Etiket arşivi: Adem Güneş

Kırmızı Kurdele

Cıvıl cıvıl bir çocuktum ilkokulda…

Koridorlarda fırtına gibi koşar, köşe başlarından nasıl da hızlıca dönerdim… Önüme biri çıkarsa lastikleri kayan araba gibi ses çıkarır, frene basardım…

Öğretmenlerim beni severdi hep…

Sınıfta sıranın en önünde oturmak için arkadaşlarla itişirdik, ben kazanırdım bazen itişmeyi…

Öğretmenim “Açın bakalım ödevlerinizi” dediğinde, “Yaşasın!” derdim içimden… Ödevimi göstermek için içim kıpır kıpır olur, yerimde duramazdım…

Öğretmenim ödevimin üzerine kırmızı kalemle “kurdele” yapardı, çok hoşuma giderdi… Herkese söylerdi belki ama sanki en güzelini bana söylüyormuş gibi hissederdim “aferin” dediğinde…

Bir gün ateşim çıkmış, okula gidememiştim…

Ben odamda ter içinde yatarken, öğretmenimin sesini duymuştum salonda, inanamamıştım… Pijamalarımla sallapati yataktan kalkıp içeri baktığımda öğretmenimi görmüştüm. Birden üzerine koşmuştum “öğretmenim” diye… Göğsüne yaslamıştı başımı, kalbinin sesini duymuştum, hiç unutmam…

Bir gün öğretmenim okula gelmedi…

Nedenini hâlâ bilmiyorum…

Yerine bir başka öğretmen geldi…

Ben yine ön sırada oturmuştum. Yeni öğretmeni tanımak için arkasından bakıyordum… Öğretmen, elini arkaya koymuş, sıraların arasında dolaşıyordu… Beni kendine dikkatli baktığımı görünce önümde durdu… kaş göz işareti yapar gibi oldu… Sanki biraz da kızgın gibiydi… Korktum ama belli etmedim hiç, tebessüm eder gibi yaptım… Kızdı bana birden; “Ne bakıyorsun bön bön! Sakat mısın oğlum!” deyince içimde bir şey oldu…

“Belki de öğretmen değildir.” diye teselli ettim kendimi…Öğretmenler çocuklara kızmaz, çocukların defterine kırmızı kurdeleler çizerdi…

Teneffüs için zil çaldığında, öğretmenin yüzüne bile bakmadan, hızlıca dışarı fırladım… Bir çırpıda öğretmenler odasına gittim, öğretmenim orada mı diye baktım, yoktu… Belki bahçeye çıkmıştır diye bahçeye koştum… Yeni öğretmen gördü beni koşarken. “Koşma oğlum koşma!” diye bağırdı, ben yine de koştum, bahçeye çıktım. Öğretmenim orada da yoktu…

İlk defa okuldan korktum… Okulda kendimi yalnız hissettim…

Çaresiz sınıfıma geri döndüm…

İlk defa ön tarafa oturmak da istemedim…

Öğretmen üstüme üstüme geldi; “Sen miydin koridorda koşan o çocuk?” diye sorduğunda, eve gitmek istedim, ağladım…

Bırakmadı beni öğretmen; “Kalk tahtaya!” diye bağırdı, kolumdan tuttu çekti..

Avucumu açtırdı.

İlk defa dayak yiyecektim… Şaşkındım…

Sıra arkadaşım Ahmet’e baktım… O başkan yardımcısıydı, ben başkan…

Biraz utandım…

Öğretmen cetveli kaldırdı…

Ben gözlerimi kıstım, dudaklarımı sıktım… Belki vurmaz zannettim… Biraz bekledi… “Kurallara uymazsanız böyle olacak bundan sonra.” dedi. Kuvvetlice vurdu parmaklarıma… Çok acıdı ama ağlamadım… Ayağımı kaldırdım, elime üfledim acısı geçsin diye…

“Bir daha koşacak mısın koridorda!” dedi, bir kez daha vurdu, kaldırdı bir kez daha vurdu… “Koşmayacağım” diyemedim nedense, gururuma dokunuşmutu belki de… Gözlerimi sildim… Kolumdan tuttu, sırama itti. “Git otur yerine!” dedi…

Arkadaşlarıma baktım, onlar da bana bakıyordu…

O günden sonra koridorda hiç koşmadım…

Ön sıraya hiç oturmadım…

Ödevlerimi hiç yapmadım…

O öğretmeni hiç sevmedim…

Ben defterime kırmızı kurdele çizip, ‘aferim’ diyen öğretmenimi sevdim…

Başarının 3 Temel Motivasyonu

Başarının temelinde “heves” vardır. Heves, iç motivasyondur. Kaçtığında “tükenmişlik” başlar.

Günümüz çocuklarının eğitim başarısızlıklarının temelinde “öğrenme hevesinin kaçması” vardır.

Heves, merak duygusunun bir ürünüdür… Merak yoksa heves olmaz.

Bir eğiticinin başarısı, öğrencisinde uyandırdığı merak kadardır.

Merak, mizaçtan mizaca değişir.

Bazı çocuklar, tabiattaki yaşama meraklıdır, bir kırkayaklı böcek gördüklerinde merak duygusu tetiklenir, onu incelemek ister… Bazıları, müziğe meraklıdır, ince tınılar arasında farklılığı hissettikçe heyecan duyar.

Matematik dersi anlatan bir eğitici, tabiata karşı meraklı öğrencisine, kırkayaklı böceğin ayaklarını birlikte sayarken sayı saymayı öğretebilir… Coğrafya hocası, müziğe meraklı öğrencisine, farklı kültüre ait müzik türlerini dünya haritası üzerinde tanıtırken, ülkelerin coğrafi konumlarını öğretebilir.

Her ne kadar merak, öğrenmenin temel motivasyonu olsa da “merakın hevese dönüşmesi” sevecen bir eğiticinin çocuğun “denemelerine izin vermesi” ile mümkündür. Zira çocuk, merak ettiği işi, kendisinin de yapabileceğine inanırsa, “heves” başlar.

Öğrencilerinin heveslerini kaçırmak istemeyen bir eğitici, “öğrenme çıtasını kısa aralıklı tutmalı”, büyük ve uzak hedefler vermemelidir. Çocuğun, her bir öğrenme basamağını “küçük adımlarla” ve “başarma hazzını” tada tada çıkmasına izin vermelidir.

Beklenti çıtası yükseltilmiş, öğrenme halkaları kopmuş, bir önceki öğrenmeleri tamamlamadan bir sonraki öğrenmelere geçmiş çocuklarda “heves” olmaz.

Heves, her ne kadar öğrenmede temel bir işlev görse de, geçici bir motivasyondur. Kalıcı öğrenme, hevesin, “istek”e dönüşmesi ile mümkündür.

İstek, heves edilen işin, “atık duygusal enerjisi” ile oluşan öğrenme gücüdür.

Yazmayı yeni öğrenen bir çocuğun yazma hevesi 2 sayfa ise, eğitici “istersen bir sayfa kadar yazabilirsin” diyerek ona “hevesinden daha az bir görev” verirse, 1 sayfa yazma işini tamamlayan çocuğun kalan enerjisi, onu 1 sayfa daha yazı yazmaya teşvik eder… İşte, çocuğun “kendi isteği” ile yazdığı bu 1 sayfa, onun “kendi başına yapabilmekten kaynaklanan güven duygusunu” oluşturur. Öğrenme motivasyonunun son halkası, yapabileceğine “inanma” ve güvendir.

Bir işi yapabileceğine inanmayan kişi, o işi yapmaya istekli olmaz.

Yaşama sevinci tükenmiş, mutsuz ve kendi ile barışık olmayan, öğrencisine “insan olmaktan kaynaklanan bir eşitlik” ilkesi ile yaklaşmayan, sınıf ortamını baskıcı bir ruh hâli ile hapishaneye çeviren eğiticiler, öğrencilerinde, öğrenmeye karşı ne merak ne de istek uyandırır. Böylesi eğiticilerin, çocuğu “dış motivasyonlarla” manipüle ederek eğitimi sürdürmek zorunda kaldıkları da bir gerçektir.

En masum dış motivasyon, çocukları birbiri ile yarıştırmak veya mükafata alıştırmaktır.

Merak duygusunu yitirmiş çocuklara “ödevini kim erken bitirirse ona çikolata vereceğim” denildiğinde, onların enerji dolu bir hâl ile yeniden canlandıklarını görürsünüz… Böylesi çocuklar, yeni şeyler öğrenmenin verdiği “dingin bir heves” ile değil, çikolata alabilme, öne geçme veya geride kalmama hırsı ile ödevlerine saldırırlar.

Hırs, dış motivasyondur, başarıyı artırsa da kişilik gelişiminin önündeki en büyük etkendir.

Narsist Kişilik Bozukluğu sürecinin temel enerji kaynağı hırstır.

Çocukta hırs arttıkça, başarısızlıklar karşısında psikolojik yıkım da o kadar artar.

Eğiticiler, kendilerine emanet edilen masum çocukları çikolata hırsı ile birbirleri ile yarıştırmak yerine, Allah’ın her insanın özünde yarattığı “merak, heves, istek” duygularını harekete geçirmeli ve kalıcı öğrenmeyi her çocuğun hakkı olarak kabul etmelidir…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuğuna sahip çıkan kazanır

Takke düşünce kel görünürmüş ya…  Karneler alınınca da eğitim sistemimizin keli göründü. Ama maşallah kimse üzerine alınmıyor.

Herkes hesabı çocuklara soruyor.

Şu dersin ortalaması niye düşmüş;  bu ders niye zayıfmış; eğer zayıflarını düzeltmezsen yazın karne hediyesi alınmayacakmış…

Sanki karnedeki notlar sadece çocuklara aitmiş gibi, çocuğun eğitiminden sorumlu herkes kenara çekiliyor, ortada kala kala Paris soytarısı gibi çocuklar kalıyor.

Hâlbuki çocukların ellerindeki karneler onların kendisinden daha çok, o çocuğun anne babasının karnesidir. Ve o çocuğa ders anlatan öğretmenin bizzat kendisinin karnesidir. Ve daha da ötesi, bu çocukların eğitim almaları için kitaplar ve ders notları hazırlayan milli eğitimin karnesidir o karne…

Açın bakın lütfen çocuklarınızın okul kitaplarını, okuyun örnek sorulardan birkaçını ve siz bu yaşta çözebilecek misiniz bir bakın.

Bakın ben açtım… Kendi çocuklarımın matematik kitaplarını açtım ve kitaplar çocuklara ne kadar hitap ediyor diye bir uzman gözü ile kontrol edeyim dedim.

Sayfaları çevirdikçe, içim burkuldu. “Bu anlatılan konuların hepsi benim çocuğumdan mı isteniyor?” diye, yatakta masumca uyuyan çocuğumun yüzüne bakarken gözlerim doldu.

Nasıl dolmasın rica ederim, şu soruya siz de bakar mısınız?

“Cüneyt’in hesap makinesinde 5 tuşu çalışmamaktadır. 355 – 252 işlemini hesap makinesinde yapabilmesi için Cüneyt’e yardım edebilir misiniz? Hangi tuşlara basarak nasıl işlem yapması gerektiğini Cüneyt’e kısaca açıklayın.”

Soru bu…

Ne anladınız Allah aşkına bu sorudan?

Çekinmeyin söyleyin lütfen.

Ben arka arkaya 3 defa okudum ve soruyu anlayamadım.

Anladıysanız lütfen bana bir e-mail gönderin. Küçük düşürün beni.  “Bu kadar basit bir soruyu da anlayamıyorsan nasıl pedagog olmuşsun?” deyin, hafife alın. Ben anlayamadım; ama eminim siz de anlamadınız ve soruyu anlayabilmek için bilmem kaç kez okudunuz Allah bilir…

Bu soruyu ilköğretim 5’inci sınıfların matematik kitabından aldım; yani daha 10–11 yaşındaki bir çocuğun matematik sorusu… Siz bilmem kaç yaşındasınız ve hâlâ “Bu soru ne demek istiyor?” diye düşünüyorsanız, ya bir de 10 yaşındaki bir çocuk ne anlasın bu sorudan rica ederim siz söyleyin…

Sadece böylesi anlamsız sorular değil; sayfaları karıştırdıkça ülkemiz çocuklarının “sizi eğitiyoruz diye” nasıl ezildikleri gözlerimin önüne geldi.

Bir örnek daha vereyim… Bu örnek de ilköğretim 4 üncü sınıf yardımcı kitaplarından alınmış bir soru:

“Sıvı etil alkol ile bütan gazın ortak özellikleri nedir?

a.    Belirli bir şekillerinin olması.

b.    Belirli bir hacimlerinin olması.

c.    Bulundukları kabı tamamen doldurması.

d.    Akışkan olmaları.”

Evet soru bu.

İnanabiliyor musunuz, ilköğretimin 4’üncü sınıf öğrencisine, “sıvı etil alkol” ve “bütan gaz” arasındaki farkı öğretiyorlar bu ülkenin eğitim kitaplarında ve bu çocukların yaşları henüz 9.

Yani Allah’tan korkmak lazım…

Yazık değil mi bu çocuklara rica ederim siz söyleyin. Daha oyun çağındaki bir çocuğa “bütan gazın özelliklerini” öğretmeye çalışmak hangi eğitim anlayışı ile bağdaşır, anlamakta zorluk çekiyorum. Ben kırk küsur yaşındayım ve hayatımda ne “sıvı etil alkol” ile işim oldu ne de “bütan gazının” özelliklerini bilmem gereken bir olayla karşılaştım.

Çocuk ne anlasın bu anlamsızlıklardan, söyler misiniz lütfen?

Sonra da çocuğun eline bir karne tutuşturun. Zavallı çocuk da bütün masumiyeti ile koşa koşa karnesini size getirsin ve başlayın bakalım bütün eğitim sisteminin hesabını çocuğunuzdan sormaya: “Bu zayıflar ne böyle? Seni cezalandırıyorum. Bir daha zayıf getirirsen, tatil hediyesi almayacağım sana.”

Bozun bakalım çocuklarınızın kişiliğini… Yükleyin bakalım bütün eğitim sisteminin sorumluluğunu minicik omuzlara…

Hayır! Eğer azıcık vicdanınız var ise, koca bir sistemin sorumluluğunu çocuklarınızın omuzlarına yükleyin. Karne davası yüzünden onu mahcup etmeyin.  Sahip çıkın çocuğunuza ve tebessümle sarılıp, “Boşver karneyi marneyi oğlum. Sen benim aslan oğlumsun. Karnen ister zayıf olsun, ister takdir getir, benim için fark etmez. Ben seni koşulsuz seviyorum.  Ben seni, sen olduğun için seviyorum.” diyerek ona teselli verin ve usulca da kulağına fısıldayın, “Sana bir sır vereyim mi, ben de senin zamanında iken zayıf aldığım derslerim vardı. Kafana takma. Hadi gel seninle biraz dışarıda dolaşalım.”

Çocuklarınıza sahip çıkın…

Zira günümüzde çocuğuna sahip çıkan kazanır…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

 

Çağın hastalığı: Narsisizm

Kişilik bozuklukları içinde en sinsi olanı ‘narsist kişilik bozukluğu’dur.

Zira kişi, narsist olduğunu bilmez. O kendini beğenerek değil, insanları yetersiz bularak kendini yüceltir.

Nedir narsist kişilik bozukluğu? Kişinin kendini ‘bir şey’ zannetmesi hâlidir. Kendini beğenme, başkalarını yetersiz bulma hastalığına yakalanmasıdır.

Araştırmalara göre, toplumların yüzde 1’inin narsist kişilik bozukluğu taşıdığını biliyoruz.

Yüzde 1 az gelmesin sakın, zira böylesi kişiler duyarsızlıklarından elde ettikleri güç ile toplumda kolay yer edinir. Etraflarında zayıf kişilere tesir eder ve onları istediği gibi kullanırlar ve genelde başarılıdırlar. Ancak bu, başkalarını ezmek ve duyarsızca yaşamaktan kaynaklandığı için, gerçek bir başarı değildir.

Gerçek başarı, kişinin, başkalarını ezerek değil, işbirliği ile elde ettiği başarıdır.

Bu sebeple daha okul öncesi dönemden itibaren çocukta ‘bireysellik’ değil, ‘kolektif’ hayat becerisi yetenek hâline getirilmelidir. Çocuğa yalnız kendi değil, arkadaşı başarılı olduğunda onun adına da mutlu olmayı ve onu tebrik etmeyi  bilecek şekilde telkinler verilmelidir.

Ebeveynler tek başına başarabilen çocukları ile gurur duysa da, böylesi bir ruh edinen çocuk bir süre sonra anne babasını bile beğenmez. Zira narsist kişide ‘acıma’, ‘sadakat’ yoktur, ‘vefalı’ değildirler, kimseye ‘bağlanamaz’, ‘âşık’ olamaz. Zira o kendisine âşıktır.

Narsist kişiler kırılgandır, eleştirilmeye tahammülü yoktur, kendisini eleştirene öfke duyar.

Kişi nasıl oluyor da böyle oluyor, insan böylesi bir ruha nasıl dönüşüyor? Araştırmalar gösteriyor ki, bu hastalığın temeli çocukluk yıllarında atılıyor; fakat yetişkinlik döneminde tetikleyici faktörler oluştukça bu hâl ortaya çıkıyor.

1- Çocukluk yıllarında, annesi ile ‘bağlanmasında’ problem yaşamış çocukların yetişkinlikte narsist kişilik bozukluğuna daha ‘yatkın’ olduğu biliniyor. Reddedici, otoriter ve baskıcı annelerin çocukları önce içlerindeki anne yoksunluğunu ‘bastırmayı’, kendi iç dünyalarına ‘derinleşmemeyi’, fazla ‘duygusal olmamayı’, kimseye ‘bağlanmamayı’, ‘güvenmemeyi’ öğreniyorlar. Annesine güvenle bağlanamayan kişi, hayata güvenle bakamıyor.

2- Çocukluk yıllarında ‘aşağılanmış’ kişiler narsisizme yatkın oluyor. Kişi aşağılandıkça kendini güçlendirmeyi, kendini güçlendirdikçe başkalarını hissetmemeyi, onları ezmeyi bir tarz hâline getiriyor. Ebeveynler çocuklarını şu ya da bu sebeple aşağılarken aslında duyarsızlaştırdıklarını görmelidir. Duyarsızlık ruhsal ölümdür. En basitinden söylenecek olursa, kardeşi ile kıyaslanan çocuk, aşağılanan çocuktur. Ödevini yapmadığı için sınıfta alay konusu edilen çocuk adım adım duyarsızlaşan bir çocuktur.

3- Yine çocukluk yıllarında, ebeveynleri tarafından devamlı ‘övülmüş’ çocuklar da potansiyel bir narsisttir. Örneğin bir ebeveyn ‘Benim kara gözlü kızım, senin eşin benzerin yok’  diyerek kızını sevmişse veya ‘Benim oğlum gibisi yok bu dünyada’ denilerek çocuğa bu övüngen ruh edindirilmişse, böylesi çocuklar potansiyel narsisttir.

Narsist bir kişiye anne babalık yapmak kadar zor ebeveynlik yoktur. Zira narsist kişinin duygularına erişmek, ona hitap edebilmek zordur. Böylesi bir kişi hem çevresine hem de içinde bulunduğu topluma zarar vericidir.

Nedir tedavisi bu durumun peki?

Belki her kişilik bozukluğunun tedavisi kolaydır; ama narsist kişilik bozukluğu, tedavisi en zor olanlarından  biridir.

Zira narsist kişi, kendisinde bir rahatsızlık olduğunu düşünmez. O kendisinin anlaşılmadığını zanneder. Bundan dolayı psikolojik tedavi sürecine dâhil olması zordur. Böylesi bir sürece girse bile kendisini yeniden yapılandıracak olan psikologdan kendini üstün görür. Ona güvenemez, kendini tedaviye teslim edemez.

Ama her ne kadar zor da olsa yine bir psikolojik tedavi süreci vardır narsist kişilik bozukluğunun.

Ebeveynler böyle bir çocuk sahibi olmak istemiyorsa, onlara ‘övüngen’ değil, ‘mütevazı’ bir ruh edindirmelidir. Övgü ile ayaklarını yerden kesmek yerine onlara ayakları yere basan sevgiler sunmalıdır. Kendini bir şey sanmak yerine, insanlarla uyum içinde olmayı üstün meziyet olarak tanıtmalıdır.

Yoksa evde bir narsist yetişirse, o sadece o aileyi değil, içinde bulunduğu toplumu da yok eder ve kimsecikler farkına bile varamaz.

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

“İyi de hocam nasıl seveceğim?”

Birçok ebeveyn, çocuk terbiyesinin davranış öğretmek olduğunu sanıyor. Bu nedenle birçok evden “düzgün dur, düzgün otur, dişlerini fırçala, erken yat, erkek kalk” bağırtıları duyuluyor…

Hâlbuki çocuk terbiyesi demek çocuğa “davranış öğretmek” değil, onlara “irade” kazandırmaktır. Ve kazandığı bu iradeyle de “doğru ve yanlış” seçimler yapabilmesi için ona kültürünü, değerlerini, din ve ahlak kurallarını öğretmek için rehberlik yapmak demektir.

Bakın isterseniz, bugün anne babaların çocuklarından şikâyet ettikleri birçok olumsuz özelliklerin, onların “irade yoksunluğu”ndan kaynaklandığını göreceksiniz.

-“Bu çocuk neden akşamları oturup bir saat boyunca ders yapamıyor?”

Çünkü kendisini bir saat boyunca bir masada tutabilecek güçte iradesi yok.

-“Peki bu çocuk neden sabahları vaktinde kalkamıyor?”

Çünkü kendisini yataktan kaldırabilecek iradesi yok.

-“Ya bu çocuk neden bir türlü namaz kılamıyor?”

Çünkü kendisine gücü yetmiyor, iradesi yok da ondan.

Aslında anne babalar, çocuklarına baskı ve zorlamayla davranış öğretmeye çalışırken onların iradelerini kırdıkları gibi, kendileri ile arasındaki büyülü bir bağ olan “aidiyet” duygusuna da zarar veriyor.

Çocuk, kendisini zorla yataktan kaldıran, söylene söylene servise bindiren, odasını toplamadığı için aşağılayan, ödevler yüzünden her gün vaaz veren ebeveynine karşı bir süre sonra sağır oluyor, ne söylerse söylesin ebeveyn çocuğa tesir edemediğini görüyor.

Hâlbuki çocuk ancak kendisini güven ve emniyet içinde hissettiğinde ebeveyn yanında duygu dünyasını geliştirir ve aidiyet hisseder.

Çocuk, kendisini sözle inciten, tehditle aşağılayan ebeveyni ile aidiyet duygusu kuramaz. Böylesi çocuklar ya dışarıda kendilerine bir güvenli liman arar ya da kendi duygu dünyalarını sevgiye ihtiyaç duymayacak kadar “bastırırlar.”

Bu bir çocukluk dramıdır. Çocukluk döneminde duygularını bastırmayı öğrenmiş bir çocuk, yetişkinlik döneminde eşine ve çocuklarına karşı kendini bırakmışlık içinde sevgi veremez.

Bir gün aile içi sorunlarına çözüm arayan genç bir çift ile görüştüm. Kadın, eşinin kendisine karşı ilgisiz olduğundan şikâyetçi: “Eşim, akşam işten gelir gelmez televizyon kumandasına yapışıyor ve uykusu gelene kadar televizyondan gözünü ayırmıyor.”

Sonra beyefendi ile konuştum. “Bakın eşiniz nasıl da sizin ilgi ve sevginize muhtaç.” dedim… Aldığım cevap çok ilginçti: “İyi de hocam, ben eşimi nasıl seveceğimi bilmiyorum ki seveyim…”

Bugün, aile içi sorunların temelinde, “sevebilme yeteneği” elde edememiş ve birbirine karşı neredeyse sevgi dilencisine dönmüş eşlerin itirafları yatıyor.

Bu genç beyefendiye çocukluk döneminin nasıl geçtiğini sordum. Aldığım cevap duymaya çok alışkın olduğum cevaptı: “Annem hep iş güç telaşında bir kadındı. Kendisini ya mutfakta veya evin içinde bir yerlere koşturmaca içinde görürdüm. Babam ise her zaman yorgun ve uyuyan bir adamdı. Onlar beni çok sevdiklerini söylerler ama ben o sevgiyi içimde hiç duyamadım.  En zor durumlarımda anne babam beni hiç anlamadı. Çocuk diye geçiştirdiler. Geceleri tek başıma yatmaktan korkar, anneme seslenirdim. Annemin cevabı hep aynı olurdu: ‘Gelmeyeyim yanına! Fena yaparım, yat çabuk!”

Evet, yanına gelinmeyen çocukların fena yetiştiği bir ülkede yaşıyoruz.

Eğer çocuklarınızın vefasız, hayırsız olmasını, anormal davranışlarda bulunmasını istemiyorsanız, onları sevin. Hem de çok sevin.  Koşulsuz sevin…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi