Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Oruçlu hanım dil ucuyla yemeğin tuzuna bakabilir mi?

Mecbur kalınan durumlarda dil ucuyla yemeğin tadına tuzuna bakılması sırasında boğazdan aşağıya bir tat ve tuz yaşlığı geçmemesi durumunda, oruç bozulmaz. Böyle bir dil ucu kontrolünde dil ucundaki yaşlığın ağız içine dağılmasına fırsat vermeden, anında dışarıya tükürülerek atılması gerekir ki, orucu bozma vesvese ve şüphesi akla gelmesin. Ayrıca iftar sofrasındakilerin yemeğin tadında, tuzunda bir noksanlık hissetmeleri halinde, bunu yemeği hazırlayanın oruçlu olmasının normal ve meşru bir sonucu olarak görmeleri gerekir, İslam edebinde bu bir kusur sayılmaz.

Soru: Oruçlu iken morfinli morfinsiz diş çektirmek doldurtmak, kaplatmak orucu bozar mı?  

Cevap: Diş tedavisi sırasında boğazdan aşağıya, bedenden içeriye bir şey gitmezse, mesela kan yutulmaz, ilaç içe çekilmezse oruç bozulmaz. Bununla beraber, şüpheden kurtulmak için bu gibi acil olmayan tedavileri iftardan sonraya tehir etmekte isabet olduğu unutulmamalıdır.

Soru: Göze, burun ve kulağa damlatılan ilaç orucu bozar mı?

Cevap: Göze ve zarı delik olmayan kulağa damlatılan ilaç orucu bozmaz. Ancak buruna damlatılan ilacın  (yemek borusu ve mideyle bağlantısı bulunduğundan dolayı mideye doğru akacak kadar çok olması halinde) orucu bozabileceği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bu itibarla, buruna akıtılan ilaç bulaştığı burun içinde kalır da karın boşluğuna aşağı akacak kadar çoklukta olmazsa orucu bozmaz. Bu karışık konu için Diyanet ilmihaline de bakılabilir.

Soru: Kadın, özel halinin başlayacağı günü de oruca niyet etmeli midir? Yoksa âdet görme ihtimali olan günde oruca niyet etmese de olur mu?

Cevap: Âdet göreceğini sandığı günü de oruca niyet etmesi uygun olur. Özel hal başlamazsa orucunu tamamlar. Başlarsa hemen bırakır. Bir karışıklık söz konusu olmaz.

Soru: İlaç alarak âdeti Ramazan’dan sonraya tehir ettirmek uygun olur mu?

Cevap:  Uygun olsa da sıhhi açıdan mahzur ihtimali akla gelmektedir. En iyisi, oruç tutulmalı, özür başlayınca bırakılmalı, yenen günleri de sonra kaza ederek borçtan kurtulma yolu tercih edilmeli, ilaç alarak tehire zorlamaya gerek duyulmamalıdır.

Çünkü oruç ‘tut’  emri de dini emirdir.  Âdet başlayınca ‘ye’ emri de.. Bu sebeple tutunca itaat etmiş de tutmayınca isyana yönelmiş olunmaz. Belki her iki halde de emre uyulmuş, ikisinden de sevap kazanılmış olunur. Bundan dolayı bir maneviyat büyüğünün hanımlara şu hitabı düşünülmeye değer görülmüştür. Demiş ki:

-Hanımefendiler, sizler Allah’ın ne bahtiyar kullarısınız!. Orucunuzu tutar sevap alırsınız, tutmaz yine sevap alırsınız. Çünkü her iki halde de emre uymuş olursunuz. Emre uyan sevap alır, günaha maruz kalmaz.

Soru: Astımlı hastaların kullandığı sprey orucu bozar mı?

Cevap: Nefes almakta zorluk çeken astımlının boğazına pompaladığı özel karışımlı ilaç orucu bozmaz!.

Çünkü bu bir hayati ihtiyaçtır. Ayrıca yutulan özel hava zerrecikleri içeriye gittiği doğru olsa bile akciğerden ileriye geçmediği, mideye ulaşmadığı ve susuzluk ihtiyacını karşılamadığı da ileri sürülmektedir. Bu sebeple astımlının nefes almayı kolaylaştıran oksijenli hava pompalaması orucu bozmayacağı yolunda Diyanet’in de fetvası vardır.

Ahmed Şahin / Zaman

Ramazan’da kimler oruç tutmayabilir?

Düşünen her insan bilir ki, kullarını yarattığı sayısız nimetlere karşı sene boyunca serbest bırakan Rabb’imiz, sadece Ramazan-ı Şerif’te bir aylık bir sabır imtihanına tabi tutmaktadır.

İnanmış insan bu bir aylık sabır imtihanına seve seve gönülden evet der:

-Senenin bir ayında neden Rabb’imin emrini yerine getirmeyeyim? Ben bu kadar iradesi zayıf, boğazına düşkün oburun biri miyim? diyerek de Ramazan orucunun mutluluğunu toplumla birlikte yaşamayı esas alır. Tereddüt ve vesveseye asla girmez. Büyük bir azim ve gayretle ay boyunca oruçlarını sevgi ile tutarken ibadetlerini de aynı şekilde büyük bir azimle camilerde halkla birlikte yapmaya gayret eder, çevresindeki konu komşudan ayrı kalmak gibi bir mahrumiyet ve ayrılığa düşmek istemez.

Allah korusun, bir yanlışlık yapıp da nefsine uyarak orucunu tutmamak gibi büyük bir günaha yönelecekse, bunu da hiç olmazsa açıkça değil de gizlice yaparak insanları oruç yediğine şahit tutmak istemez, dinde ‘fasık-ı mütecahir’ adı verilen ‘aleni günahkâr’ durumuna düşmeyi göze almaz. Çünkü bir günah gizli işlenirse Allah ile kendi arasında kalır, gizlemez de açıkça ilan ederek işlenirse bu tüm insanları şahit tutarak aynı günahı onların da işlemesini teşvik etme manasına geldiğinden vebal çok genişlemiş olur.

Şayet oruç tutamayacak durumda mazereti olan kimse ise, sonsuz merhamet sahibi Rabb’imiz, kullarının oruç tutmada zorlanacak olan bu özür sahiplerini de ayırır, onlara oruçlarını ileride mazeretleri geçince tutmaları iznini verir.

-Kimlerdir Ramazan ayında herkes oruçlu iken oruçlarını tehir edip de sonra tutma iznine sahip olan mazeretliler? Bu izin sahiplerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür:

1- En başta küçük yaştaki masum çocuklar: Bunlar erginlik (buluğ) yaşına girmedikçe oruç tutmakla yükümlü olmazlar. Buna rağmen tutarlarsa sevabı, onları alıştıranlara da şamil olur. Kızlarda dokuz, erkeklerde on beş yaş, erginlik yaşı dediğimiz yükümlülük başlangıcı olarak kabul edilirse de esas yükümlülük tespiti, muayyen hal ile ihtilam olmanın başlamasıyla kesinleşir.

2- Çok yaşlanmış ihtiyarlar: Oruç tutacak kuvvete sahip olmayan bu yaşlıların halsizlikleri oruç tutmaları halinde daha da artacak, zor durumda kalacaklarsa tutmazlar. Bunların ekonomik durumu müsait olanları tutamadıkları her oruç başına on lira verirler çevrelerindeki yoksullara.

3- Yaşlı değil fakat hasta olanlar: Oruç tutacak olurlarsa hastalıkları fazlalaşacak, sıhhatleri daha da bozulacaksa, sıhhatine kavuşunca tutmaya niyet ederek beklerler.

4- Hamile hanımlar: Taşıdıkları yavrularına zarar geleceğini biliyorlarsa doğumdan sonra tutmayı niyet ederek oruçlarını tehir ederler.

5- Doğum yapmış, çocuk emzirmekte olan anneler: Çocuğun ya da annenin zarar göreceğini düşünüyorlarsa oruçlarını tehir eder, sonra tutarlar.

6- Her ay belli günlerdeki özürleri başlamış bulunan hanımlar: Bunlar da özürleri başlayınca hemen oruçlarını bırakırlar. Müddet bittikten sonra tutamadıkları oruçlarını tutarak tamamlarlar.

7- Seferde olanlar: Yani oruç günlerinde doksan kilometreden az olmayan yolculuğa çıkmış bulunanlar. Ancak yolcular yeme iznine sahip oldukları halde tutarlarsa sevaplısını tercih etmiş olurlar.

Önemli bir oruca başlama vakti hatırlatması: Oruca başlama vakti sabah ezanı değil, sabah ezanından önce başlayan takvimlerdeki imsak dakikasıdır. Ezan geç de okunabilir erken de.. Bunun için de, herkes bulunduğu yerin imsak ve iftar dakikasını iyi bilmeli, ezan okunmasa dahi imsak dakikası girmişse orucuna başlamalıdır.

Burada bir yanlışlık olur da, imsak dakikası girdiği halde girmedi zannedilerek yemeye devam edilirse, yahut da iftar vakti girmediği halde girdi zannıyla oruç açılırsa hata ile orucu bozulmuş olacağından dolayı bu orucu bayramdan sonra tekrar tutarak kaza etmek gerekir.  Bu sebeple takvimdeki bu imsak dakikası sınırı unutulmamalıdır.

Ahmed Şahin / Zaman

Sizin hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir!

Önce Kur’an kurslarının başladığı şu tatil günlerinde bir hadis-i şerifteki en hayırlı insan olma tarifini birlikte bir okuyalım, sonra da ‘hayırlı hane nasıl olurmuş?’ onun tarifine bakalım.

Efendimiz (sas) Hazretleri, meşhur hadis-i  şerifinde buyuruyor ki: “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir!”

 Evet, tartışılmayan bir en hayırlı insan tarifidir bu. Kur’an’ı önce öğrenen, sonra da öğreten insan en hayırlı insandır! Birazcık düşündüğümüzde görüyoruz ki, hadis-i şerifin haber verdiği en hayırlı insan olmak hiç de zor değildir. Özellikle Kur’an kurslarının açıldığı bu yaz tatili, en hayırlı insan olmak için tam bir fırsattır. Yeter ki bu kararı verin, yavrunuzu Kur’an kursuna gönderin, siz de tam öğrenemediğiniz Kur’an’ı yeterince öğrenmeye başlayın.

 İsterseniz, “en hayırlı insan Kur’an’ı öğrenen ve öğreten” diye haber veren Efendimiz (sas) Hazretleri’nden bir de ‘en hayırlı hane’ tarifini okuyalım. Hayırlı hane nasıl olurmuş bir de onu görelim. Buyuruyor ki:

-Hayırlı hane de, içinde Kur’an okunan hanedir! Melekler, içinde Kur’an okunan haneye hayırlı misafirler olarak üşüşürler, şeytanlar da o haneden şerli işgalciler olarak kaçışırlar!.

Evet, içinde Kur’an okunan haneye semadan melekler sevinçle üşüşürler, şeytanlar da o haneden korku ile kaçışırlar. Çünkü meleklerin üşüştüğü evde hep hayır olur, bereket olur, huzur olur. Şeytanlara ise artık o haneden kaçışmak düşer, barınamazlar içinde Kur’an okunan hayırlı hanede. Ayrıca bu hayırlı hanede Kur’an okuma sırasında bir özel ve güzel farka da dikkatinizi çekelim izin verirseniz. Bilindiği üzere içinde Kur’an okunan hayırlı hanede Kur’an’ı önceden öğrenmiş yanlışsız okuyanlarla, yeni öğrenmeye başlayan yanlışlı okuyan öğrenciler de bulunabilirler. Kolayca yanlışsız okuyanlara harf başına onar sevap verilirken, yanlışsız okumak için emek verip zorlanan acemilere de harf başına iki misli fazla yirmişer sevap verilir. Yanlışsız okumak için çektikleri zahmet, gösterdikleri sebat ve azimden dolayı sevabın ikiye katlanması söz konusu olur.

Bu sebeple, Kur’an okumaya yeni başlayanlar yanlış okuyoruz diye üzülmemeli, aksine yanlışsız okumak için çaba sarf ettiklerinden dolayı harf başına iki misli fazla sevap aldıklarını düşünerek okumaya daha çok şevk ve heyecanla devam etmeliler. Bu fark fark edilmeli, yanlışlı okuyanlar okuma şevklerini kırmamalı, daha çok sevap alıyorum diyerek okuma azimlerini artırıp ısrarla okumaya devam etmeliler.. İyi anlaşılması gereken diğer bir gerçek de, içinde Kur’an okunan böyle hayırlı haneye meleklerin kuşlar gibi semadan inerek, okunan Kur’an’ı huşu içinde dinleme olayıdır. Tıpkı büyük sahabi Üseyd bin Hudayr’ın evine gelerek dinledikleri gibi. Medine’deki evinde gece Kur’an okumaya başlayan Üseyd bin Hudayr, bu sırada avludaki atının bir şeyler görüp de ürkmüş gibi acayip sesler çıkarıp kişnemeye başladığını duyar. Bu ata neler oluyor, diye evdeki okumayı kesip de dışarı çıkıp baktığında, evin her tarafında kanatlarını kısmış sakince dinleyen ışıktan kuşlar gibi nurdan varlıkların hemen göklere, yukarı uçuşup gittiğini görür. Sabah erkenden mescide giderek gördüklerini Efendimiz (sas) Hazretleri’ne anlatır. Efendimiz’in açıklaması şöyle olur:

 -Biliyor musun Üseyd, o göklere yukarı uçuşup giden nurdan parıltıların neler olduğunu? Onlar evinde okuduğun Kur’an’ı dinlemek için semadan gelen meleklerdi. Unutmayın, içinde Kur’an okunan eve melekler dinleyici olarak gelirler. Eğer okumayı sabaha kadar sürdürseydin, melekler de sabaha kadar seni dinlemeyi sürdürürlerdi!.

– Ne dersiniz, hissemiz ne kadardır  hayırlı insan ve hayırlı hane sahibi olma tarifinden bu Kur’an okuma devresinde?

Ahmed Şahin

Kaba kuvvete, akıl kuvvetiyle karşılık verme anlayışı

karli-cicekler-1-1298664620-800x600Maruz kaldığımız kaba kuvvetli olaylara aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine akılla karşı koymayı tercih etmek yine aklın gereği oluyor galiba. En güçlü kaba kuvvete karşı dahi en isabetli karşı koyuş, akılla karşı koyuş olduğu Hazret-i İmam’ın davranışlarından da anlaşılıyor.

Bu konuda bir karşı koyuş örneği arz etmek istiyorum Hazret-i İmam’dan sizlere. Ola ki siz de bir kaba kuvvet tehdidiyle karşılaşacak olursanız aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine, akıl kuvvetiyle karşılık vermeyi tercih eder, kaba kuvvet sataşmasından akıl kuvvetiyle kolayca kurtulabilirsiniz böylece.

Hz. İmam bir gün Kûfe’de kurduğu fıkıh dersi halkasına erişmek için aceleyle mescide doğru hızla giderken bakıyor ki karşıdan burnundan dumanlar fışkırtan azgın bir boğa hışımla geliyor kendisine doğru. Hemen yolunu değiştiren İmam-ı Azam Hazretleri, yan kaldırıma geçiyor. Oradan yoluna devam etmek istiyor. Arkasından gelen adam ise İmam’ın bu yol değiştirmesini korkaklıkla yorumlayarak söyleniyor:

– Şuna bak!. Koskoca imam bir öküzden korkarak yolunu değiştirdi! Hazret-i İmam:

-Elbette bir öküzden korkarak yolumu değiştiririm, diyor ve ekliyor: Çünkü diyor, öküzün başında boynuz, benim başımda akıl var!

Demek meselesini başındaki boynuzuyla halleden kaba kuvvet sahibi varlıklara, insanlar da başındaki akıllarıyla mukabele edecek, kaba kuvvete akıl kuvvetiyle karşılık verecektir ki, kazasız belasız atlatsın karşılaştığı kaba kuvvet saldırısını..

Ne var ki yoldaki adam bu durumu düşünmeyip imama laf yetiştirmeye çalışırken karşıdan gelen azgın boğanın boynuz darbeleriyle havaya fırlatıldığını anlayınca itiraf etmekten kendini alamıyor da diyor ki:

-Ya imam sen haklıymışsın. Gerçekten de öküzün başında boynuz varmış ama benim başımda akıl olduğu biraz şüpheli. Zira akıl olsaydı ben de senin gibi aklımı kullanır, kaba kuvvete akıl kuvvetiyle karşı koyarak kendimi koruyabilirdim.

Bundan dolayı alimler İmam-ı Azam Hazretleri’nin herkesten iyi bildiği fıkıh ilmini şu manidar cümleyle tarif etmişler:

-Fıkıh ilmi, kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bildiren ilimdir!

İmam-ı Azam Hazretleri fıkıh ilminde lider ve rehberdi. Lehinde ve aleyhinde olanı bu ilmin verdiği sağlam bilgiyle kolayca teşhis ve tespit edebiliyor, kaba kuvvetle karşılaşınca aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine akıl kuvvetiyle mukabele ederek kendini koruyor, böyle örnek oluyordu bizlere de.

Tabii herkes fıkıh ilminde ilerlemiyordu. Tasavvufta ilerleyenler de vardı. Bayezid-i Bistami de tasavvufta ilerleyen bir mübarek mutasavvıftı.. Bir misal de tasavvuf erbabının bakışından verelim isterseniz. Herhalde bu da ibretli olduğu kadar düşündürücüdür bizler için.

Dinî hayatında birtakım günahlara maruz yaşayan laubali bir adama derler ki:

-Bu halinden kurtulmak istiyorsan büyük mutasavvıf Bayezid-i Bistami’ye git. Onu bir defa gör ve dinle, sana yeter, kurtuldun gitti.. Bu söze itiraz eden adam der ki:

– Bayezid kim oluyor ki onu bir defa görüp dinlemekle kurtulacağım kötü hallerimden. Baksana Ebu Cehil bir değil bin defa gördü Resulullah’ı (sas), yine kurtulamadı küfründen? Bayezid, Resulullah’tan da mı üstün ki bir defa görünce kurtulacağım kötü hallerimden?..

Ünlü mutasavvıf Bayezid-i Bistami ise bu soruya açıklık getirerek şöyle cevap veriyor:

-Ebu Cehil bir defa olsun Hazret-i Resulullah’a, Allah’ın Peygamberi diye bakmadı ki istifade edip iman nasip olsun görüşmelerinden. O hep Ebu Talib’in yetimi diye baktı, Kureyş’e baş olmak için çalışan bir rakip olarak gördü, hiç hüsnüzanla bakamadı Allah Resulü’ne. Bu sebeple Ebu Cehil olarak kalmaya mahkum oldu.

Demek ki, büyüklere hüsnüzanla bakarsanız feyiz alır, istifade edebilirsiniz. Suizanla bakarsanız feyiz alamaz, etkisine giremezsiniz. Ne kadar yakınında olursanız olun..

Bu da tasavvuf ehlinin önemli bir kalbi uyarısıdır bizlere.

Ahmed Şahin / Zaman

Aile içi sorunlara siz nasıl bakıyorsunuz?

Aile içi şiddetin tüm çeşitlerinin yaşandığı günümüzde siz aile hayatınızın temeli olan kadına nasıl bakıyorsunuz? Yani kadının aile içindeki görevi gereği olan farklı duygusal özelliğinin farkında oluyor musunuz? Yoksa bu farkı hiç fark etmeden mi muhatap oluyorsunuz?

Önce aile içinde kadının yaratılışındaki farklı özelliğini tanıyacak, yüklendiği görevin bir gereği olan bu duygusal üstünlüğünü kabul edecek, hatta takdirle de bakacaksınız. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de kadını bu farklı yanlarıyla tanıyarak takdirde bulunmuş “şefkat kahramanları” diye tarif etmiştir. Zaten bu şefkat kahramanlığı olmasa aile içi bunca zorluklara dayanma gücü gösteremez, ömür boyu süren çocuk bakımı gibi en zahmetli hizmetleri tek başına üstlenemezdi. İyi ki bu duygusal özelliği, şefkat kahramanlığı vardır hanımların.

Nitekim Efendimiz Hazretleri (sas), ailesinin duygu yüklü dünyasına karşı hep anlayışla bakmış, bizlere örnek olacak davranışlar sergilemiştir. Bu örnek davranışlarından birini Aişe validemizin anlatımından dinleyelim isterseniz. Bakın Validemiz nasıl anlatıyor Efendimiz’in (sas) kendilerini memnun etmek için neleri göze aldığını, nasıl bir tevazu anlayışı içinde muhatap olduğunu.

Bir defasında kafile ile gidiyorduk. Resulüllah (sas) Hazretleri, yanındakilere:

– Siz yürüyün, biz Aişe ile biraz geriden geleceğiz, buyurdu.

Onlar yürüyüp uzaklaştıktan sonra bana:

– Aişe dedi, var mısın benimle yarışa? Seninle bir koşuşalım şu düzlükte, bakalım yarışı kim kazanacak?

Ben çok gençtim, böyle şeylere kanım pek kaynardı. Sanki hazırdım böyle bir teklife.

Zaten Resulüllah bizim içimizi okurdu sanki. Kafilenin arkasından birlikte koşmaya başladık.

Daha ilk adımlarda onu geçtim, yarışı ondan önde bitirdim. Yani ben kazandım.

Beni kutladı, ‘Sen kazandın tebrik ederim, başarılı oldun’, dedi.

Aişe validemiz, o günkü durumunu da şöyle ifade ediyor…

– Ben o günlerde ince yapıda biriydim. Yarışı kazanacak beden inceliğine sahiptim.

Aradan bir sene gibi bir zaman geçmişti. Yine öyle bir yerde gidiyorduk. Geçtiğimiz seneki yarışı hatırlattı:

– Aişe var mısın bir yarışa daha, dedi. Ben yine hazırdım. Hemen kabul ettim. Birlikte yine koştuk. Ancak bu defa başarı benim değil, Resulüllah’ın oldu. O geçti, ben ona erişemedim. O sene biraz daha büyümüştüm.

Bu defa yarışı kaybettim diye üzüldüğümü görünce beni teselli ederek dedi ki:

– Üzülme üzülme! Geçen defa sen kazandın, bu defa da ben kazandım, böylece eşit olduk, eşit!..

Evet, kadının duygu dünyasını bilen Efendimiz (sas) Hazretleri, zaman zaman onunla yarışa çıkar, bazen ondan geride kalır, onu rahatlatır, bazen de onu geçer, durumunu bildirirdi. Ama bunu hiçbir zaman üstünlük iddiasına götürmez, “kaybeden yoktur, ikimiz de eşit olduk” diyerek, iki tarafın da sonuçtan memnun olmasını sağlardı.

Dikkat edin, kumlu çölde hanımıyla böyle yarışa giren Efendimiz (sas ) Hazretleri, Mirac’da göklerde Cebrail ile yaptığı yolculukta onu geçmiş, onun ulaşamadığı yerlere tek başına kendisi ulaşmıştı.

Ama göklerde Cebrail’i geçen Efendimiz, yerde hanımı Aişe validemizi geçmemiş, ancak geçtiği zamanda da:

– Üzülme üzülme, geçen defa sen kazandın, bu defa da ben kazandım, yani eşit olduk, eşit… diyerek konuyu yine tatlıya bağlama örneği vermişti.

Acaba diyorum, hep yüksekten uçan bazı beyler, birazcık tevazu gösterip de hanımın duygu dolu dünyasına girebiliyorlar mı? Onu, yaratılış gereği farklı duygularıyla tanıyabiliyorlar mı? Göklerde Cebrail’i geçen Efendimiz’in yerde hanımını geçmeyişinden kendilerine bir mesaj çıkarabiliyorlar mı?

Ayrıca ekonomik darlığın had safhada yaşandığı evinde Efendimiz’in hanımlarına:

“İsterseniz sizi serbest bırakayım, dilediğiniz zenginle evlenin, bolluk içinde yaşayın…” teklifine karşı hanımlarının:

-“Biz açlıktan ölmeye razıyız ama kapından ayrılmaya razı değiliz!” diyecek kadar sadakat gösterip ekonomik sıkıntıya da gönülden razı olduklarını günümüz hanımları da hatırlayabiliyorlar mı?

– Ne dersiniz, böyle ortak anlayışla bakabiliyor muyuz bizler aile hayatımıza?