıl ki menfi milliyet fikri ile adı meşhur olan Ziya Gökalp;

“Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” diyor ise, biz de diyoruz ki;

“Vatan ne Türkiye’dir Müslümanlara, ne Arabistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: İttihad-ı İslâm”

Evet bu birlik için Bediüzzaman şöyle der; “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır.” (37) Ve unutulmaması gereken bir şey vardır ki, bu birlik siyasi değil dini ve zaruri bir birliktir.

Bu kadar izah kâfidir diyemeyiz. Bu izah için ancak denizden bir damla diyebiliriz. “اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ
sırrıyla kısa kestik.” (39) Yani bir damla su, denize delâlet (işaret) eder.

Şimdi bir noktaya daha değinelim. Şöyle ki:

Türk olmak ile Türkçü olmak farklı şeylerdir. Birisi Türk’üm ama Türkçü değilim diyebilir. Bunda herhangi bir sorun yoktur. Aynı şekilde Kürd olan birisinin de; Kürd’üm ama Kürdçü değilim demesinde bir sakınca olmadığı gibi. Çünkü Allah insanları kavim kavim yaratmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin Hucurat Sûresi 13. Âyeti tefsir ettiği 26. Mektub’un 3. Mebhas’ın başında bu âyet-i kerîmeye şu şekilde anlam vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (39) İnsan kendi milliyet ve kavmini başka bir kavmi yermeden, hakaret etmeden sevebilir. Bunda bir mahsur yoktur. Nitekim bir vakıa şu şekilde olur; “Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m)’e ‘Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır, asabiyet/ ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.’ diye buyurdu.” (40) Milletler; “birbirini tanıma”k ve “muavenet” etmek içindir. Yoksa düşmanlık etmek için değildir. Lakin burada çok dikkatli olmalıyız. Çünkü ırkçılık günümüzde çok tehlikeli ve hassasiyet kazanmış bir duruma gelmiştir. Ayrıca hayatını ırkçılık ile geçiren birisinin (tövbe etmek kaydıyla) imanla kabre girmesi çok zordur. Konu ile ilgili 3 hadîsi de paylaşalım. Şöyle ki;

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir:
1. Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı).
2. Unsuruyet (ırkçılık) dâvâsı gütmek.
3. Dinî meselelerin rivayetinde titiz davranmamak.” (41)

“Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir.” (42)

“Kim hevasına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.” (43)

Merhum Mehmed Kırkıncı Hoca’nın dediği gibi; “İslâm kavmi değil, kavmiyetçiliği reddeder.” (44)

Son olarak da “Müslüman Türk” kelimesine bir tarif daha getirelim.

“Müslüman Türk” kimdir? 50 bin kişilik orduyla 200 bin kişilik orduyu yok eden Alparslan’dır. 2 bin kişi ile 500 bin kişilik Haçlı Ordusu’nu, Hatay’a kadar kovalayan Kılıç Arslan’dır. Gemileri karadan yürütüp, çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed’dir. İttihad-ı İslâm yani İslâm Birliği için seferler yapan Yavuz Sultan Selim’dir. Viyana kapılarına kadar dayanan Kanuni Sultan Süleyman’dır. Ve İsrail’e bir karış toprak vermem diyen 2. Abdülhamid Han’dır. İşte Müslüman Türk’ün bir tanımı da budur.

Bu nedenle Türklük, İslamiyet’ten ayrılamayan bir bütündür.

Bu konumuz ile ilgili en güzel tarifi elbette Asrın vekili ve Asrın müceddidi olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri yapmıştır. Şöyle ki; “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır.” (45) Yani bizim milliyetimiz Türklük, Kürdlük, Arablık, Lazlık, Çerkezlik, Arnavutluk olabilir ama bizim ruhumuz tektir, o da İslâmiyet’tir. Ve aklımızda ortak akıldır. O akıl da Kur’ân ve îmandır.

Bu konu hakkında bir örnek daha verip diğer cümleye geçebiliriz;

Merhum Cemil Meriç, “Bu Ülke” kitabının “İnananlar Kardeştir” başlığı adı altında şöyle demektedir; “Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı… İnananlar kardeştir.” (46)

Aynı sayfanın devamında şu dikkat çekici tesbitler yer alır; “Türk’ü, Arab’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya yani irşada altı yüz yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek.” (47)

Diğer cümle ile devam edebiliriz.

“Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!”

diye hem uyarır hem de tavsiyede bulunur; Bediüzzaman.

Burada Bediüzzaman’ın “senin mazideki mefahir”in dediği olaylara gelelim. Burada “senin” dediği, bir önceki yerde geçen “Türk kardeş”tir. “Mazi” dediği ise “geçmiş”te yapılan hizmetlerdir. Türkler’in “mefahir”i ise iftihar edinilecek, övünülecek şeyleridir. Buradan anlaşılan Türk’ün İslâm dînine yaptığı hizmetler ile iftihar edilmesidir.

Devamında da bu “mefahir”lerin, “İslâmiyet defterine geç”tiğinden söz edilir. “Bu mefahir”in, yani iftihar edilip, övünülecek şeylerin “zemin yüzündeki hiçbir kuvvette silinmediği”ni belirtir. Ve en sonda da bir uyarı ve tavsiyede bulunur: “…sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” Burada mühim bir nokta var. O da cümlenin sonunda emir kipi kullanılmasıdır. Ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.

Böylece son cümlemizin kısaca izahını söyledikten sonra, şimdi de örnekler ile açmaya geçelim.

Gazneliler’in en önemli hükümdarı olan Gazneli Sultan Mahmut Hindistan’a İslâmiyet’i yayabilmek için bir 1001 – 1027 yılları arasında toplam 17 sefer düzenlemiştir. Gazneli Sultan Mahmud vesilesiyle, bölge İslâmlaştı ve Pakistan Devleti’nin temelleri atıldı. Günümüzdeki Hindistan Müslümanlarının ecdadlarının Müslüman olması da bu döneme denk gelmektedir. Yöneticileri Türk ve halkı Afgan olan Gaznelilerin bu İslamî hizmetleri, “İslâmiyet defterine geç”miştir.

Selahaddin-i Eyyubî komutasındaki Müslüman Türk ve Kürd askerleri, Haçlılara karşı çetin mücadeleler verdi. Meşhur Hıttin Savaşı ile Haçlıları Kudüs’ten çıkardı ve İslâm dünyasında hayırla yâd edilen bir komutan haline geldi. Bu “İslâmiyet defterine geç”en övünülesi başarıları unutma, İslâm nam ve hesabına yapıldığını unutup, “o mefahiri kalbinden silme!..”

Nitekim bir Arap şâiri olan İbn-i Sena Selahaddin-i Eyyübî’ye sunduğu kasideye şöyle başlamaktadır: “Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i salib (Haçlılar) dâvâsı Eyyub’un oğlu tarafından perişan edildi.” (48)

Selahaddin-i Eyyubî’nin danışmanlarından Üsame ibn-i Münkız ondan bahsederken “İmân ilkelerinin birleştiricisi, ehl-i salibi kahreden, adalet ve rahmet bayrağını yücelten, Emirü’l – Mü’minin sultasını ihya eden” ifadelerini kullanır. (49)

Memlük Hükümdarı Sultan Baybars, İlhanlıların Moğol Ordusu’nu 1260 Ayn-ı Calut Savaşı ile bozguna uğratmıştır. Bu “mefahiri kalbinden silme”ye kalkma! “Şeytanların vesvese” ve “desiseleri”ne asla kapılma!

Ve meşhur 1071 Malazgirt Zaferi… Sultan Alparslan komutasındaki 50 bin kişilik ordu ile 200 bin kişilik Bizans ordusuna galebe edildi. “Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silme”z!..

Bir diğer zaferimiz ise Miryokefalon’dur. Sultan 2. Kılıç Arslan, Manuel 1. Komnenos komutasındaki Bizans Ordusu’nu 1176 yılında tarumar etmiştir, hezeyana uğratmıştır. “Bu mefahir”, “İslâmiyet” nam ve hesabınadır. Bunu unutma!

Osmanlı kuvvetlerinin Bizans ile yaptığı ilk savaş: Koyunhisar. 1302 yılında ilk Osmanlı hükümdarı Osman Gazi’nin katıldığı ve komuta ettiği savaş…

Ve 1. Murad Han’ın Sırplara karşı 1371’de kazandığı bir diğer zafer: Çirmen Zaferi…

Yine 1. Murad komutasında 60 bin kişilik ordu… “Allah Allah” nidalarıyla Kosova’da… Ve meşhur 1. Kosova Zaferi…

Yıl 1448’e geliyoruz. Her karanlığın ardından bir aydınlık geldiği gibi; her zaferin ardından da Yüce Allah bir “Murad” gönderiyor. Ve 2. Murad komutasında bir ordu… Yine Kosova meydanlarında… Ve bu sefer de yine 2. Kosova Zaferi ile neticelenir.

Ve tarihi bir dönüm noktası: 1453… Peygamber övgüsüne mazhar bir Sultan… (50) Adı Mehmed ama o “Fatih”liği tanınır. İstanbul’u fetheden “şanlı kumandan!” Zulümat ordularına karşı, surlarını yıkan… Gemileri karadan yürüten… Çağ açıp, çağ kapatan… İcraatları ile övünülmesi asırlar süren… Adını bile hürmetimiz olan “şanlı” ecdad: Fatih Sultan Mehmed Han…

Mısır’ın Fatihi’ne gelelim. Osmanlı’ya hilafeti geçiren ve Osmanlı’daki ilk İslâm Halifemiz: Yavuz Sultan Selim Han… Takvada ileri, şâir bir hükümdar… 80 yıllık işi 8 yıla sığdıran, Bediüzzaman’ın “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim.” (51) dediği ve “bu meselede” yani İttihad-ı İslâm‘daki “selefleri”nden saydığı, İttihad-ı İslâm’ın mimarı: Yavuz Sultan Selim Han…

Avrupa’yı titreten, Mohaç’ta tarihe altın harflerle yazılan, adı bile korku verir kâfire… Viyana kapılarını zorlayan… Seferde iken, at üstünde vefat eden: Kanuni Sultan Süleyman…

Kurtlar Sofrasında bir “yiğit” var orada. Hayatını dâvâsına veren “şefkatli sultan” (52)… Bediüzzaman’ın “Sultan Abdülhamid velidir. Ben O’nu hususi dualarım almışım” (53) dediği “veli” padişah; Sultan 2. Abdülhamid Han…

Bu kadar örnek ancak okyanustan bir kap sudur.

Unutmamamız gereken bir şey vardır ki, o da; (sadede) ne Türkiye Türklerindir, ne Arabistan Araplarındır, ne de İran Farslılarındır. Mülk sahibi ancak Allahu Tealadır. Ama Cenâb-ı Hakk devlet kurmaya karşı mıdır dersek, karşı değildir. Devletler kurulabilir. Müslümanlar devlet kurabilirler ama ırkçılık yapıp ülkeyi yalnızca tek bir ırka mahsus gösterip diğer ırkları tahkir etmemek şartıyla…

Ele aldığımız cümlede Müslüman Türk milletinin “mefahir”lerinin, “İslâmiyet defter”ine geçtiğinden bahis vardı. Yani Müslüman Türk’ün yaptığı hizmetler İslâmiyet nam ve hesabına olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle “Âlem-i İslâm’ın kapısının kilidi Türkiye’dir.” (54) Tarihçe-i Hayat eserinde de konuyla ilgili geçtiği üzere “Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiyesiz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.” (55)

Ele aldığımız cümleleri Kur’ân-ı Kerîm, yer yer konuyla ilgili Hadîs-i Şerîfler, Kur’ân ve İman hakikatleri olan Risale-i Nur eserlerinden pasajlar, ilmî anekdot ve tarihî gerçekler ile izah ve açıklanmasına çalıştık. Cenâb-ı Hak Dergah-ı izzetinde kabule karîn eylesin. Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve Îmân hakikatleri olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan istifadelerimizi ziyade eylesin. Amin. Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364 – 365
2- Hayrat Neşriyat Meâli, Hucurat Sûresi, 10. Âyet Meâli
3- Bkz.Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 50 – 60 – 115 – 118; Kastamonu Lâhikası, s. 10 – 11 – 13 – 15 – 17 – 18 – 20 – 21; Emirdağ Lâhikası – 1, s. 14 – 24 – 26 – 27 – 34 – 37; Emirdağ Lâhikası – 2, s. 5 – 6 – 7 – 12 – 15 – 17 – 20 – 21; Şualar, s. 244 – 301 – 303 – 304 – 307 – 309 – 310 – 311; Mektubat, s. 21 – 30 – 43 – 46 – 50 – 51 ve daha yüzlerce yerde geçmektedir.
4- Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 123 – 139 – 248 – 252 – 261; Kastamonu Lâhikası, s. 15 – 32 – 54 – 75 – 83; Emirdağ Lâhikası – 1, s. 36 – 51 – 60 – 63 – 65; Emirdağ Lâhikası – 2, s. 16 – 34 – 40 – 43 – 44 ve daha onlarca yerde geçmektedir.
5- Emirdağ Lâhikası – 1, s. 281
6- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 188
7- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 488
8- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 477
9- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s. 281
10- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 2, s. 206
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 438
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 98
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
14- http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 366
16- Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 134
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 17
19- Kur’ân-ı Kerîm, Nahl Sûresi, 123. Âyet
20- Diyanet İşleri Meâli (Eski), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
21- Diyanet İşleri Meâli (Yeni), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
22- Elmalılı Meâli (Orijinal), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
24- Kur’ân Yolu Tefsiri, c. 4, s. 452
25- Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı
26- Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı
27- Mehmed Akif Ersoy, Safahat
28- Mehmed Akif Ersoy, Safahat
29- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 468
30- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 468
31- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 301
32- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 303
33- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
34- Yeni Şafak Gazetesi, 23 Ağustos 2001
35- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 154
36- Hayrat Neşriyat Meâli, Hucurat Sûresi, 10. Âyet Meâli
37- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 93
38- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 608
39- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 360
40- Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-Zevaid, 6/244
41- Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, 1/158
42- Ebu Davud, Edeb, 121
43- İbn-i Mâce, Fiten, 7
44- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserler – 2, s. 188
45- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 57
46- Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 181
47- Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 181
48- İbrahim Halil Ulaş, Selahaddin Eyyubî: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı Yazısından
49- İbrahim Halil Ulaş, Selahaddin Eyyubî: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı Yazısından
50- Buhârî, Tarihu’l-Kebîr, c. 1, kısım 2, s. 81
51- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 65
52- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 68
53- Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat – 1, s. 226
54- Necmettin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor, c. 4, s. 121
55- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 684