Etiket arşivi: ahmet ay

Kardeşliğe Asıl Zarar Veren Kim?

Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Mustafa Öztürk gibi isimleri eleştirdiğiniz zaman en sık aldığınız tepki türlerinden birisi de ‘iyi niyetli’ olduklarına şu an dahi inandığım mümin/mümine kardeşlerden gelen ve o insanların Kur’an’a yaptıkları hizmetleri hatırlatan ‘Aklını başına al!’ tavsiyeleridir. Tepkiyi koyanın biraz daha vakti varsa, meseleyi Kur’an’a hizmet düzleminde bırakmaz, ta ittihad-ı İslam’a kadar götürür. Yani İslam kardeşliği denilen şey, benim yaptığım şekilde, sürekli hocaları tenkid eden yazılar yazmakla nasıl sağlanır? Cemaatsiznurcu, böylesi yazılar yazmakla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiğini, fitneye sebep olduğunu, ortalığı karıştırdığını, din adamlarını gözden düşürdüğünü farketmemekte midir? Yoksa bilerek mi yapmaktadır? Bu kadar hain bir çocuk mudur?

Bu tarz tepkileri, inanın bana, sık alıyorum. Fethullah Gülen’i eleştirdiğim yazı serisinde de gelmişlerdi, İslamoğlu’nu eleştirdiğim yazı serisinde de geliyorlardı, şimdi de (yani Emre Dorman üzerinden hadis inkârını eleştirirken de) geliyorlar. Bir tanesi demişti ki mesela: “Bu kavgayı sürdürmenin İslam’a ne faydası var? Siz böyle şeyler yazdıkça kavga unutulmuyor. Kardeşlik yara alıyor. Öfkeyi diri tutuyorsunuz.” Zâhiren ne kadar da naif bir itiraz bu değil mi? Hatta haklı gibi de… Ben de cevaben; İslamoğlu’nun, yazılarıma konu olan (ve bence uhuvvet-i İslamiye’ye benden çok daha fazla zarar veren) hatalarından/ifadelerinden tevbe etmesi şartıyla seriye devam etmeyeceğimi bildirmiştim. Tabii böyle birşey mümkün olmadı. Hatta muhatabım ‘hata’ ifadesinden çok alındı.

Zaten bu zümrenin en kolay teşhis edilme yöntemlerinden birisi de, eleştirdikleri müslümanları/ekolleri sık sık; “Mürşidinizi peygamber gibi görüyorsunuz!” diye itham ettikleri halde, dönüp onlara geldiğinizde kendi mürşidlerinin eteklerine küçücük bir çamur bile dokundurmamalarıdır. İnanın, bunların müridleri, yani Taslamancılar, Dormancılar, İslamoğlucular veya diğerleri; kanaat önderlerine kusursuzluk atfetmede hepimizi geride bırakırlar. Siz, sizin mürşidinize yapılan eleştirilere metinlerden hareketle cevap yazarsınız, bunlar sizi iki dakika içinde tekfir bile ederler. Nitekim, ben İslamoğlu’nun facebook sayfasında yazdığım bir eleştiriye doğrudan ‘müşrik’ ifadesiyle başlayan bir yanıt almıştım.

Peki, kim daha fazla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiyordur? Bu soruyla daha ciddi yüzleşelim. Şimdiye kadar yaşanan dinin ‘uydurma’ olduğunu söylemekle, o din ile amel eden mümin/mümine milyarları ‘sapkınlık’ suçlamasına tâbi tutan Kur’an müslümanları mı, yoksa “Sözünüz hatadır!” diyen biz mi? Nedense böylesi meselelerde suç hep ‘gelenekçi müslümanların’ üzerine kalıyor. Yani mesela; Ali Bardakoğlu gibi birisi çıkıyor, “Dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz!” diyor. Veya Emre Dorman diye birisi çıkıyor, “Kur’an’dan başka hadis yoktur!” diye racon kesiyor. Yahut İslamoğlu gibi bir başkası ortaya atılarak, mevcut İslam’ı ‘uydurulmuş din’ diye tezyif ediyor. Veyahut Caner Taslaman gibi bir başka seküler din âlimimiz(!) “Gelenekçilikten kurtulmak lazım!” gibilerinden aforizmik laflar ediyor… Ancak bütün bunları sinenize çekmeyip cevap sadedinde birşeyler söylediğinizde; yalnız siz, evet siz, İslam’ın uhuvvetine zarar vermiş oluyorsunuz.

Neden? Çünkü o insanlar Kur’an’a hizmet ediyorlar. Fakat peki ya onlardan öncekiler? (Öyle ya, zaman ve din Emre Dorman’la başlamadı.) Cümle sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, asfiya, evliya, hukema, muhakkik, ulema… Onların savunulmaya hakkı yok mu? Onları sevenlerin tek hakkı suskun ezikler olup hatalarını kabul etmek mi? Tek ayak üstünde durup dudaklarını büzmek mi bu zamanın müslümanlarına düşen vazife? Bu ilahiyat Zeuslarının, Areslerinin, Heralarının huzurunda ellerimiz önümüze bağlı suspus mu durmalıyız? İtiraza mecal yok mu? Başka bir hürriyet tarifi yok mudur Kur’an müslümanlarının kendileri gibi düşünmeyenlere dair? Efendim, ben çok araştırdım, olmadığına kanaat getirdim. Bu insanlara ‘katılmak’ dışında yapacağız her iş, biraz daha ‘uydurulmuş din’e mensup olmak, biraz daha şirke düşmek, biraz daha ehl-i sünnetçilik yapmak (Senai Demirci abi öyle mi diyordu), biraz daha taassuba takılmak… Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.

Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları ‘kafama göre din’ anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları… Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe ‘yok olmuş’ muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini ‘sapkınlıkla’ itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).

Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman’ın “Kur’an’dan başka hadis yoktur!” saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil ‘peygamber sözüne’ denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu’nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam’ı ‘uydurulmuş din’ sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman’a uyup ‘gelenekçilik yapmayı bırakmak’ yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam’ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam’ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da ‘kardeşliği’ sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam’ın itikadına göre? Bediüzzaman’ın ifadesiyle mazinin ‘nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu’ düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?

İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur’an’ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam’daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur’an’ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.

İslamoğlu’na göre bir Kur’an/din, Taslaman’a göre bir Kur’an/din, Dorman’a göre bir Kur’an/din, Öztürk’e göre bir Kur’an/din, Bayındır’a göre bir Kur’an/din… Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur’an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah’ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur’an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur’an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli… Bediüzzaman’ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, ‘çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa’ dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur…” İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri ‘şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye’ haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak… Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.

Ahmet Ay

Bir Temel Fıkrası Olarak Kur’an Müslümanlığı

Bediüzzaman’ın 17. Lem’a’da kullandığı, sosyalmedyada da sıklıkla alıntılanan bir cümlesi var: “Hırs, sebeb-i hasarettir.” Fakat bu cümle, alıntılandığı çoğu yerde, eksik alıntılanıyor. Cümlenin tamamı şöyle: “Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir.” Gördüğünüz gibi cümlenin başındaki tahsis, hırsın ‘müminler için’ sebeb-i hasaret ve sefalet olacağını belirtiyor özellikle. Mezkûr eserin konusunun da ‘medeniyetler mukayesesi’ olduğu hatırlanırsa, bu tahsisin özel bir hikmet taşıdığı sezilir. İsterseniz bahse girerken metnin tamamını okumuş olalım: “Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.

Görüldüğü gibi, üzerinde durduğumuz ifadenin öncesi de onun ‘müminler’ vurgusuyla söylendiğinin delili. Peki, hırs sadece müminlere mi felaket getirir? Elbette hayır. Hırs, mümin-münafık-kafir farketmeden, her insana bir felaket getirir. Fakat bu felaketi anlayabilecek/farkedebilecek olan sadece mümindir. Uyarı hassaten onadır. Yani anlayabilecek olanadır. Felaketi ‘felaket’ diye bilenedir. Diğerleri için bu kaybediş (kendi körlüğü açısından) bir kazanış da sayılabilir. (Dünyayı kafirin cenneti, müminin zindanı olarak tarif eden hadisi hatırlayalım.)

Hayatı sadece dünyadan ibaret gören, ötede hesap/beka olduğuna inanmayan ehl-i küfür için, hırs kazandıran birşey olarak da tezahür edebilir. Nitekim 17. Lem’a’nın bizi daha selim bir kalp ve akılla tefekkürüne davet ettiği mim’siz medeniyet de tam bu şekilde ortaya çıkmış ve ‘kazanan’ gibi görünmüştür. Hem de öyle bir şiddette böyle görünmüştür ki, başka medeniyet mensupları, mesela müslümanlar dahi duruşlarından şüphe duymaya başlamışlar ve ‘gerilediklerini’ sanmışlardır. Geride kalmamak için hırslandıkça da daha beter batmaya(!) devam etmişlerdir. Bu açıdan Bediüzzaman’ın ‘müminde hırs sebeb-i hasarettir’ demesi bizim için aynı zamanda bir tarih, bir sosyoloji, hatta bir ahirzaman okuması da sayılabilir. (Deccal’in cennet sûretindeki cehennem ve cehennem sûretindeki cenneti hatırlanırsa.) Hatta Asr sûresinde üzerine yemin edilen ve insanların hasarette olacağı söylenen asrın mahiyeti de bu hırsa bakıyor olabilir. Çünkü devamındaki tavsiyeler sanki hırslı bir çağa edilmiş nasihatlerdir: “Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna…”

Peki, hırs neden mümin için sebeb-i hasaret ve sefalettir? Bunu size anlatabilmem için ‘Osmanlı Geriledi mi?’ kitabında geçen bir örnekten yararlanmalıyım. (Kitap makaleler derlemesiydi. Maalesef örneğini nakledeceğim makalenin yazarını anımsayamıyorum.) Bir Temel fıkrası kurguladığımızı düşünün. Komik olmayacak. Amacı, hakikatin ucunu göstermek: Temel bir trafik polisi ve bindiği motosiklet en fazla 250 km hız yapıyor. Ve 200 km’den 400 km’ye bir anda geçebilen bir spor arabaya rastlıyor polisimiz. (Fıkra bu ya.) Temel bu aracın 200 km hızla seyrettiğini farkediyor, süratini yasal sınırların üstünde buluyor ve motoruyla ona yaklaşıyor. Aynı hızda yanyana gidiyorlar bir süre. Temel arabayı durdurmasını işaret ediyor. Fakat spor arabanın şoförü, duracak yerde, herhalde ceza ödemek istemediğinden, arabasının gazını kökleyerek bir anda 200’den 400’e çıkarıyor hızını. Ok gibi fırlayıp uzaklaşıyor… Ertesi gün gazetelerde Temel’in bir kaza geçirdiği haberini görüyoruz. İlk ifadesinde şöyle söylüyor polisimiz: “Motor istop ettu sandum. İnup bi bakayum oğa dedum.”

Gerçi izah edilen fıkraların tadı kalmaz, fakat hakikatine dokunabilelim diye altyazı geçeceğim. Temel’e motorunun durduğunu düşündüren neydi? Gözünün takılı olduğu spor araba… O kadar arabaya konsantre olmuştu ki, o hızını 200’den 400’e çıkarınca Temel çevresine bakıp kendi hızının hâlâ 200 olduğunu anlamak yerine, “Galiba motor durdu!” yorumunu yapmayı seçti. Ve inip motora baktı. 200 km hızla giderken motordan inmek de kolay olmasa gerek. (Bu fıkranın hastane ile ilgili olan kısmını açıklıyor.) 17. Lem’a’nın notaları bence tastamam işte bu Temel psikolojisi içindeki ümmet-i Muhammedi ikaz niteliği taşıyor. Ve diğer bir açıdan günümüz modernist/ehl-i bid’a fırkalarının nasıl bir psikolojiden beslendiğini de ortaya koyuyor. “Ya bizim motor bozulduysa?”

Örneği veren müellif, makalesinin ilerleyen kısımlarında, Osmanlı’da ‘gerileme dönemi’ diye tarif ettiğimiz şeyin böylesi bir psikolojiden beslendiğini izah ediyordu. Yani Osmanlı aslında gerilemiyor, aksine gelişiyordu. Ancak bu gelişimin hızı kendi hızındaydı. Fakat birden Avrupa, fıkradaki spor araba gibi, seküler bir sıçrama yaşadı. Sanayi inkılabı, teknoloji, sömürgeleştirme, yeni ticaret yolları vs… Bir noktadan sonra da Osmanlı bu hız artışını tıpkı Temel’in yaptığı gibi motorun durduğu kanaatiyle okumaya başladı. Sürekli Avrupa üzerinden kendi durumunu değerlendirdiği için 200 km de olsa bir hıza sahip olduğunu göremedi. Durduğu yerden emin olamadı. İnip motora bakmaya karar verdi. Ve felaket…

Bugün dahi hâlâ motoruna bakmaya çalışıyor İslam ümmeti. Hatta Kur’an müslümanlığı tayfasının bile yaptığı bu. Sanıyor ki; sorun İslam’da, İslam’ın motorlarında bir bozukluk var. Öyle olmasa bu hale gelinmezdi. Fakat dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve Allah’ın, Bedir ve Uhud örneğinde olduğu gibi, günleri çevirdiğini anlayamıyor. Belki bu günleri çevirişteki hikmet de şu: Hep kazandırırken müslüman kalmak kolay. Seküler anlamda kaybettiriyor gibi görünürken de bu safta kalmaya devam edecek misiniz? Yoksa Medine münafıkları gibi hemen duruşunuzu bozacak mısınız? Âl-i İmran’ın 140. ayetini hatırlayalım hemen: “Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.

Çok dikkatimi çeken bir tekrardır: Kur’an müslümanlığı taifesiyle yaptığım münakaşaların çoğunda mevzu, dönüp dolaşıp siyasi bir âlem-i İslam okumasına dayanıyor. Ve muhatabım genelde şuna benzer birşeyler söylüyor: “Eğer İslam şimdiye kadar doğru yaşanıyor olsaydı âlem-i İslam bu halde olur muydu? Bizim bugün ümmet-i Muhammediye olarak çektiklerimiz de bir delildir ki, İslam ‘atalar dinine’ döndürülmüş, tahrif edilmiştir. Kur’an’dan uzaklaşılmıştır. Eğer uzaklaşılmasaydı, müslümanlar zillet çekiyor olmazlardı.” Böylesi büyük bir ‘bozulma’ iddiasının müşahhas bir delilden değil de nazarî bir siyaset okumasından beslenmesi tuhaflığını bir kenara koyarsak; bu insanlara “Biz doğru yoldan saptık!” diye düşündüren şey nedir? Ümmet-i Muhammedin bugün düştüğü durum ve çektiği çileler… Doğru mudur bu söyledikleri? Evet, siyasete bakarsak, öyle. Peki, sırr-ı imtihan siyasi başarıdan mı ibarettir? Veya iman, siyasi başarıyı da garanti eder mi tek başına?

Kur’an’a ve sünnete baktığımızda müminin imtihandaki başarısının hiç de böylesi bir zemine bağlı olmadığını görüyoruz. Bilakis; alıntıladığımız ayet-i kerime gibi pekçok ayet-i kerime ve hadis, sırr-ı imtihanın muvaffakiyetten ziyade takvaya, yani ‘doğru yolda korunmuş bir duruşa’ baktığını söylüyor. Nitekim İslam’ın karşılaştığı ilk mağlubiyet olan Uhud’da da müminler, modernistler gibi bir itikadî bir sorgulamaya veya o güne kadar yaşanmış İslam’a yönelik bir eleştiriye gitmiyorlar. Belki yerinden ayrılan okçu efendilerimiz nedeniyle bugün bir hatadan (yine imtihan sırrını unutmadan) bahsedebiliyoruz. Fakat asla şunu söylemiyoruz: “Eğer müminler yanlış yolda olmasalardı başlarına böyle bir başarısızlık gelmezdi!” Çünkü imanın bir seküler başarı/başarısızlık olayı olmadığının farkındayız.

Batı’nın tüm dünyaya çektirdikleriyle elde ettiği kanlı/lanetli medeniyetin bir mümin için arzulanır birşey olmadığının bilincindeyiz. Fakat işte seküler başarıya gözünü dikmiş olan hırs, mümin için, yani durduğu yere iman eden, oradan emin olmakla mümin ismini alan müslümanlar için, ‘durduğu yeri de sorgulamaya’ bir kapı açıyor. Ve nihayet bugün, Kur’an müslümanlığı gibi fitneler, müslümanların siyaseten düştüğü durumdan hareketle, şimdiye kadarki itikadımızda hatalar olduğunu söyleme cür’eti gösterebiliyorlar. Hatayı, Avrupa kafirlerinde veya Asya münafıklarında değil; hatta müminlerin eylem/söylem uyuşmazlığında da değil; bizzat bize ulaşan pir u pâk mirasın içinde aramaya başlıyorlar. Hırs, işte bu şekilde, müminde, durduğu yere olan emniyeti ve güveni zedeliyor. Duruşunu bozmamak için muhtaç olduğu sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyi yitiriyor hırslı müminler. Kafiri, tüm zulmüne rağmen, neredeyse tenzih edip; tüm suçu kendi şanlı mazilerinde aramaya başlıyorlar. Özetle: Süfyaniyet, Deccaliyetin karşısındaki bu eziklikten besleniyor. Bunlar da bizim ‘motor bozuldu’ sanan Temellerimizdir.

Ahmet Ay

Nurcular, Modernistlerin Truva Atı Mı?

Kur’an müslümanlığı ‘sapkınlığı’ (evet, artık şu meseleyi açık açık adlandırarak konuşalım, sünneti/hadisi reddeden ve dindeki fonksiyonunu inkâr eden sapkın bir zümre ile karşı karşıyayız) Nurculuğu ve Nurcuları kendisi için bir truva atı olarak kullanıyor mu? Tecrübelerim ve tefekkürlerim eşliğinde vereceğim cevap: Evet. Sadece Kur’an müslümanlığı da değil üstelik. Liberaller, Gülenistler, Modernistler, Milliyetçiler vs. hepsinin Risale-i Nur’da ve Nur talebelerinde gözü var. Hepsi için Risale-i Nur ve Nurculuk kalabalık kitlelere ulaşma aracı.

Bediüzzaman şahsî karizması ve Risale metinlerinin etkisi Türkiye’de toplum mühendisliği yapmak isteyen veya şöhrete çabuk yoldan ulaşmayı arzulayan her isim için ‘kullanılır’ birşey gibi görünüyor. Bu ‘kullanışlılık’ aslında biraz da Nur camiası içinde köşebaşlarını tutmuş isimlerin gafletinden ve hatta Risale-i Nur’un mirasından bihaber bir Nurculuk yapmalarından besleniyor. Esaslarının ne olduğu bilmeyen, Nurculuğun tek amacının sevgi pıtırcığı olmak, gülücük dağıtmak, herkesin gönlüne girmek, her çiçekten bal alıp her arıya da bal aldırmak olduğunu sanan bu insanlar, ‘sevilelim de sevilelim’ çılgınlığıyla teveccüh-ü nasa çizgilerini peşkeş çekiyorlar.

Kendilerine birşey olmuyor tabii. Olacaksa da ahirette. Asıl olan avam-ı müslimine oluyor. Bu insanların dillerine/ellerine ettikleri itimatla onlardan gelene de itimat eden avam-ı nas bilmiyor ki, el temizse de elden gelen zehir olabilir. Zehri ayrı sınamak, eli ayrı sınamak lazımdır. Fakat avamın özelliği budur: “Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale.” Seni iyi bir adam biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanıyorsa, kem sözüne de iyi diye itimat eder. Kötü biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanmıyorsa, doğru sözüne bile kötüsün diye itimat etmez. Bardağa bakar, suya bakmaz.

Bizim gafletimiz aslında daha ‘tecdid’in ne olduğunu bilmemekle başlıyor. Bediüzzaman’ın müceddidliği hakkında yapılan tanımların iki ekseni var Nur talebeleri mabeyninde. Bunlardan bir kısmı (ehl-i sünnetin çizgisine daha hâkim/sâdık insanlar yapıyor bu tanımı) Bediüzzaman’ın sesini ulema-i İslam’ın sesinin bir devamı, bir yankısı gibi görüyorlar. Onun yaptığı tecdidin bir yeni birşey ihdas etme değil, eskiyi hatırlatma olduğunu söylüyorlar. Ki hakikaten de Bediüzzaman’ın tecdidi budur. Zaten tecdid özünde budur. Üzeri tozlanan İslam mirasını istikamet çizgisi üzerinde yeniden parlatmaktır.

İkinci bir kısım ise tecdidi neredeyse modernizm/ehl-i bid’a düşüncesine yakın anlıyor. “Yeni ne söylemiş?” demekle kastettiği aslında “Bediüzzaman ne ihdas etmiş?” Bu ikinci kısmı oluşturanın bir kısmı ahmak dost. Amacı aslında Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a olan ilgiyi ve hayreti arttırmak. Bunları ‘geçmişin devamı’ sönüklüğünde (ona göre sönük bir pozisyon çünkü bu) bulamıyor. İlla Bediüzzaman süper/sıradışı/kendinden önce yapılmamış şeyler başarmalı/söylemeli. Fakat bu ilgi ve hayret talebinde hırslı olduğu için mübalağaya sapıyor. Mübalağa da onu ihtilale götürüyor.

“Mübalağa ihtilalcidir.” Hakikatin muvazenesi bu ihtilalcilikle bozdukları için Bediüzzaman’ı da tecdidin asıl fonksiyonundan uzaklaştırıyor bu insanlar. Sanki o, Batı medeniyetinin her saldırısına karşı İslam’ı müdafaa etmek için değil de bu ikisini kaynaştırmaya/buluşturmaya gelmiş gibi anlıyor ve anlatıyorlar. Her başarılı(!) ideolojiyle barıştırmaya, herkese sevdirmeye gayret ediyorlar. Her çalışmalarında Bediüzzaman bir giysiye bürünüyor. Merhum İbrahim Canan gibi Calvinist (Bediüzzaman’dan Çözümler kitabında söyler bunu) yapan da var, Mustafa Akyol gibi Liberal ilan eden de. Ben hatta Aydınlar Konuşuyor’daki söyleşilerden birisinde Bediüzzaman’a ‘Türk milliyetçisidir!’ diyeni bile okumuştum. (Ne tuhaftır. Mücahid Bilici’ye baksanız da Bediüzzaman neredeyse Kürt milliyetçisi.) Nevzat Tarhan da Çağın Vicdanı’nda Bediüzzaman’ın evrime karşı çıkmadığını söylüyor yine…

Anladım ki; aslında bu insanlar Bediüzzaman’ı anlamak istemiyorlar, Bediüzzaman’ı kullanmak istiyorlar. Kullanılmak istenen evriltmek/çarpıtılmak istenendir. Amaçsa Nurcuların ve Risale-i Nur’un etki alanına ulaşmaktır. Tabii İbrahim Canan Hoca’yla diğerlerini bir yerde anmak şıkları karıştırdı. Ben İbrahim Canan Hoca’nın değil, fakat diğerlerinin o kadar da iyi niyetli olmadığı düşüncesindeyim. Bediüzzaman’ın metinlerini, kendisinin tüm beyanlarının ve vurgularının hilafına olarak, ehl-i medreseden, ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Nur medresesi ifadesini ışık evler, Medresetü’z-Zehra’yı Risale-i Nur Üniversitesi yapanların amacı hiç de iyi birşey değil. Kelimeyi değiştirmek değil orada sadece yapılan, zihniyeti ve çizgiyi de değiştirmek. [Gelenekçilikten(!) kurtarmak.] Seküler eğitimin kalesi olan üniversite ile geleneksel eğitimin kalesi olan medrese arasında dağlar kadar zihniyet farkı var. Fakat kelimelerle oynanarak çok büyük çizgi kaymaları yediriliyor. Sadeleştirmeye karşı büyük bir dirayetle (elhamdülillah) direnen Nurcuların yüreklerindeki haklı endişe buradan besleniyor. Üzerlerine oynandığı, yalnız bir seziş mesabesinde de olsa, farkediyorlar.

Kur’an müslümanlığı meselesine geri dönelim. Mustafa İslamoğlu, Emre Dorman, Caner Taslaman gibi isimler önceleri neden Nurcular arasında bu kadar iyi bilindi ve (biraz da onlar sayesinde) hızlı tanındı? Bunun kesinlikle o köşebaşlarını tutmuş olanlardan sorulması gereken bir hesabı var. Ve onların da kendilerine bir özeleştiri yapmaları lazım. İsterse kalp kırılsın, isim vereceğim: Senai Demirci ağabeyin veya Haluk İmamoğlu ağabeyin bu adamlara karşı beslediği hüsnüzan ve hatta hüsnüzandan öte ‘kapılma’ nasıl bir körleşmeye yaslanıyordu? O nasıl bir körleşmeydi ki; bir programda Mustafa İslamoğlu, Senai Demirci’nin gözünün içine baka baka Buharî’deki hadisi inkar ediyor, hadis ilmini/imamlarını tezyif ediyor ve Senai Demirci de hayran gözlerle kendisini takdir ettiğini gösteriyordu! Ve kesinlikle aklına 24. Söz’ün 3. Dal’ındaki 12 Asıl gelmiyordu. Hatta oradaki şu birkaç cümlecik bile gelmiyordu: “Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl’ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. ‘Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır’ de, ilişme.”

Haluk İmamoğlu ağabeyin rolü belki o kadar büyük değil. Fakat Emre Dorman gibi isimlerin eserlerinin Nurcular içindeki iştiharı adına sarfettiği çabalar herkesin malumudur. O kadar sohbet ettiği, o kadar oturup kalktığı, o kadar içli-dışlı olduğu böylesi isimlere, üstelik Nurculara kitaplarını nümayişle tavsiye ettiği böyle isimlere, hiç mi çizgileri ekseninde bakmadı? Hiç mi beraberken hadis konusu açılmadı? Onların kitaplarını yayınevinde bastırmak, kendilerine Moral FM’de program yaptırmak için uğraşırken hiç mi aklından; “Yahu bu insanlar ne kadar ehl-i sünnet çizgisinde acaba…” sorusu geçmedi? Ben, yıllar önce, bir umumî sohbet esnasında İslamoğlu’nun salavatlar hakkındaki iddialarını dillendirdiğimde ve cevap vermemiz gerektiğini söylediğimde, beni odasına çağırıp ‘böyle şeyleri çok karıştırmamamı’ tavsiye ederken gün gelip İslamoğlu’nun Bediüzzaman’a da saldıracağını tahmin etmiyor muydu? Niye etmiyordu? Bu refleksi yitirmek iyi birşey mi? Herkesin hoşuna gitmek, kimseyle sorun yaşamamak iyi birşey mi? Sevmek kadar sevilmemek de sünnet değil mi?

Bu konuda Senai Demirci ağabeyin sorumluluğu çok daha fazla. O Mustafa İslamoğlu’nu Nur talebeleri gözünde meşrulaştırmakla kalmadı, bir de yayılmasına ayrıca ‘tanıtım sorumlusu’ gibi yardım etti. Kitaplarını başucu eseri olarak gezdiği yere götürdü. Bugün bile ondan çok uzaklaştığını düşünmüyorum. Geçenlerde izlediğim Şehr-i Ramazan programında en az üç ayrı tesbitini Mustafa İslamoğlu’nun programlarında dinlediğimi anımsadım. Anladım ki: Yine İslamoğlu onda etkisini sürdürüyor. Ama şimdi temkinli, artık Nurcuları da ürkütmemeye çalışıyor. Hayretler içindeyim. Cidden şaşırıyorum yaşananlara. Yahu ne dolaplar dönüyor? Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar? Nurculuğu ehl-i sünnet çizgisinden mi kaydıracaksınız? Risale-i Nur’u, Kur’an müslümanlığı savunucularına peşkeş mi çekeceksiniz? Amaç ne? Nedir bu arkadan arkadan sessizce gelişler! Nedir bu saman altından su yürütmeler! Bir açıktan/kıvırmadan söyleyin. Şu derdi bir görelim. “Bir dert görünürse, devâsı âsândır.”

Ahmet Ay

O Sizin Yumuşaklığınız

Emre Dorman’la başlayan eleştirilerimin Senai Demirci abiye kadar uzanması belki bazılarınızı rahatsız etti. Belki üslûbum da biraz sert geldi. Olabilir. Hem gencim hem Kürdüm. Bizim kavim olarak da biraz üslûp sorunumuz var. Fakat bazılarının hâlâ şunu anlamadığını farkediyorum: Hadislerin inkârı meselesi öyle küçük görülecek bir kayma değil; her açıdan dini yörüngesinden oynatacak, İslam’ı İslamlıktan çıkaracak kadar problemli bir meseledir. “Ya onlar da öyle düşünüyorlar canım. Bir yorum farkı bu. Ne yapalım? Kardeşlerimizdir. Çok büyütmeyelim. Olur öyle şeyler. Hoş görmek lazım…” denilebilecek bir mesele değil bu. Eğer bu adamlar ümmet içerisinde naklî delile olan güveni kırmayı başarırlarsa, bu iş kesinlikle orada kalmayacak. Naklî delillerle şekillenmiş her İslamî ilim (ve en sonunda Kur’an’ın bizzat kendisi) bu güvensizlikten yara alacak. İster istemez olacak bu. (Mazide sahabenin güvenilmezliği üzerinden hadis inkarına giden gruplardan birisinin, İmam Ali’nin bizzat harbedecek kadar önemsediği Haricîler olduğu belki hatırlanmalıdır.)

Belki bugün “O kadar da büyütmeyelim canım! Onlar da kardeşimiz…” diyenler bile yarın kem sonuçları mahsul alınır olgunluğa eriştiğinde pişmanlıktan parmaklarını/tırnaklarını kemirecekler. Büyük bir yıkım hamlesinin bidayetindeyiz. Çocuğunuza diyeceksiniz ki mesela; “Oğlum, kurban bayramı geliyor. Hadi bir kurban alalım da keselim. İbadetimizi yapalım.” Size şöyle cevap verecek: “Ne hayvan kesmesi baba ya? Kurb aslında ‘yakınlaşma’ demektir. Orada ayette kastedilen aslında hayvan boğazlamak değildir. Allah’a yakınlaşacak birşeyler yapmaktır.” Siz diyeceksiniz ki: “Nasıl olur? 1400 yıldır bu ümmet kurbanını keser.” Size diyecek ki: “İşte ‘uydurulmuş din’ bu. Hiç öyle toplu hayvan katliamı yapılır mı bu zamanda? Eskiler belli ki yanlış anlamışlar…”

Vallahi önünü almazsak olacak bütün bunlar. (Ve belki daha beterleri…) Çünkü ayetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğini sırf lügatlere bakarak ve o lügavî mana denizinden canlarının istediğini seçerek kararlaştıracaklar. Geçmiş mirası kötülemek/yanlış yolda görmek üzerine kurgulandıkları için de onların birşeyi doğru yaptığına ve takip/taklit edilmesi gerektiğine ihtimal vermeyecekler. Mümkün olduğunca ‘ötekini’ seçecekler. Kafalarında modern zaman kıstasları, kalplerinde kol gibi enaniyet/kibir, önlerinde onları sınırlayan sünnet gibi, icma gibi, kıyas gibi; geçmiş sahabenin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve diğer ulemanın hükümleri gibi hiçbir engel olmadığı için, hadis-i şerifin ifadesiyle, ‘okun yaydan çıktığı gibi’ dinden çıkacaklar.

Neden böyle olacak? Çünkü Kur’an lisan-ı Arabî ile nazil olmuştur. Ve Arapçanın en bariz özelliklerinden birisi de bir kelimenin çok anlama gelebilmesidir. Bu, bir açıdan bakılınca Kur’an için büyük bir zenginliktir. Hem içtihadların/yorumların kaynağıdır. Fakat diğer açıdan ‘sapıtmak’ isteyenler için de kurulmuş bir tuzaktır. İmtihanın parçasıdır. Kur’an bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır.” Kafası/fikri modern zaman kıstaslarıyla fasık olmuş, fıtratından/saflığından uzaklaşmış bu çağın insanı için sünnetin/icmaın olmadığı bir düzlemde Kur’an üzerine böylesine körleme bir fikir yürütme çabası, İslam’a çağ atlatma gayreti değil, müslümanı dinden çıkarma mesaisidir. İmam-ı Malik (r.a.) bu sadette şöyle söyler: “Din konusunda şahsî görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar ehl-i sünnetin düşmanıdır.” (Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 6/348 vd.)

Bugün bu kadar ileri giden yorumlar işitmemiş olabilirsiniz. Kayma şu an küçük küçük kendini gösteriyor olabilir. Fakat kesinlikle ve kesinlikle, hiçbir tereddüt olmasın kalbinizde, eğer bu fitneye dur demezseniz, buna vakit/emek ayırıp fikrî cihada girişmezseniz, en azılı örneklerini yaşayacaksınız. Bakınız Yaşar Nuri Öztürk, bu Kur’an müslümanlığı akımının kendini gerçekleştirmiş, pekçok detayıyla ortaya koymuş, tam bir nümunesidir. Namazın vakitlerinden tutun haccın zamanına kadar, ümmetin şimdiye kadar hep öyle yapageldiği pekçok amel konusunda ehl-i bid’a olmuştur. Son zamanlarda ise İslam’a karşı deizmi savunacak kerteye gelmiştir. Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Abdulaziz Bayındır veya daha başka isimler bugün böyle şeyler söylemiyor ve sizin hoşunuza gidecek de bilgiler veriyor olabilirler. Fakat inanın bana, ağacın gövdesini kemiren kurt aynı kurttur. Tek farkları var belki: Daha sessiz/tedbirli geliyorlar. Kendilerine karşı ümmeti uyandırmamaya çalışıyorlar.

Halbuki Kur’an’daki hükümlerin pekçoğunun izahını/uygulaması Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yapmıştır. Bırakın namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi amellerin şartlarını ve teferruatlarını, mesela hayâ gibi kelimelerin anlamını dahi Allah Resulü kendisi bizzat açıklamış ve yanlış anlamaları düzeltmiştir. Örneğin: Tirmizî’de geçen bir rivayette (Sıfatü’l-Kıyâme, 25) Allah Resulü hayâ kelimesini yanlış anladığını düşündüğü bir sahabiyi şöyle uyarmıştır: “Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”

Bu ve buna benzer geniş tanımları işitmemiş veya gerçekliğini reddeden bir adam için hayâ ne anlama gelir? Kimse Kur’an’ı yorumlarken sünnetsiz kalamaz. Onun sünneti de artık TDK olmuştur büyük ihtimal. Çünkü bu Kur’an müslümanlığı müptelalarının neredeyse tamamı mealcidir. O mealde de hayâ da ‘utanmak’ gibi spesifik bir karşılıkla verilince artık seyreyleyin gümbürtüyü. Artık o adam neyden utanır? Ne kadar utanır? Bütün bunlar keyfine kalmıştır. Bağlı kalacağı bir fıkıh da, helal/haram listesi de kalmadığına göre… (Çünkü bu listelerin/bilgilerin büyük çoğunluğu sünnetle/hadisle bize gelir.) İstediği şeyden istediği kadar hayâ eder. Daha böyle birçok kelime vardır Allah Resulünün sahabileri için tanımladığı. Mesela yine Müslim’de geçen bir hadiste, Kur’anî ifadelerden birr’i ve ism’i kendisine soran sahabeden Nevvas b. Sem’an’a (r.a.) şöyle cevap vermiştir: “Birr, güzel ahlaktır. İsm ise; seni rahatsız eden, insanlar tarafından görülmesini arzu etmediğin şeydir.” Daha kendi devrinde, kendi lisanlarıyla inen bir Kur’an’ı ona sormaya kendini muhtaç hissetmiş sahabeye karşılık bugünün Kur’an müslümanlarında o ne had bilmez özgüvendir!

Mesele mühim. Mesele feci. Mesele üzerinde durmazsak ocağımızı yıkacak, ceddimizi bize küfrettirecek, neslimizi anasından/babasından utandıracak bir mesele… Küfrün paradigma değiştirdiğini görüyoruz sanki: Kur’an’ı müslümanların elinden almayı veya inkârını deneyip başaramayınca şimdi etrafındaki surlara saldırıyor çakallar. Hadisi yıkarsa, en azından manaca Kur’an’ı tahrif edebileceğini düşünüyor bu zamanın müstemlekat nazırları. Şimdi hâlâ benim yaptığım eleştirileri sert bulan varsa, diyeceğim o ki: Beyim, o sizin yumuşaklığınız. Bediüzzaman da eğer İngiliz nazırının ifadelerini okuduğunda sizin gibi davransaydı, itikadımızla birlikte duman olmuştuk.

Ahmet Ay

Allah’a ‘aklına sığdığı kadar’ İnanmak

Bir önceki yazımda Kur’an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte “Aramızda yalnız Kur’an hükmetsin!” diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur’an’ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur’an’a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım… falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali’ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: “Ben Kur’an’ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın.”

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür’etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur’an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur’an’ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol’un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur’an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; “Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor…” tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. “Gerçekten olabilir mi?” diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; “Gerçekten olmuş mu?” sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi “Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır…” tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din… Yani ‘uydurulmuş din’ aslında onlarda. Çünkü Batı’dan gelen ‘doğruluk kıstaslarına’ uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman’ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell’ın 1984’teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk… En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan’a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, ‘olmasını istedikleri’ din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: “Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar…” Bunlar da kafalarında ‘doğru’ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler… Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur’an’ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur’an’ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah’ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur’an’a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi ‘göre’ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat’ten naklen): “… Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, ‘Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim’ demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi ‘Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım’ dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır.”

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; “İslam akıl dinidir!” demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; “Hayır Allah’ın seçtiğindedir!” Kur’anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah’tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah’ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; “Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!” demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah’ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl’ında Bediüzzaman’ın dediği gibi; “İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar.” Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang’den sarhoş olmuş, Kuantum’dan fotonlarını şaşırmış, CERN’den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. “Aklınızı başınıza alın!” diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama…

Ahmet Ay