Etiket arşivi: ahiret

Ahirete İman

Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar. (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Kaynak: Ahireteiman.com

Dünya Ahiretin Mezraasıdır.

Günümüz insanı aslında çok şanslı fakat bu şansını çoğu zaman boş işlerde kullanır. Ahretini çok basit amelleri yaparak belki kazanabilir. Fakat onu yapamıyor. Bazen saatlerce televizyonun karşısında bazen saatlerce kumar masasında, bazen saatlerce topun arkasında bazen de bilgisayarın karşısında geçirir.

Günler geçer, haftalar ,aylar, yıllar geçer ahireti düşünmez. Bir gün bakar ki ahir ömrü gelmiş. Artık ne ayak, ne el ne de vücudun diğer azaları artık tutmaz olur.

Daha gencim yaşlanınca ibadet ederim. Yaşlanınca hacca giderim diyerek-sanki yarına kadar kalacağına dair senedi var-diye kendini avutur. Bir bakmışsınız ki ölüm meleği onu yakalar.

Artık çok geçtir. Dünyadaki hiçbir mal, dost, arkadaş, çoluk, çocuk kar etmez. Hayırlar ve şerler sayılmaya başlanır. Böyle bir adamın durumunu yıllar önce okuduğum bir hikâye çok güzel anlatır.

Adamın biri, genç yaşta ölüvermiş. Yakınları, onu en kısa yoldan mezara koyduktan sonra, arkalarına bile bakmadan uzaklaşmışlar. Biraz sonra iki melek görünmüş ve hoş mu yoksa boş mu geldiğini anlamak için adamı sorgulamaya başlamışlar.

Meleklerden biri:

—Bundan sonraki durumun, vereceğin cevaplara bağlı, demiş. Hazırsan başlıyoruz. Adam, televizyondaki yarışma programlarına hiç katılmamış olmasına rağmen onları ekran başında takip ediyor ve soruları gayet güzel cevaplıyormuş. Bu yüzden de eminmiş kendisinden. Önce ”Rabbin kim?”, ”Dinin ne?” ve ”Kitabın hangisi?” gibi klasik sorular sorulmuş. Aşırı heyecandan olacak ki, adam kem küm bir şeyler gevelemiş.

Diğer melek:

—Pek olmadı ama her neyse, demiş. Hüküm elbette ki Rabbimizindir. Melekler, kısa bir ara verdikten sonra:

—İkinci grup sorulara geçiyoruz, demişler. Buna kültür soruları diyebilirsin. Adam, meleklerin dünya ile alâkalı sorularını bu sefer tıkır tıkır cevaplamış. Hem de çok fazlasıyla ve bin türlü ilaveyle.

Melekler, soru faslı bittiğinde:

—Senden önce sorguladığımız bir genç, ikinci grup soruların hiç birini bilemedi, demişler. O şeylerden haberi bile yoktu.

Adam:

—Herhalde bu yüzden cezalandırıldı, diye atılmış. Öyle değil mi?

Melekler, birbirine bakıp gülümseyerek:

—Hayır, demişler. O soruları bilemediği için Cennet’e gitti.

Adam, inanmamış duyduklarına. Ama işin ciddi olduğunu fark edince:

—Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz deniyordu, demiş. Her sorulan soruyu bilmedim mi?

Melekler:

—Elbette ki bildin, demişler. Dünyada kaç çeşit kumar olduğunu ve nasıl oynandığını, içkilerin tat olarak neye benzediğini, hangi mankenin hangi sanatçı ile gezip, kaç gün sonra ayrıldığını, televizyonlarda hangi dizilerin oynadığını, hortumlama yollarını, faiz ve repo oranlarını falan yani. Kabirde makbul olan, bunları bilmemektir. Biz gidiyoruz; sana kolay gelsin.

Evet bazen boş işlerle uğraşmak ve boş şeyleri bilmek bir yarar değil zarardır. Sırat köprüsünden geçecek olan insan için bir ağırlıktır. Onun için kullandığımız zamanın ve bildiğimiz şeylerin hesabını vereceğimize bilmeli ve öyle yaşamalıyız.

Hamit DERMAN

Ahiret iyileştirir

Haksızlığa maruz kalanın tek bir sorusu vardır:

Neden?

Ve bu tek kelime yeni yeni sorulara gebedir: Ben ne yaptım? Suçum neydi? Niye ben? Neden benim başıma geldi?

Bu doğurgan soru ontolojik bir kırılmanın, varoluşsal bir krizin tezahürüdür. Kişi bu soruyla yaşadığı haksızlıktan, maruz kaldığı zulümden bir “hayır ve iyilik” çıkmasını ummaktadır. Ahiret nazarı dikkate alınmadan bu soruların tatminkâr bir cevabı yoktur. Ontolojik kriz ancak baki ve ebedi bir hayat hattında çözüme kavuşabilir. Çünkü yaşadıklarımız sıra dışı düzeyde acı veren olaylar, haksızlıklar, zulümler bile olsa; hayır, çoğu zaman bu dünyadan ziyade ebedi âlemde insana verilir. İnsanın ebedi yurdu orasıdır. İnsan mükellef bir yemeği otobüs durağında yemez, yemek de istemez. Sağ salim ulaşacağı evinde yemek ister.

Dünya bir imtihan yeriyse, imtihan gereği insan haksızlığa, zulme maruz kalabilir. Zulme uğrama illa da kişinin bir suçu olduğu anlamına da gelmez. Zalimin kendi enesi, benliği, egosu, ilah edindiği heva ve hevesi dışında bir gerekçesi yoktur. Zalim, Mutlak Varlık’ın merhameti ve şefkatli olma buyruğunu çiğnemektedir. Kullarının her türlü hukukunu koruma vaadini yapan Mutlak Varlık, masumlardan biraz sabırlı olmalarını istemektedir. Ne de olsa hayat kısadır. Ölüm şuracıktadır.

Travmanın ahiret bağlamında çözümüne yine Said Nursi üzerinden devam edersek; kendisi “Pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde” tutuklanmıştır. “Büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde” hapsetmişlerdir onu. Der ki: “Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim.

Şartlar zordur. Haksız yere tutuklanıp zulme maruz kalmıştır. “Dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde,” çırpınmaktadır. Ama o sıkıntısına ve hiddetine yenilmez. Hz. Musa’nın asası gibi, her olaydan bir rahmet ve hayır çıkarmasını bilir. Çünkü yaşadıklarını ahiret bağlamına oturtur. Ebedi hayatı kazanmasına hizmet edecek her ne yaşıyorsa, iyidir, hayırlıdır, güzeldir, yaşamaya değerdir. Bu bir sıkıntı bile olsa. Bu bir zulme maruz kalma bile olsa.

Ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Ebedi bir hayat için dünyanın geçici gam ve kederlerinin lafı mı olur?

Daha önceki hapis hayatını düşünür. Orada mahpusların Risalelerden istifade ettiklerini, imanlarını kuvvetlendirdiklerini düşündükçe, mahpusluktan şikâyet etmek yerine binlerce şükür eder. Kalbine inkişaf eden hakikat ona der ki: “Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiye’deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek.

İnsanın var oluşunun anlamı dünyadaki fani saatleri ahretin ebedi ve baki saatlerine çevirmek değil midir zaten?

Kalbine inkişaf eden hakikat konuşmasını şöyle sürdürür: “Hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller.” Bilerek, kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, yine Allah’a havale eder. Mutlak Varlık’ın onlara vereceği ölümle; “ölümün i’dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler,” diyerek, yapılan haksızlıklarının karşılığını bulacaklarını düşünerek adalet ve hakkın yerini bulma arzusu tatmin olur. Bu bakış açısı onu zalimlere intikam duygusuyla yanıp tutuşmaktan alıkoyar. İntikam güçsüzlerin işidir. “İntikam soğuk yenir” diyenler, soğuk yemeğin bünyeye zarar verdiğini unutur. Kişiliği kuvvetli olanlar haksızlığa haksızlıkla karşılık verme acziyle, mazlumken zalim konumuna düşmezler.

Mutlak Varlık, varlıklara yapılan zulümleri bilir ve görür. O mağdurun, masumun vekilidir, dostudur, yardımcısıdır. Nursi, bunun derinden farkındadır. Yaşadıklarını ahiret bağlamında değerlendirmeyi şöyle sürdürür: “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!’ diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle ‘Elhamdülillah’ dedim.

Son cümle çarpıcıdır. Bu insan, zulme maruz kalmaya bütün kuvvetiyle Elhamdülillah demektedir. Çünkü yaşadığı travmayı ahiret bağlamında ele almış, dünyanın fani saatlerinin zulüm yoluyla ebedileştiği hakikatine mazhar olmuştur.

Başka bir metinde benzer bir yaklaşımla acılarına şifa bulur Nursi. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, çoluk çocuğa, masumlara yapılan zulümlere, haksızlıklara şahit olmuştur. Bundan büyük bir elem ve azap çeker. Sonra yine kalbinde bir hakikat hissi uyanır. Öldürülen masum insanların şehit olup veli olduklarını; dünyadaki fani hayatlarının ebedi bir hayata dönüştüğünü; zayi olmuş mal ve mülklerinin baki ahiret mallarına dönüştüğünü düşünerek büyük bir teselli bulur. Hatta öyle ki, eğer haksızlığa uğrayan mazlum bir inkâr ehli bile olsa, “âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden” mükâfata mazhar olacaklarını belirtir.

Said Nursi, ister mümin, ister inkâr ehli, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe maruz kalanların; gaybın penceresi açılsa; mazhar olacakları rahmeti görebilseler, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerine kati bir surette kanaat getirir. “Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum” diyerek, sadece zulme maruz kalmanın değil, zulme şahitlik etmenin derin travmatik tesirinden ahirete imanla şifa bulur.

Ahireti nazara almadan dünya zalim bir yere dönüşür. Kötülüğün anlamsız dili hayata egemen olur. Yaşadığımız haksızlıklar karşısında hissettiğimiz kırılganlık, üzüntü, keder, kızgınlık, öfke, kin ve nefret ahiret bağlamına oturtulmadan ele alındığında tam tamına çözümlenemez. Zulmün büyüklüğü, kimi zaman dünyevi adaletin terazisinin hiçbir kefesine sığmaz. Ve mağdurun içinde açılmış o yaraya hiçbir dünyevi hüküm merhem olamaz. Eller kollar bağlanır ve hep bir şey, eksik kalır.

Her türden kötülüğe maruz kalmış kalpleri, ancak ahiret iyileştirir.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

İmanın Şartları (Şiir)

İmanın şartlarından ilki ALLAH’A İMAN
Allah vardır ve birdir O’dur Rahim ve Rahman

Her eşyayı yaratan O’dur Rabbül Alemin
O’na inanmak ile ancak olunur mü’min

İmanın diğer rüknü MELEKLERE İMAN’dır
Meleklerse masum ve latif varlıklardandır

Allah’a muti olup emrinden hiç çıkmazlar
Verilen emri asla yarıda bırakmazlar

Diğer bir şartı ise İNDİRİLEN KİTAPLAR
Tevrat, Zebur ve İncil Kuran-ı Kerim bunlar

Bir de Peygamberlere yüz Suhuf gönderilmiş
Bunlarla insanlara doğru yol gösterilmiş

PEYGAMBERLERE İMAN imanın şartındandır
Onlar da birer insan ve emin kullardandır

Uyarmışlar insanı olmuşlar birer rehber
İlahi emirlerden getirmişlerdi haber

İmanın mühim rüknü AHİRETE İNANMAK
Ölümden sonra tekrar dirilerek canlanmak

Dünyada ekilenler orada biçilecek
Cennet – Cehennemlikler orada seçilecek

KADERE İMAN ise insana huzur verir
Tevekkül eden kişi hayat ona hoş gelir

Kadere iman eden kederden emin olur
Her iki dünyada da mesut bahtiyar olur

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Ölüm Gerçeği

Cenabı Allah(c.c.) Kuran- Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer:39/30) Bu ayet müşriklerin, Peygamber Efendimizin ölümünü temenni etmeleri üzerine nazil olmuş ve bununla da hiç kimseye ayrıcalık yapmayacağını vurgulamıştır.

Her insan, daha doğrusu her canlı, eceli geldiği zaman, nerede olursa olsun mutlaka ölecektir. Çünkü Cenab-ı Allah(c.c.)’tan başka her şey ölümlüdür. Eğer sonsuza kadar dünyada yaşamak mukadder olsaydı, Cenab-ı Allah(c.c.) en başta bunu Eşref-i Mahlûkat olan Peygamberimiz Hz. Muhammed(S.A.V.)’e verecekti. Hâlbuki Peygamber Efendimiz(S.A.V.), Âlemlere Rahmet olarak gönderildiği halde, hem de 63 yaşında bu dünyadan göçerek ahiret âlemine intikal etmiştir.

Her insanın takdir edilmiş belli bir süresi vardır. Bu konuda da Cenab-ı Allah(c.c.) Kuran-ı Kerim’de: “Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (A’raf:7/34)

Demek ki her doğan mutlaka ölecektir. Çünkü her doğan kişi, ölüme namzet olarak doğmaktadır. Hz. Azrail (a.s.) her kesin kapısını mutlaka çalacak ve Allah(c.c.)’nün emriyle ruhunu kabzedecektir. Kısacası ölümden kaçmak mümkün değildir.

Hiç kimsenin “Benim daha yapacak çok işim var yahut ben gencim, ne olur daha sonra gel” demeye ne yetkisi ve ne de etkisi vardır. Emir kesindir, hiçbir şekilde geciktirilemez. Yukarıda belirtilen ayette de bu belirtilmiştir.

Onun için her an hazırlıklı olunmalıdır. Çünkü yaşlıya- gence, fakire-zengine, rütbeliye-rütbesize bakılmaz. Ölüm, umulmadık bir zamanda aniden kapımıza gelir. Zira yaşamak ve ölmek insanın elinde değildir. Her şey olduğu gibi, ölüm de Cenab-ı Allah(c.c.)’ın izniyle gerçekleşmektedir.

Hz. Enes bin Malik (r.a.)’ten rivayet edilmiştir: “Bir gün Peygamber (s.a.v.) bir takım çizgiler çizerek şöyle buyurdu: İşte bu çizgi insanın umduğu emeldir, bu çizgi de ecelidir. İnsan uzaktaki emelini beklerken, kendisine en yakın olan ecel ansızın geliverir.” Buyurmuştur. (Buhari, Rikak 4; VII, 171)

Cenab-ı Allah (c.c.) bir ayet-i kerimede: “Allah kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.” Buyurmaktadır. (En’am, 6/61)

Yalnız, kesinlikle bilinmelidir ki ölüm yok olmak değil, belki fena âleminden beka âlemine bir intikaldir, bir terhistir.

Dönüşü olmayan bu yolculuğa çıkan kimsenin bazı perde ötesi hallerini Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle açıklıyor: “Cenaze tabuta konulup erkekler omuzlarına yüklendiklerinde, o cenaze İyi bir kişi ise: Beni acele olarak gideceğim yere ulaştırınız, der. Eğer o cenaze kötü bir kişi ise: Eyvah! Bu cenazeyi nereye götürüyorsunuz, diye feryat eder. Cenazenin bu feryadını insandan başka her şey işitir. Eğer insan bu feryadı duysaydı, dayanamayarak bayılırdı.” (Buhari, Cenaiz 91, II, 103)

İşte görüldüğü gibi insan bu dünyada iken hiç ölmeyecekmiş gibi mal, mülk ve dünyevi makamlar peşinde koşturarak ömrünü tüketiyor. Allah ve Peygamber(S.A.V.)’i unutuyor. Şuna sövüyor, bunu dövüyor, insanların kalbini kırıyor, dedikodu, yalan, dolan v.b. işler yapıyor. Ancak bir gün kefen bezine bürünerek tabut denilen o daracık sandık içine konulup o daracık çukura gireceğini hiç aklına getirmek bile istemiyor.

Bu duruma ibretle bakıldığında, insan neler düşünmez ki: “Şu anda benimle onun arasında ne fark var? O tabutun içinde, ben ise dışındayım. Daha düne kadar beraberdik, bu gün ise o gidiyor, demek ki yarın ben de gideceğim. Aradaki tek fark, şu anda hayatta olmam. Bu da benim için büyük bir şans. O zaman uyanmalıyım, amel defteri kapanmadan tövbe edip Allah(c.c.)’tan mağfiret dilemeliyim.” deyip ibret almalıdır.

Zira Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerimde: “Öyle ise ey basiret sahipleri, ibret alın!” (haşir, 59/2) diye emretmekte, Peygamber Efendimiz(S.A.V.) de: “Akıllı kimse, bu dünyada kendini sorgulayan ve ölüm sonrası için çalışandır.” buyurmaktadır. (Tirmizi, Kıyame, 26, IV, 638)

Bu nedenle, sonsuz yolculuğa çıkacağını kesin bildiği halde, inanan bir kişinin bu yolculuk için hazırlık yapmaması akıl kârı değildir. İnsanı aldatan, sonsuz emellerden ve ölçüsüz dünya sevgisinden kurtulmanın yegâne yolu, ölümü hatırdan çıkarmamaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz(S.A.V.): “Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız.” Buyurmaktadır.(Tirmizi, Zühd, 4, IV, 553)

Başka bir Hadis-i Şerifte de: “Dünya ahretin tarlasıdır.” Buyurmuştur. Yani bu dünyada ne ekersen, ahirette de onu biçersin. Dünya hayatında her ne yaparsan, ahiret hayatında da o karşına gelecek ve onu göreceksin. Kesinlikle, miskali zerre kadar eksik-fazla olmaz.

  • Madem dünya ahiretin tarlasıdır.
  • Madem ömür su gibi akıp gitmektedir.
  • Madem ölüm yok olup gitmek değildir.
  • Madem ölümden kaçmak mümkün değildir.
  • Madem dünya hayatı geçici ve imtihan yeridir.
  • Madem ecel bir gün bizim de kapımızı çalacak.
  • Madem ölüm ahiret yolculuğunun bir başlangıcıdır.
  • Madem her canlı gibi insan da sınırlı bir ömre sahiptir.
  • Madem ölüm fena âleminden beka âlemine bir intikaldir.
  • Madem insan her an yavaş yavaş ölüme yaklaşmaktadır.
  • Madem herkes mutlaka bir gün sonsuz yolculuğa çıkacaktır.
  • Madem ahiret hazırlığı için tanınan süre geçip tükenmektedir.
  • Madem ömür salih amel işlemek için bir imtihan ve bir fırsattır.
  • Madem bir imtihan yaşıyoruz ve varlığımızın hikmetini de bu imtihan oluşturuyor.
  • Madem Allah(c.c.)’tan başka bütün yaratılmışlar fanidir ve hepsinin ömrünün bir sonu vardır.

O halde ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlıklı olmalı, fırsatı ganimet bilmeli, ebedi hayatının sermayesini kazanacağı yer olan dünyada yaşadığı zamanı çok iyi değerlendirmelidir. Unutulmamalıdır ki, şu kısacık dünya hayatını, ebedi olan ahiret hayatının kazanıldığı yer olarak değerlendirebilmesi ancak müslümanca bir hayat yaşantısı ile mümkün olacaktır.

Bu konuda Üstad Bediüzzaman Hz.leri de şöyle buyurmaktadır:

  • Dünya madem fânidir.
  • Hem madem ömür kısadır.
  • Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
  • Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
  • Hem madem dünya sahipsiz değil.
  • Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
  • Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
  • Hem madem “Allâh kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” (Bakara Sûresi, 2:286.) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
  • Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
  • Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

Cenab-ı Allah (c.c.) cümlemizi; daha ecel kapımızı çalmadan ve sonsuz yolculuğa çıkmadan, yaşadığımız zamanı ganimet bilip ahiret hayatı için sermaye biriktiren, ahiretteki imtihanını başarıyla geçen, Allah(c.c.) ve Resulü’nün (S.A.V.) hoşnutluğunu kazanan mümin kullarından eylesin.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org