Etiket arşivi: Abdürreşid Şahin

Tırtıl Ölünce Kelebek Doğar

Bir varmış, yok yokmuş. Allahın yarattıkları da, bir hayli çokmuş. Çokta ne demek canım, sayısı bile yokmuş.

Bu çoklar içinde minicik mi minicik bir tırtıl varmış. Bu tırtılcık bir dut yaprağının koynunda dünyaya gelmiş. İyiki de gelmiş.

Neden mi? Hele biraz sabredin bakalım hikayeyi okuyunca anlarsınız. Neyse hikayeye devam edelim.

Tırtıl dünyaya gelmiş, Hoş gelmiiiş, safalar getirmiş. Dut yaprağı beşik olmuş, rüzgar nini söylemiş.Uyumuuş büyümüüş, kocaman bir tırtıl olmuş.  Ekmek elden su gökten, yanıcığında yiyeceği, yemiş yemiş semirmiş.

Sonraları sıkılmış. “Hep böyle yatmakla olmaz biraz dolaşalım çevreyi keşfe çıkalım” demiş.Çıkalım çıkmasına da yürüyecek ayak nerede. Allah pek yanlış yapmaz ama! “Hayırdır inşallah!” demiş. Ikınmış sıkınmış bir de bakmış ki yürüyor. Ön tarafı sabitle. Şimdi poponu öne çek, göbeği yukarı kaldır. Haa şöyle. Şimdi de ön taraf tekrar ileri. Tamam, oluyor galiba. “Ehh biraz zor oluyor amma olsun, yine de yerinde saymaktan iyidir” demiş, yaprağı arşınlamış. Az gitmiş uz gitmiş.

Yeşillikte düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir yaprak boyu yol gitmiş. Yaprağın kenarına geldiginde bakmış şöyle etrafına. “Aman Allah’ım, oda ne!” yüksek mi yüksek bir yerde gezermiş. Baş dönmüş göz kararmış. Üstelik ayagı da kaymış.

“Hophophop…  Aman dikkat… Ha şöyle. Oh be! Az daha düşüyorduk canım” demiş. Neyse kıl payı atlatmış bu seferlik tehlikeyi.

Yine de yılmamış yıkılmamış. Bir yandan dut yaprağı yerken bir yandan da ağacı keşfetmiş.

Bir gün yine yaprağın kıyısında dolaşıken. Aşağıya şöyle bir bakıvermiş. Niye mi? Merak işte niye olsun. Bakıvermiş amma… rüzgarı da hiç hesap etmemiş. Hoooop küüüt…

Kendini ağacın dibimde bulmuş. “Eyvah! Şimdi ne yapacağız. Evden yittik gayrı” demiş. Düşünmüş taşınmış birde ne görsün. Etrafında kendisi gibi düşen bir sürü tırtıl yokmuymuş.

Bakmış, onlar tıpış tıpış yürüyerek ağaca tırmanıyorlar, O da başlamış tırmanmaya. Ne de olsa dünya işte, inişi çıkışı olmadan olmazmış yani. Tırmanmış tırmanmasına ama imanı da gevremiş hani.

Ortayı kaldır. Arkayı topla. Ön taraf ileri. İstanbul trafiğinde yol alan körüklü otobüs mübarek. Git git bitmiyor. Keskin ağaç kabukları arasında ilerle. Bu sırada deriyi de çizdirme hani. Sol geniş dala sap. İnce yollarda yürü. Yaprak sapı köprüsünü geç. Oh be! Nihayet vardık yuvaya. Bu dünya hayatı pekte zahmetliymiş canım. Üstüne üstlük insanlar bunca eziyetin için de birde ayrılık acısı çekiyorlar.

Eee akıl olunca kurcalayıp işin ıcığını cıcığını çıkarıyorlar canım. Bir de başlarına olmadık belalar sarıyorlar. Kaprisler, hırslar, kıskançlıklar, gurur, çekememezlik, kin, intikam, düşmanlık. Neyse canım işimiz insanların gıybetini yapmak değil. Şu yazarlar da yok mu hani taş atmak için her fırsatı kullanırlar.

Şunun şurasında çektiğimiz küçük eziyeti anlatıyorduk. Hemen sokuşturmalar. ‘Biz de şöyle çektik, böyle kazıklar yedik.’ bana ne kardeşim. Şükür ki insan olmamışım canım. Vallahi bu insanların işine akıl ermez doğrusu. Hem suçlu, hem güçlüler.”

İşte bizim tırtılın hayatı aşağı yukarı bu minvalde geçip gidiyormuş. Bir gün iniş çıkışlardan, düşüş kalkışardan bir hayli yorulmuş başlamış şikayet etmeye.(İnsana mı çekmiş ne!)  “Ey Allah’ım, gerçi senin hikmetinden sual olmaz amma, ne diye bunca zahmeti çektiriyosun bilmem. İnip çıkmaktan düşüp kalkmaktan yoruldum. Şöyle kuşlar gibi iki çift kanat takamaz mıydın canım. Hani şöyle rahat rahat inip çıksak, gökte uçup şiir yazsak. Havalarda süzülsek. Çiçekten çiçeğe konsak. Hem  biz rahat ederdik,  sende şikayet dinlemekten kurtulurdun.” Demiş.

Meğer YUKARI’daki de tırtıldan bunu bekliyormuş. İsteyin de vereyim diyormuş. Hoş tırtılınki de biraz edepsizce olmuş ama olsun, Allah’ın rahmeti çoook mu çokmuş. “Büyüklük zaten bizde; verelim şu garibana bir müjde” demiş ve bir elçisini tırtıla göndermiş.Elçi ona “İstediğin sana verilecek ama senin de yapman gerekeler var” demiş. “De bakayım” demiş tırtıl “nedir yapmam gerekenler?” Elçi: “bir ağ örüp  içine gireceksin, sonrada ağzını kapatıp uzun bir uyku çekeceksin.” diye yanıtlamamış mı tırtılı.

Tırtıl da “kısaca kefene sarılıp öleceksin desene sen şuna.” Diye kızmış.

Elçi de: “sen bilirsin demiş. Nasıl olsa eninde sonunda öleceksin. Pisipisine toprağa girmektense biraz zahmet çekip kelebek olmak var işin içinde.

Paşa keyfin bilir. İki kanadın yanında, cennet manzaralı çiçek evler de bonus. Kaçmaz fırsat.

-Bakın hele şu elçinin konuşmasına nasılda sokak ağzıyla konuşuyor hiç yakışıyoor mu canım. Neyse neyse biz işimize bakıp hikayeye dönelim-

“Başka çare yok.” diye düşünmüş tırtıl. “Olur” demiş yarım ağızla.Elçi: “bu hayvanlarda ne kadar nankör oluyorlar canıım. Hiç yoktan rengarenk iki kanat üstelik sayısız güzellikte çiçek gezintisi, yine mırın kırın…

Hem isterler hem zahmetsiz olsun derler. Yok, öyle üç kuruşa beş köfte. Her nimetin bir külfeti var canım.

Neyse elçi diyeceğini demiş. Tırtılı kararıyla başbaşa bırakmış.Tırtıl da: “Tüm evreni yoktan yapan, elbette vereceğim dediyse verecektir canım. Biz işimize bakalım. Örelim şu kefeni de uykumuza dalalım.

Tırtıl ağını örmüş,  sonra içine girmiş. Uzuuun bir uyku çekmiş. Uyanınca da gözlerine inanası gelmemiş. İki yanda dört bölmeli güzel mi güzel, şirin mi şirin kanatlar. İki uydu anteni, parlak renkli kocaman gözler. Filinta gibi bir vucut. Üstelik bir de ayaklar. Oooh daha ne olsun ki. O şükretmesin de kim şükretsin canım. Kaldırmış kafasını “Yaptın yine yapacağını. Sana da yakışır canım” demiş ve başlamış uçmaya.Keyfine de diyecek yokmuş hani. O çiçek senin bu çiçek benim; her çiçeğin keyfini sürmüş, çokça şükretmiş.

Derken bir gün ağlayan bir çocuğa rast gelmiş. Meğer çocuğun babası vefat etmişmiş. Tırtıl acımış garibana. Ona kendi hikayesini anlatmış.

Sonunda çocuk sormuş: “Söyler misin kelebek kardeş insan ölünce ne olur?”Kelebek cevap vermiş: “Orasını Allah bilir ama ben biliyorum ki TIRTIL ÖLÜNCE KELEBEK DOĞAR.  Üzülme , vakti gelince sen de uçarsın, babana kavuşursun” demiş. Başka da bişey dememiiiş. Hemi gerçek hemi doğru. Bu hikaye de burada bitmiş.

Abdurreşid Şahin
Kaynak: RisaleAjans
www.NurNet.Org

Subhanallah Derken Ne Kastediyoruz?

Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır;

Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir.

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.

Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız.

Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım.

Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhandır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifade için söylenir.) (bak: sübhan)

Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.

Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manası…

Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.

Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allahgaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim?

Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.

Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise ;
Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.

Risale-i Nur’daki ifadesi ile:Dergah-ı İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i İlahiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkar-ı batılasından münezzeh ve mualla ve Kainatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Subhanallah ile ilan etsin.

Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir.

Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor.

İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.

Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:

Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimiz kainatı (duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.) temsil etmekte.

Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kainatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.

Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kainata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir.

Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir.

Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.

Şimdi cam adına konuşan ikinci bir zişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.

Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi?

Evet. Mesela, “Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder.

Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.” diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.

Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.)

İtikaden demese de “Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıyla şekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.

Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır.

Örneğimize dönecek olursak ekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkansızdır. Mesela ölümü alemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kainatın işleyişine müdahale edemeyiz.

Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek alemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidi anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz.

Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.

Amacım Üstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir. Biz Subhanallah derken klasik anlayışla “Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız.

Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğiniaksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır.

Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet alemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz.

Yani biz “La ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o halde “la ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır.

Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz.

Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o halde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o halde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.

Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz. Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim.

Hadis şöyle:
Süfyan, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir:

Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah

(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:

– ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”

Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır?

Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkansızdır.

İkinci yaklaşım alem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.

Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız.

Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.

Bence, “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu olsa gerek.

Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Amin.

Abdurreşid Şahin

Risale Ajans

‘Doğurmadı ve doğmadı’ ne demek?

Hepimizin bildiği İhlas suresinden bir ayet: ‘lem yelid ve lem yûled’. Bu ayet genelde tercüme edilirken başlıkta ifade edilen anlamda tercüme edilir. Bana bu tercüme hiç sıcak ve anlamlı gelmiyor. Sanki malumu ilam kabilinden olsa gerek bu tür bir tercümeyi muciz’ul beyan olan Kur’ân’la pek bağdaştıramıyorum.

 Tabii ki burada itirazım tercümeye; ayete değil. Kendi kendime “Her ifadesi mucizevî ve beliğ olan Kur’ân bu ayetle ne demek istiyor? Yaratıcının insan misali doğurmayıp doğmayacağı aşikârdır. Hiç israf etmeyen ve gereksiz söz sarf etmeyen Yaratıcı bu ifadelerle ne kastediyor?” diye düşünmeye başladım.

Burada O’nun mutlak ve sonsuzluğuna vurgu var sonucuna ulaştım ama bu da beni tatmin etmedi. Evet, Allah sonsuz ve mutlak fakata ayet neden bu ifadeleri kullanıyor. İşte bunun üzerinde yoğunlaşınca aklımı ve kalbimi tatmin edecek bir takım manalara ulaştım. Meramımı bir örnek üzerinden anlatacağım. Rabbimin inayeti refik olur ve istifadeye medar olur inşaallah.

Şimdi kendinizi bir sinema salonunda tahayyül edin. Salon karanlık, beyaz perdeye bakıyorsunuz. Henüz film başlamamış, sadece perdeyi görüyorsunuz. Biri size sorsa, perdede ne var? Muhtemelen cevabınız “hiçbir şey” olacaktır. Az sonra perdede bir el şekli belirmiş olsun. Yine aynı soruya muhatap olduğunuzda bu sefer yanıtınız “bir el” ya da “bir elin gölgesi” olacaktır. Peki, hakikatte bu verdiğiniz cevaplar doğru mu? Gerçekten ilkinde perdede hiçbir şey yokken ikincisinde bir el mi var? Hayır, ikisi de yanlış. Neden?

Çünkü ilkinde perdede ışık vardı fakat perdenin tamamını ihata ettiği ve varlığını kıyaslayabileceğimiz bir şey olmadığından bizde var algısı oluşmadı. Yani şiddet-i zuhurundan tesettür etmişti. Peki, ikinci durumda perdede bir el yok mu diye sorarsanız cevabım hakikatte var olan el değil ışıktır, el sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan ve ışığın varlığına dayalı bir varlıktır. Işık gibi kendine ait bir varlığı yok. Işık perdede daimi olarak var, gölge ise ayrı bir vucut sahibi olarak orada var değil, sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan izafi bir ademi bir varlıktır. Yani varlık cinsinden değil yokluk cinsindendir. Kendine ait bağımsız bir varlığı yok. Işığı çektiğimizde ekranda el kalmaz. Ayrı bir varlık sahibi değildir. Ama gölge olmasa da ışık hâlâ var.

Peki, gölge nedir öyleyse?

Gölge her tarafı kapladığı için görünmez olan ışığı fark etmemize yarayan bir vesile. Bir kıyas unsuru… Biz gölge sayesinde ışığın varlığını anlıyoruz. İşte Yaratıcı ile varlıklar arasındaki ilişki de bu tarzdadır. Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata ettiğinden görülmez. Şiddet-i zuhurundan tesettür etmiştir ve mutlak varlık O’dur. Yaratıklar ise onun varlığını ortaya çıkaran kıyas unsurlarıdır. Kendilerine ait bir varlıkları yoktur.

Buraya kadar evet de, bunun ‘lem yelid ve lem yûled’ ile ne alakası var diyeceksiniz. Yukarıdaki örneği daha detaylandırıp yaratıkların Yaratıcı’ya kıyas unsuru olarak nasıl şahitlik ettiğini açıklamak gerekebilir fakat ben onu sizin fehminize bırakıp asıl konuyu vurgulamak için örneğe devam edeceğim.

Şimdi perdeye yine bakıyoruz ve perdede sırasıyla sarı, yeşil, kırmızı, siyah vesaire eller görüyoruz. Şimdi size okullarda gördüğünüz fizik bilgisine dayanarak soruyorum: “Perdede gördüğünüz sarı, yeşil,kırmızı, siyah nesneler ayrı birer varlıklar mıdır? Yani kendine ait bağımsız mevcudiyetleri olan şeyler midir?” Benim cevabım yine hayırdır. Çünkü ışığı ortadan kaldırdığında ne rengi görürüsünüz ne de eli. O halde o renkler neyin nesi derseniz ben de derim ki onlar ışıkta zaten var olan fakat gözükmeyen özelliklerdir. Gördüğümüz kırmızı aslında diğer renklerin engellenmesiyle ortaya çıkan ışığa ait bir özelliktir. Işıktan ayrıca çıkan bir şey değil zaten var olan fakat ancak diğer renklerin perdelenmesiyle ortaya çıkan -gözüken- ışığın bir özelliğidir.

Şimdi bu iki örnek üzerinden ulaştığım neticeleri aktarmaya çalışayım. Eminim çoğunuz leb demeden leblebiyi anlamak misali ne diyeceğimi anladınız fakat ben yine meramımı açıklayayım. Önce sonuç cümlesini söyleyeceğim, sonra onu izah etmeye çalışacağım.

Evet, gerek şeyler ve gerekse şeyler üzerinde gözüken özellikler kendilerine ait değildir. Ve onlar Yaratıcı’dan çıkıp gelen şeyler de değildir. Mevcudiyetleriyle Yaratıcı’nın varlığına işaret etmelerinin yanında onlarda gözüken özellikler kendilerine ait olmadıkları gibi Yaratıcı’dan çıkıp gelen ve onlarda var olan şeyler de değildir. O şeyler aslında hakiki vücuda sahip değiller. Sadece Yaratıcı’nın varlığını gösteren ve O’nun daimi tecelli eden özelliklerini deşifre eden ademî-kedilerine ait bağımsız varlıkları olmayan- mevcutlardır. Sadece kıyas unsurudurlar. Yaratıcı’dan bağımsız birer vücut sahibi değillerdi. Ve Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata etmiştir. Ve ondan hiçbir özellik çıkıp bir yere gitmez ve bir şeye aktarılamaz.

Yaratıklar sadece Onun varlığını ve özelliklerini deşifre ederler.

Tıpkı, örnekte olduğu gibi… Gölge, ışığın varlığını ve her yeri ihata ettiğini bize bildiren bir vesiledir. Bir kıyas unsurudur, izafi vücut sahibidir. Bizler de varlığa sahip olma açısından ademî mevcudiyetimizle Yaratıcı’nın mutlak ve hakiki vücuduna işaret edip varlığına şahitlik ediyoruz. Ve yine örnekte olduğu gibi nasıl ki renk ışıktan çıkıp gelen bir şey değilse bizde gözüken özellikler de Yaratıcı’dan bize gelen özellikler değildir. Onlar Yaratıcı’da daimi ve sürekli var olan özelliğin deşifresinden ibarettir.

Bir örnekle dahi açmaya devam edersek şöyle diyebiliriz: Allah şafidir. Her an O’nun Şafi ismi bizde tecelli etmektedir ve o özelliğin tecelli etmediği hiçbir an ve mekan yok. Biz hastalık sayesinde yani sıhhatin perdelenmesiyle O’nun farkına varıyoruz. Daimi şifaya mazhar olduğumuzu anlıyoruz. Yani hastalık Şafi ismini görmemizi sağlıyor. Bir ilacı almak ve -genel söylemle- şifa bulmak tabiri aslında yanlış anlaşılıyor. Allah ilaca şifa özelliğini veriyor da sonra ilaçtan bize şifa geliyor değil. İlaç bizde olan ve daimi tecelli eden şifayı görmeye yani Yaratıcı’nın Şafi ismini fark etmeye vesiledir. Tabela gibi, şehri gösteren bir işarettir şehirden bir parça değil.

İşte Yaratıcı’nın bütün özellikleri daimi surette bütün âlemde tecelli eder. Onlar tabiri caizse her yerdedirler. Mutlak olduklarından eksilip çoğalmaz, bir yerden bir yere taşınmazlar. Allah ne geçici bir süre için ne de anlık olarak o özellikleri birilerine-veya bir şeylere-verip almaz. Mesela ses yayını havada daimi vardır, bizler radyomuzun kanalını ayarlayarak o sese ulaşırız yoksa o ses bir yerden çıkıp bizin radyomuza gelmez. Esma eşyada gözükür yoksa eşyada bulunur değil.

İşte ‘lem yelid ve lem yûled’ derken bir anlamda Yaratıcı’nın mutlaklığına vurgu yapıyoruz. Kendimizde vehmettiğimiz sahipliklerin mecazi olduğunu, o özelliklerin hakikatte O’na ait olduğunu ve ondan çıkıp gelmediğini, ezelde var olan özelliklerin bizim ancak varlığına muttali olabileceğimizi söylüyor. Bu aynı zamanda Hz.İsa’ya yüklenen tüm ilahi vasıfların reddi anlamına geliyor. O Yaratı’cın özelliklerini güzel bir surette yansıtan bir aynadır. O özelliklerden hiç birine ne geçici bir süre için ne de anlık olarak sahipti. Sadece o aynadan bakınca o özellikler bize nazaran çok daha net gözüküyor o kadar.

Ya Ehad, ya Samed, lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehu kufuven ehad!

Bizi şirkin ve masiyetin her türlüsünden temizleyip uzaklaştır. Masivana da sırt çevirip sadece Sana yönelen kullarından eyle. Âmin!

Abdurreşid Şahin / karakalem.net

Çiçekler Cevap İster

Ey insan!

Bak sana soğuk kışın ardından bahar gönderildi. Hâlâ Rabbin hakkındaki zannını değiştirmeyecek misin? Seni memnun etmek için dünyanın çehresi değiştirildi. Kupkuru ve kapkara topraktan yemyeşil filizler devşirildi. Neden hâlâ kalbindeki sevgi yeşermiyor? Neden hâlâ içinde ekilmiş tohumları sulamıyor ve Rabbine cevap vermiyorsun?

Senin için yeşile renk katıldı, rengarenk güzelliklerle donatıldı sofran. Hâlâ kayıtsız mı kalacaksın? Bak, çiçekler kelebeklerle ve binbir türlü böceklerle şenlendi. Ötüşleriyle O’nu zikredenler aracılığıyla kulağına nice mânâlar yollandı. Bunlar da mı sana ilham vermiyor? Senin için çiçeklere nice parfümler döküldü. Dalıp gittiğin koyu gafletten çıkasın diye gözlerine batırırcasına yerden nice renkler bitirildi. Ama sen hâlâ bilbordlardan gözlerini alamıyorsun.

Her gün doğumu ve batımında nice mucize anlar yaratılıyor senin için. Ama senin gözlerin hâlâ ekranlara takılı. Sana gerçek ve muhteşem bir sema sunuldu, geceleri gökyüzü kandillerle süslendi, ay sana lamba yapıldı. Öyleyse neden hâlâ yalancı dekor ışıklarıyla aldanıyorsun? Fani starlardan medet umuyor, faniliğe müşteri oluyorsun?

Bak şimdi de ağaçların dallarına, dilinin ve damağının müjdesi konduruldu. Önüne meyveler ve nimetler adedince sofralar kuruldu. O dilinle hâlâ Rabbine hamd etmeyecek misin? Bir teşekkürcük olsun, etmeyecek misin?

Sen bir zamanlar yokluk karanlıklarındaydın. Zulümat içinden varlık âlemine çıkarıldın ve sayısız nimetlerle donatıldın. Şimdi mahlukatı Rabbine perde yapıyorsun. Damlacıkta parlayan ışığa aldanıp güneşe sırt çeviriyorsun.

Ama Rabbin yine de senden ümit kesmedi. Uyanman, hakikati görmen için nice elçileri gönderdi. Kâinatı bir sergi gibi serip önüne bir de üstüne peygamberlerini yolladı. Ama sen karanlıklar içinde kalmak için direniyorsun. Nefsinin geçici ışıklarını kendine ilâh ediniyorsun. O’nun hediyelerini O’na karşı kullanıyorsun. Kendini uyuşturup dünyayı kalıcı yurd belliyorsun.

Bil ki buna rağmen Rabbin ümit kesmedi senden. Sana kâinatı uğruna yarattığı Habibini (a.s.m) gönderdi. O ki seni kendi nefsine tercih ediyor. Her halindeki gül kokulu edasıyla sen ayılasın diye nurlar saçıyor yüzüne. Hâlâ kör mü kalacaksın?

Hâlâ sana kalbinin en derinliklerinden konuşan vicdanının sesini boğacak mısın? Hâlâ Rabbine nankörlük etmeye devam mı edeceksin? Asr-ı Saadet’i sana ihsan eden; imanı, İslam’ı ve ihsanı ile seni perverde eden Sultanına karşı ubudiyetle cevap vermeyecek misin?

Ey İnsan! Bil ki Allah gönderdiği çiçekler için cevap ister.

Abdürreşid Şahin / Zafer Dergisi