Etiket arşivi: açlık

Afrika’yı Gördüm, Dertlerime Güldüm

Değişik yardım kuruluşlarında görev yapan Diş Hekimi Şule Arvas ablamız anlatıyor;…
Evler harabe, karınlarını aç, ne üstlerinde var ne başlarında.Ama yine de somurtmuyor, yakınmıyor, gülmeyi biliyorlar. Düşünüyorum da onların dertleri ne?  Bizimkiler ne? Rahat mı batıyor, üzüntü mü arıyoruz yoksa?? 
Bebek ölümleri o kadar sıradan ki, anneleri alıyor cesedi kucaklarına, kese kağıdı gibi götürüyor âdeta.. Türkiye’de bir anne, yavrusunu kaybetse durabilir mi ayakta?? 
Bir çocuk geldi, sanki ağaç parçası saplanmış ayağına.. Meğer kaval kemiği yırtmış eti, çıkmış, kurumuş, dala dönmüş zamanla..O haliyle 50 kilometre yürüyüp gelmiş yanımıza..
İlk seyahatim çok ağırdı.Minibus gibi bir araca bindik. Ne klima var ne havalandırma… — Şoför bey ne kadar sürer? 
— Çok sürmez, 20 saate varırız inşaallah… Haritada öyle görünmüyor ama. Yollar tarla gibi, çukur-tümsek gidiyoruz sallana sallana… Şükretmek lazımmış.. Birden kum fırtınasına yakalandık. İçerisi toz duman.. Sonra bir yağmur, Oh ve diyemeden sele çevirdi. Yollar aktı gitti ırmağa… Köprüler de yıkılmasın mı?? Üstüne bir de lastik patladı, sök tak şişir…Az gittik bu sefer de diğeri patladı….
Lakin insanları görünce iyi ki gelmişim dedim, çünkü ihtiyaçları vardı bana. İş diş tedavisini de aştı, abla kardeşe bağladık sonunda… İnanın şefkate çok muhtaçlar. Çocuklar geliyor, bacaklarınıza sarılıyor, elinizi tutuyor… Saçını düzeltiveriyorsunuz gözlerinin içi gülüyor. Yetim başı okşamanın ecrini biliyorsunuz…
Kalacak yerler perişan, yerde yatıyoruz. Hanımlar koğuşunda 7 kişiyiz yan yana.. Her yer böcek, öyle de arsızlar ki, üzerimizde geziniyorlar. Çekirgeler bıktırdı zaten, yemek yiyorsun, tabağa düşüyor. Akşam eve giremiyorsun milyonlarcası yığılmış kapıya…. Ne zaman baksanız camda bir kertenkele, fırsat bulsa içeri dalacak anında…
Para var ama alacak şey yok ki.. Biraz patates bulduk. Kapattık sterilizatöre, pişirip, soyup yedik iştahla..
Yerliler süpürge tohumu gibi sert ve küçük darılarla besleniyor. Taşla ezip öğütüyor, salıyorlar suya… Bulamaç gibi birşey oluyor..Ne yağ var, ne soğan ne salça… Üstüne su içince şişiriyor, tok tutuyor güya… Ömrü boyunca darı haricinde birşey yemeyenler varmış.. Nimetleri tadamadan göçüyorlar dünyadan…
Birgün anestezi yapmıştım, baktım hastanın benzi sarardı, hafif bir baygınlık geldi.. Dedim;– Aç mısın yoksa?.. Sorduğun şeye bak der gibi güldü; “–Kim tok ki burada?”. Baktık olacak gibi değil, diş çekiminden ikrama başladık.. Kağıtlı şeker, kaymaklı bisküvi filan.. Boğazına birşey girsin ki, bayılmasın garip….
Afrika’dan döndüm İstanbul marketleri rengarenk, etliler, sütlüler, tatlılar, tuzlular… Sebze meyve istemediğin kadar… İyi de elimi uzatıp alamıyorum ki… Sanki kıvırcık saçlı minikler, kara gözlerini dikmiş bakıyorlar bana…
turkiyegazetesi.com.tr

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Ramazan Ayı Sosyal Yardımlaşmaya Bir Davetiyedir..!

Ramazan ayı maddi ve manevi birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı,  duygu ve hissiyatın da öne çıktığı mübarek bir aydır. Rahmet, bereket ve mağfiret ayı olan Ramazan ayı dini açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Peygamber efendimiz (a.s.m) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı, iftar ettirene de yazılır ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez” buyurmuştur. (Hadis-i Şerif, Sünen-i Tirmizi)

Bediüzzaman, Oruç’un sosyal ve içtimai hayata verdiği önemi hakkında özetle şöyle buyurmuş:

“Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniye ye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Hâlbuki zenginler fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakikî o hâleti kendi hissetmiyor.” (29.mek.3.nükte)

Cenab-i Allah (c.c.) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zenginlikle, kimi fakirlikle imtihana tabi tutar, Zengin taat ve ibadetle birlikte, özellikle muhtaç ve fakir insanlara şefkat ellini uzatmakla mükelleftir. İnsanlara, hatta bütün varlıklara acımayan Allah’ın rızasını kazanması da mümkün değildir. Çünkü şefkat yoksa şükür de olmaz.

Zaman zaman kimileri ben fakir bulamıyorum ki bir sadaka vereyim, Herkesi zengin görüp, yardım elini uzatmak istemeyenler var. Bahane aranmasa mutlaka herkes kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir.

Ey Fakir bulamayan zavallı aç gözler! Topladığınız malı kime bırakıyorsunuz? Nice mal toplayan babaları gördük, fakir ve muhtaçlardan malını esirgediler, zekât ve sadaka vermekten imtina edip sahabe Salebe durumuna düştüler. İşte, Salebe durumuna düşmeden, evlât hışmına uğramadan elimizle malımızdan sadaka ve zekâtımızı verelim, sabit zannettiğimiz bu dünya ve ömür çabuk geçer, mal ve servet sevgisi bizi aldatmasın.

Bugünkü çağımızda, çöplüklerden ekmek toplayan,  sosyal yardımlaşma vakfı önünde bir kap yemek evine götürmek için sırada bekleyen, iş umudu ile gurbete gidip iş bulamayan, park ve sokaklarda aç yatan insanlar vardır. Fakir bulamıyorum diyenler, işte fakir, işte yardıma ve şefkate muhtaç insanlar.

İnsanlar arası yardımlaşma ve dayanışmayı en güzel ifade eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: ”Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”  “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini sorumlu tutan Hz. Ömer (r.a.) gene; ekmeği olmayan aç bir aile için “sırtına aldığı un torbası” bize sosyal adaleti, hayat-i içtimaiye de ki yardımlaşmayı ve güveni gösteren en güzel örnektir.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma öncelikle bireyin toplum karşısında sorumluluğunu bilmelidir. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslam’ın köprüsüdür, yardımlaşma onunla sağlanır. Hatta asayişi sağlayan zekâttır. Zengin zekâtını verdiği zaman, fakir de zengine karşı hürmetkâr olur. Yoksa “Ben tok olayımda, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!” derse o zaman fakir de; zengine karşı kin ve adavet besler, zengini düşman görür, hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur. Görüldüğü üzere sosyal adalettin garantisi ve huzurun temini için, zekât ne güzel bir vasıtadır.

Zekât İslam’ın şartıdır; sadaka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine diğeri belanın def’ine vesiledir.

Ramazan-i şerifiniz mübarek olsun!

 25.07.2013

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Kim ölüyor?

Malumumuz Suriye’deki iç savaş 2.5 yılını doldurdu. Halkın maddi imkanları tükendi, manevi halleri nasıl bilmiyoruz. Çocuklar, yaşlılar perli perişan halde. Uluslararası yetkisi olan teşkilatlar duruma kalıcı bir iyileştirme müdahalesinde bulunmuyor. İnsanî yardım kuruluşları Avrupa’dan ve ülkemizden elden geldiğince bir şeyler yetiştirmeye çalışıyor. Lakin tahribat ve ihtiyaç çok fazla olduğu için yapılanlar kâfi gelmiyor. İHH Suriye durum tesbit raporuna göre açlıktan ölümler başlamış..

Biz Türkiye’deyiz; doğalgazlı sıcak evimizde, akşam çayımız elimizde Suriye haberlerini okuyor veya izliyoruz, 2.5 yıldır olduğu gibi.. Vicdanımızın bağırtısına biraz bağış göndermekle mukabele ediyoruz. İçimizde o insanları hissedebildiğimiz kadar.. 2.5 yıldır Suriye’de insanlar evlerini terk edip meçhule doğru göç ediyor; kalanlar savaşıyor veya bekliyor.. Neyi mi? Ne zaman düşeceği belli olmayan bombayı veya camdan girecek serseri kurşunu. Çocuklar ölüyor, insanlar hastalanıyor ama tedavi olamıyor, yaşlılar bekliyor.

Ümitsizliği hiç yaşadınız mı..?

 2.5 yıldır Suriye gün gün ölüyor. Ve biz de.. vicdanımızın sesini bastırıp uyuyabiliyorsak, insaniyetimizle beraber biz de ölüyoruz bu imtihanda. Hakikaten, kim ölüyor bu süreçte? Onlar mı, biz mi?

Rabbimiz vicdanımıza hayat ihsan etsin de bu imtihanda insaniyetimizi kazanabilelim. Suriyeli kardeşlerimiz nasıl ki maddeten ölürken manevi hayatı kazanıyor; biz de maddi, manevi yardım ve dua ile onlara yoldaş olabilelim.

Nabi

Nurnet.org

Afrika’yı bu hale Avrupa getirdi..

Afrika kıtasının bu günkü sefil ve perişan hali Avrupa medeniyetinin eseridir. Yılarca sömürdükleri ülkelerin ne hale geldiği ortadadır. Artık Afrika, muhtaç olmaktan kurtarılmalıdır.

2010 BM İnsani Gelişmişlik Sıralamasında, “Az Gelişmişlik” başlığı altında yer alan 35 ülkenin 27’sinin Afrika ülkesi olması, kıtanın ne kadar vahim bir durumda olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Milletimiz, muhtaçlara kendi imkânları doğrultusunda yardım etmeyi şiar edinmiş necip bir millettir. Afrika’ya yardımlar sürecektir. Ama yardımdan daha önemlisi, onları muhtaç olmaktan çıkaracak işler yapmaktır.

Açılıma devam edilmeli.
Afrika’nın ileride insanlık dramlarıyla değil, başarı hikâyeleriyle gündeme gelebilmesi için bu büyük kıtayı kriz dönemlerinin dışında da tanımalıyız. Afrika Açılımı’nın arkasını getirmeliyiz.

Açlığın ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranan Afrikalılar yardım bekliyor. Ramazan ayının başlamasıyla birlikte, Afrika’ya yardım kampanyaları da hız kazandı. Kıtada dönemsel olarak ortaya çıkan bu felaket tablosu karşısında kalıcı tedbirler alınmadığı takdirde önümüzdeki yıllarda da benzer durumlarla karşılaşacağız.

Afrika’nın dünyanın en fakir, en geri kalmış ve en çok yardıma muhtaç bölgesi haline gelmesinin arkasında, bilhassa 19. yüzyılda kıtayı parsel parsel ele geçiren emperyalist ülkelerin politikaları yatmaktadır. Türkiye, Afrika’nın geri kalmışlığından zerre kadar sorumlu değildir. Ama Türk milleti vicdan sahibidir. Dünyadaki en sistematik yardım kampanyalarından biri Türkiye’de başlatılmış ve ilk yardım kafileleri, felaketi en derinden hisseden ülke olan Somali’ye ulaşmıştır.

Afrika’nın ileride insanlık dramlarıyla değil, başarı hikâyeleriyle gündeme gelebilmesi için bu büyük kıtayı kriz dönemlerinin dışında da tanımalıyız. Afrika Açılımı’nın arkasını getirmeliyiz.

Afrika’yı Avrupa yağmaladı.
Afrika, dünyadaki karaların yaklaşık yüzde 20’sini kaplayan ve Asya’dan sonra ikinci büyük kıtadır. Dünya nüfusunun yüzde 15’i Afrika’ya dağılmış 55 bağımsız devlette yaşamaktadır.

Sadece yüzyıl önce bu 55 devletin 53’ü bağımsız değildi. Liberya ve Habeşistan dışındaki tüm Afrika toprakları Avrupalı emperyalistlerin kontrolü altındaydı. 1884’teki Berlin Konferansı’nda “Afrika Sorunu”nu (!) masaya yatıran Avrupalılar, çözümü kıtayı tamamen işgal ve nüfuz bölgelerine bölmekte bulmuşlardı. Böylece 19. Yüzyılın son yıllarında, Afrika kıtası neredeyse tamamen Avrupalı güçlerin idaresine girdi. Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya ve Portekiz yer altı zenginliklerinden, beşeri sermayesine kadar Afrika’nın her şeyini yağmaladılar. Onları daha kolay idare edebilmek için, suni biçimde böldüler. Misyonerler yoluyla, Afrika halklarının dinlerini değiştirdiler. Akıllı çocukları Avrupa’daki okullarda okutup, kendi ülkelerinde Batı’nın çıkarlarına hizmet eden işbirlikçi burjuvaziyi meydana getirdiler.

Kenya milli kurtuluş mücadelesi kahramanı Jomo Kenyatta, Avrupalıların Afrika’yı nasıl ele geçirdiğini çarpıcı bir biçimde anlatıyor: “Avrupalılar geldiklerinde, bizim topraklarımız; onların elinde İncil vardı. İncil’i bize verdiler. Gözlerimizi kapatmamızı istediler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onlarda ise topraklarımız vardı…

Afrika’yı sömürgeleştirirken, Avrupalılar kendi yaptıklarını çok kolay biçimde meşrulaştırmanın yolunu da bulmuşlardı: “Yabanileri, medenileştirmek Beyaz Adam’ın göreviydi.” İngiliz Şair Rudyard Kipling, orijinalini Emperyalizm tarihinin sembol isimlerinden Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 25. Yıldönümü için kaleme aldığı Beyaz Adamın Yükü başlıklı şiirinde, “yarısı insan, yarısı şeytan olan vahşilerin Hristiyan Beyazlar tarafından kurtarılmalarından övgüyle bahsediyordu.” Kipling yıllar boyunca Avrupa merkezli ırkçılığın ve emperyalizm düşüncesinin edebi referanslarından biri olarak kaldı.

Afrika için seferberlik başlatılmalı.
20. yüzyılın ikinci yarısı Afrika’nın sömürgeden kurtuluşuna sahne oldu. Jomo Kenyatta (Kenya), Kwame Nkrumah (Gana), Leopold Senghor (Senegal), Patrice Lumumba (Kongo) gibi isimlerin öncülüğünde yürütülen kurtuluş mücadeleleri sonucunda yeni devletler kuruldu.

1905’te sadece iki bağımsız devletin bulunduğu Afrika’da 1960’ta 9, 1970’te 42, 1980’de 52 devlet vardı. Sömürgeden kurtuluş ve siyasi bağımsızlığın elde edilmesi Afrika halklarının yüzlerinin gülmesine yetmedi. Muazzam yer altı kaynaklarına rağmen, sömürgeci dönemden miras kalan uygulamalar ve bir türlü dinmeyen etnik ve dinsel çatışmalar sebebiyle ortaya çıkan istikrarsızlık, birçok Afrika ülkesinin dünyanın en az gelişmişleri listesinde hep üst sıralarda yer almasına yol açtı.

AIDS başta olmak üzere salgın hastalıklar, kıtlık ve açlık, cehalet, insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, iç çatışmalar ve kronik yoksulluk vb. kriterler dikkate alındığında 2010 BM İnsani Gelişmişlik Sıralamasında, “Az Gelişmişlik” başlığı altında yer alan 35 ülkenin 27’sinin Afrika ülkesi olması, kıtanın ne kadar vahim bir durumda olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Hal böyle olunca da, bugün milyonlarca insanın yaşadığı açlık felaketini önlemek için gönderdiğimiz yardımlar Afrikalıların çaresizliğini bir nebze olsun giderse de, kalıcı ve rasyonel tedbirlerin alınmaması durumunda kıtanın ileride daha büyük felaketlere ev sahibi olması kaçınılmazdır.

Yardımlar siyasileştirilerek engellenmemeli.
Dolayısıyla, Türkiye gibi, bölgede herhangi bir sömürgeci geçmişi bulunmayan, dolayısıyla halkların ön yargısından uzak ülkelerin uluslararası platformlardaki öncülüğünde, konjonktürel yardım kampanyalarının ötesine geçilmeli, çok yönlü bir Afrika seferberliğine girişilmelidir. Türkiye’nin diplomasi, ticaret, ulaştırma ve eğitim alanlarında başlattığı Afrika Açılımı’nın tüm Afrika ülkelerini ihtiva edecek şekilde genişletilmesi, Afrikalıları mutlu edecektir.

Son olarak, insani bir meselenin sorumsuzca siyasileştirilmemesi gerekir. “Türkiye’nin bu kadar sorunu varken, Afrika’ya neden yardım ediyoruz?” diye sormak; sormakla da kalmayıp yürüyen yardım kampanyalarını engellemeye çalışmak, “aydın garabeti“ veya “siyasi şaklabanlıkla” değil, sadece “vicdansızlıkla” izah edilebilir.

Milletimiz, Türkiye’de ve dünyada yardıma muhtaç olan herkese, kendi imkânları doğrultusunda yardım etmeyi şiar edinmiş necip bir millettir. Böyle olunca da, Afrika’ya yardımlar sürecektir.

Ama yardımdan daha önemlisi, Afrikalıları yardıma muhtaç olmaktan çıkaracak işler yapmaktır

Çağrı ERHAN / www.nurdergi.com