Etiket arşivi: ahmet ay

Ben de Mustafa İslamoğlu Olsam, Bediüzzaman’ı Sevmezdim!

Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız Bediüzzaman’ı sevmemeniz normal. Nihayetinde zikrettiğiniz kişi, bu topraklarda, ehl-i sünnetin ortasında, bir gemi direği gibi denge unsuru olan; onu ifrattan-tefritten, her yönde aşırı gidişlerden korumaya çalışmış ve metinleriyle hâlâ çalışan birisi. O nedenle bu ülkede uçlara yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor, normal. Örneğin: Şiddete meyyal, anarşiyi de ardından getirecek bir eylem düşünceniz var. Hoppala, ‘müsbet hareket’ kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette.

Yahut da Türk veya Kürt milliyetçisisiniz, yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden bahis var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde ‘Muhammed-i Arabî aleyhissalatu vesselam’ diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir, ama öğretisi herkesin anlayabileceği bir öğreti değil. Şahsını ve her fikrini tezyif etmeyin.

Kılıcınız havada, hevesiniz kursağınızda kalıyor. Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tasavvufun alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku; hop, yine Bediüzzaman. Kendisi de kimi konularda tasavvuf eleştirisi yapıyor, ama onların Kur’an’a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Her meselede hatalı olduklarını, hele hele ‘dalalette’ olduklarını asla düşünmüyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne; kollarınız çaresizce iki yanınıza düşüyor.

Tam Avrupa’ya saldıracaksınız “Avrupa ikidir” diyor. Şiiliğe saldıracaksınız, Şiiliği ikiye ayırıyor. Alevilere vuracaksınız, Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Ermenilere sıkacaksınız, haklı oldukları yerler olduğunu beyan ediyor. Bir kusurunu/hatasını nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, “Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir” diyor.

II. Abdülhamid’i ‘kızıl sultan’ yapanlar da memnun değil ondan, ‘ulu hakan’ yapanlar da.Çünkü hem ‘veli’ diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî‘ye bir meselede muhalif bir görüşünü beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle göğsünüz gerile gerile karşı tarafı yerin dibine batıramıyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan temkinli. Her adımını teenni ile basıyor. Sünuhat’ında mesleğini ‘musavvibe’ olarak tarif etmiş. Ehl-i sünnetin ‘karşındaki insanı kurtarabilmek mümkünse kurtarmaya çalış’ hassasiyeti gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil, insanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. ‘Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır…‘ diyor.

Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.

Sadece bu da değil, bir de hak ve bâtıl kavramlarını, husumette rahat ettiğiniz bir şekilde, teşmil edici kullanmıyor. Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana’nın körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; “Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey kocaman bir taştan ibarettir.” Onun bizden Kur’an’ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: “Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var.” Yani özünde “Hak yalnız benim mesleğimdir…” demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde; hırs, öfke, aşırıya gitme varsa;böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Uçları sevenlerin Bediüzzaman’ı sevmemesi normal.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?

Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile müslüman parçalar olabileceğinisöyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu’sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî’yi anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî’yi anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer denk geliyor bir bahiste onu öyle, İmam-ı Gazalî’den bir nakil söylüyorlar onu öyle, İmam-ı Âzam’dan bahsediyorlar onu öyle… Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe, onları alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.

Derken Bediüzzaman diye birinden bahsediyorlar. O da bazı bazı muhalif görüşler söylüyor ancak harika bir denge ile, makamlarını tenzil etmeden ve haklarına girmeden. Bu duruş elbette içinize oturur ve vicdanınızı rahatsız eder. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana vicdan sancısıdır. Doğru adamın adı bile doğrunun şeairidir, hep doğruyu hatırlattığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman’la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.İki şekilde yapıyor bunu: 1) Gitmemenin, eleştirirken bile, mümkün olduğunu gösteriyor. 2) Gitmenin, haklı olunduğunda bile, yanlış olduğunu belirtiyor.

O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: ‘Parçalarda boğulup’ aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan; yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu ‘parçada boğmaya’ çalışmaktır. Biz de İslamoğlu Hoca’nın iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O ‘mahviyet ayağı’ kendisine aittir. Her cümlesine ‘bu fakir’ diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa ‘bu benden de fakir’ diyene (ima edene) sorarlar: “Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir.”

Yazıyı, Bediüzzaman’ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum.Bence bu ‘küçültme girişimlerinin’ arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:

Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar…

Ahmet Ay

RisaleHaber

Gönülçelen Ayetler..

İlk kez Cemalnur Sargut’tan duymadım elbette. Ama bardağı taşıran son damla oldu diyeyim. Şöyle söylüyor Ferda Yıldırım ile söyleşilerinden oluşan Kur’an ile Var Olmak kitabında: “Onun için Arapça okuduğumuz şeylerin de manasını bilmek lazım. Ben, Tebbet sûresinde Allah diyerek hüngür hüngür ağlayan insan gördüm. Tebbet sûresi, Ebu Leheb’in yanışını anlatan bir sûredir. Orada ağlanacak birşey yok. Sadece ibret almak gerekir. Şunu demek istiyorum: O sûrede aşk yok. İdrâksiz olanların sıkıntısı anlatılıyor. Manayı bilmezsek yanlış yerde ağlayıp yanlış yerde gülüyoruz.

İnsanın âlemi ‘bildiğinden ibaret’ sanması kötü. Halbuki son cümlesinden alırsak; Cemalnur Sargut’un da Kur’an’ın manasının sonuna geldiğini, o hiçbiri bir diğerinin üstünü kapatmayan yetmiş libaslı hurinin bütün güzelliklerini keşfettiğini, yani sonsuzu bitirdiğini söyleyemeyiz. (Arapçası olsa bile.) O halde Cemalnur Sargut’un da bu ağlanacak/gülünecek tesbiti kendi malumatına tâbidir. Bir üst mertebeye geçildiğinde neye ağlandığını veya neye gülündüğü o üst perdedeki bilişe ve duyuşa bağlıdır.

Buna, Babam ve Oğlum filminden çok kusurlu bir örnek vereceğim. Çetin Tekindor’un “Kollarımı açaydım. ‘Gitme!’ diyeydim!” dediği o sahnede burnunun direği sızlamayan yoktur herhalde. Fakat filme o sahneden başlamış bir başkasının ağlayabileceği birşey yoktur. Hatta nakletseniz, naklettiğiniz insanlar eğer filmi bilmiyorlarsa, size gülebilirler: “Adam çıktı arabadan, üstünü başını yırttı, açtı kollarını: ‘Kollarımı açaydım. ‘Gitme’ diyeydim’ dedi. Hepimiz ağladık.” O cümleye ağlamak, o filmi bilmeye bağlıdır. Baba ve oğlun aralarındaki acı ilişkiyi, pişmanlıklarını, filmin sergüzeştisi içinde öğrenmemiş birisine cümlenin nakli hiçbir anlam ifade etmeyebilir.

Hadi, o örnek çok kusurlu idi, bir tane daha vereyim. Mesela; Newton’un başına elma düşme hadisesi. Bu olay, eğer onun yerçekiminin keşfi ile ilgisini bilmiyorsanız, alelade bir hadisedir. Fakat yerçekiminin keşfini bilenler, o olayı anlattığınız anda yerçekimi kanununu hatırlarlar. Cümle/hadise aynıdır, fakat bilişin düzeyine göre tepki farklı olur.

Bediüzzaman, 20. Söz’de kıssa-yı Kur’aniyeler için de böyle bir tesbitte bulunur: “Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor.” O eserde bu konuya dair verdiği birçok örnek de var. Bakara sûresinin ismini aldığı İsrailoğullarının inek kesme kıssası, tâlim-i esma kıssası vs. (Lem’alar’a uzanırsak: 1. Lem’a ve 2. Lem’a da Hz. Yunus ve Hz. Eyyub kıssalarıyla örneğe dahil olur.) Fakat 25. Söz’de bu kıssa-ı Kur’aniye’ye kıssa-yı Musa üzerinden bir zengin bakış daha katıyor:

Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdeta asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.

Demek kıssa aynı kalmakla birlikte, verdiği ders başka başka olabilir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir yönü de budur zaten. Her tekrar, zâhirde kalanın, gavvas olmayanın gözünde tekrar, tefekkür edenin gözünde yeni bir farkındalıktır.

Yalnız Sargut’un günahını almamalıyım. Başkalarından da duydum bu itirazı. Kur’an’a verilen tepkinin (mesela gözyaşının) doğrudan mealiyle ilgili olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Yani ‘mealinin hüzünlendirici bir manası varsa ağlanmalı bir tilavete’ diyorlar. Böylesi itirazları işittiğimde ben de diyorum ki: O mananın mealden ibaret olduğunu nereden biliyorsunuz? Veyahut o mealden yalnız sizin düşündüğünüz tepkinin doğacağından, ötesinin manasız veya cahillik eseri olduğundan nasıl emin oluyorsunuz? Ya ağlayan sizden daha farklı bir mana çıkarıyorsa?

Örneğin; Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) gözyaşlarına boğulduğu “Bugün dininizi tamamladım!” ayet-i celilesi, bir müjdeyi haber vermiyor mu? Normalde, bunu duyan bir müminin, kemale erme neşesiyle gülümsemesi gerekmiyor mu? Ama hayır, Hz. Ebu Bekir’in tepkisi böyle olmuyor, çünkü o ‘dinin tamamlanması‘ müjdesi içinde Allah Resulünün görevinin tamamlandığı ve artık gideceği haberini de işitiyor. (Gavvaslık bu.) Bu bir meal bilgisi değildir dikkatinizi çekerim. Üst bir farkındalıktır, tefekkür ve feraset işidir. Sargut Hanımefendinin ‘ağlanmaz‘ dediği Tebbet sûresinde bir üst farkındalık yaşamışsa birisi ve ağlamışsa ona, bu bilmezlik/cahillik eseri midir? Yoksa aksine daha büyük bir farkındalığın ürünü müdür?

Buna dair 25. Söz’de, yani nam-ı diğerle Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde Bediüzzaman’ın çok ince tesbitleri var. Örneğin; bir miras ayetinde veya faizin yasaklanışında veya taaddüd-ü zevcat bahsinde, ayetin koyduğu hükmün nasıl bir denge unsuru olduğunu, öyle bir zikrediyor ki; eğer içtimaî hayatın sağlıkla devamını bir büyük nimet bilenlerdenseniz ‘Elhamdülillah’ deyip gözleriniz yaşarmadan edemiyorsunuz. Hepsi birbirine bağlı çünkü. Rububiyet hikmetle, hikmet adaletle, adalet rahmetle.

Hatta bu açıdan bakarsanız Tebbet sûresinde altı çizilen Ebu Leheb’in azabı meselesi dahi Ebu Leheb misallerin ettiklerinin karşılığını bulacağı müjdesiyle bugün azap çeken binlerce mazluma bir tesellidir. (Mesela dünyasına girebilsek de bir sorsak; bir Gazzeli, bir Mısırlı, bir Suriyeli bu ayetle nasıl bir ümit ve teselli buluyor?) Gözyaşlarına boğduracak bir mesajdır. Bir umuttur. Bir kurtuluş ve intikam müjdesidir. Nasıl mealine bakıp yalnız, ağlanmasını yanlış ve ağlamayı cehalet görebilirsiniz?

Hatta hatırlıyorum, 6. Söz’ün başında geçen “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” ayet-i kerimesini, yine o söz ışığında şöyle bir rahmet tecellisi olarak konuşmuştuk bir yerde: “Malik-i Hakiki’nin zaten kendisinin olan mülkü senden satın almaya ihtiyacı mı var? Fakat öyle latif söylüyor ki, emrini; emir gibi değil, teklif gibi. Zaten senin kârına olan ve yapmazsan da canın yanacak bu alışverişi gönülçelen bir üslûpla süslüyor. ‘Zaten hepsi benim. Yapma da göreyim!’ demiyor. Bir çocuğun gönlünü eğler gibi, tenezzülat-ı ilahiye ile diyor ki: ‘Hadi, bana sat elindekileri ki, daha çok şeyler kazanasın!’ Şimdi bu ayete bakıp, insan, onun arkasındaki rahmet elini görmezse, hata etmez mi?

Böyle kat kat rahmete sarılı bir vahyin mesajını dinlerken, senin havas aklın almamış, ama onun avam kalbi bir köşesinden farketmiş, ağlamış, olamaz mı? Olabilir. Buna nasıl bilmezlik veya hata diyebilirsin? İnsan malumatına bu kadar köle olmamalı. Bu kadar ‘bildim’ dememeli ki, bilinmezlerin âlemi lütf-u ilahî ile ona açılmalı. Ferasetini kuşanıp baksan, “O sûrede aşk yok!” demezsin. Tebbet’i dinleyip ağlayanın da, sevinenin de sana verecek bir dersi var. Yeter ki; bildiğini bilmenin sonu zannetme. İlmi, malumundan ibaret görme. (Bitirirken son bir not: Kur’an’ın tefekkürünü, ona ağlamaktan daha çok önemseyen bir insanım. Ama ağlayanı da küçümsemem.)

Ahmet Ay

RisaleHaber

Çocuklar Neden Sorar?

Yeğenim yedi yaşına geldi. Eskisi gibi kucaklamamıza, öpmemize veya sarılmamıza müsaade etmiyor. Bütün bunlar ancak onun içinden de gelirse ve izni dairesinde olabiliyor artık. Bir şekilde anlaşmalısınız. Anlaşabilirsiniz, ki bu daha çok kazan-kazan tarzı bir vaadle mümkün olabiliyor, o zaman beyzadeden bir busecik almakla (artık yanaktan da yok, ancak başından öpebilirsiniz) şereflenebilirsiniz.

Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurunca, vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da şakacıktan vurmak denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.

Birşeyi aynı sadece: Soruları.İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze ‘harika’ görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.

Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.

Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: “Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?”

Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı değil, onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.

Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda “Sence nasıl olmuştur?” diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

“Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?” (Yasin sûresi, 78)

Bazen karamsarlığın eline düşüyor işte insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Yani meleke halini almasın. Karakter olmasın. Depresyona dönüşmesin. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke… Bunların hepsi normal. Hepsiyle barışman lazım. Hepsi senden. Ama bir farkla: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe… Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına… Tanıyorsun onu. Biliyorsun. Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda, kendimi kandıramadığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.

Amenna, diyorum. Elhamdülillah, diyorum. Daha neler neler söylüyorum neşeyle… O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana… O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka…

Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler

Bir insan Kazanma Metodu Olarak; “Tevbe…”

Bazen çocuk eğitiminde fıtratı/yaratılışı unuttuğumuzu düşünüyorum. “Ağaç yaşken eğilir!” mantığıyla bu işe sarılanlar, yaşı eğmeye çalışırken, o tazeciklerin çok dalını da bilmeden kırıyorlar. Hedef ‘eğmek’ olunca, kırılanlar çok da umurlarında olmuyor çünkü. Fıtrat yön vermiyor o zaman eğitime. Allah’ın yarattığı (fıtrat), yön verilen oluyor, köreltiliyor. Herkes aynı marangozhaneden çıkmış mobilyalar gibi. Fikir aynı, not aynı, tavır aynı… Bizi, birbirimizden yalnız numaralar ayırıyor: 354 Ahmet, 355 Turan, 356 Türkan, 357 Salih… Sistem bizi yalnız bu kadar farklı görüyor. Yahut da yalnız bu kadar farklı olmamıza müsaade ediyor.

Karne dönemlerini hatırlıyorum aradan yıllar geçse bile. Zayıflarından ötürü akşam eve gitmeye korkan çocukların sokaklarda fink attığı cuma akşamlarını unutamıyorum. Kimisi, elindeki tükenmez kalemle zayıflarını iki gibi yapmaya çalışıyor. Kimisi, karnesini yırtıp “Bana karne vermediler ki!” yalanına replik hazırlıyor. Ağlayanlar var. Bildiğin, okulun merdivenlerine oturmuş; “Ben bu karneyi nasıl evdekilere gösteririm?” diye ağlayanlar var. Kimisi daha da çekingen. Olabileceklerden o kadar korkuyor ki, kafasında ölmek ama eve gitmemek var (Allah korusun). O kadar kötü birşey olarak görüyor karneyi. Hayatının dönüm noktası gibi görüyor. Sanırsınız, ahirette hesabı bu karneden görülecek. Cennet/cehennem bu notlarla belirlenecek.

Neden mi böyle oluyor? İşte karneyi aynen öyle lanse ettiğimiz için sevgili büyükler. Bunu biz yapıyoruz. Koca koca hayatları olacak çocukları; minik minik karnelerde, evraklarda boğuyoruz. Büyük ruhları, hayalleri; küçük notlarla, mizanlarla ölçüyoruz. Diyeceksiniz ki; “Sistem böyle, başarılı olmak için notlarının iyi olması şart.” Peki, sizce bu sistem Allah’ın insan kazanma sistemi mi? Yoksa bizim garip icatlarımızdan birisi mi?

Geçtiğimiz ay Nesil Yayınları’ndan okuruyla buluşan Tevbeyi Yaşayanlar’ı okurken aklıma bunlar geldi hep. Yazarı Said Demirtaş’ın peygamberler tarihinden tutun asr-ı saadete, oradan günümüz yaşanmış örneklerine kadar bir dizi kırılgan hayatı konu ettiği bu kitap, aslında her ebeveynin okuması gereken cinsten.

Mesela orada Bişr-i Hafî ve Fudayl b. Iyad gibi iki örnek var ki; gerçekten manidar. Birisi, yaşadığı şehrin meşhur sefihlerinden; diğeri yaşadığı yörenin en namlı eşkıyalarından. Birisi, alkole düşkünlüğüyle herkese illallah dedirtecek kadar meşhur bir içici; diğeri bütün kervancıların kendisinin korkusundan yaka silktiği bir yolkesici. Ama en nihayet vardıkları nokta ne oluyor? İkisi de yaşadıkları dönemin meşhur velilerinden olarak hayatlarını tamamlıyorlar. Belki kullar çoktan geçiyor onlardan, ama Allah asla vazgeçmiyor.

Tevbeyi Yaşayanlar’da anlatılan kıssalar, hayatın içinde rastladıklarım ne kadar farklı birbirinden. Biz, çocuklarımızdan ve çevremizdeki insanlardan ne kadar da çabuk vazgeçiyoruz aslında. Sanki kapı tekmiş gibi ve o kapıyı kaçırmak tüm kapıları kaçırmakmış gibi muamele ediyoruz. Allah, insanı, yüz kapılı bir saray hükmünde yaratmışken biz o kapılardan yalnızca bir tanesinin—belki sistem tarafından dayatılan bir tanesinin—açılmamasıyla çocuklarımıza eziyet ediyoruz. Yıl boyunca, karne zamanına kadar psikolojik bir gerilimin eşiğinde bekletiyoruz onları. Peki nereden biliyoruz Allah’ın o saraya o kapıdan girilmesini istediğini? Belki de Allah o çocuğa başka bir gelecek planlamış. Yok mudur okulda başarısız olup da hayatta mühim yerlere gelen? Veyahut hayatta mühim yerlere gelmeyiversin; hayatta mühim yerlere gelmek, iyi insan olmanın tek şartı mıdır? Yok mudur sıradan ama iyi insan olan?

Böylesi bir okuma için Tevbeyi Yaşayanlar kitabını hepinize tavsiye ederim. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” olarak İmam Gazalî’den rivayet edilen hadisin bir rengini belki bu kitapta yakalayabilirsiniz. Allah’ın insanlara ne kadar çok fırsat verdiğini farkederek siz de sevdiklerinize hayatlarında mutlu olmaları için daha fazla fırsat verebilirsiniz. Ve en önemlisi; onlardan bu kadar kolay vazgeçmezsiniz. Çünkü Allah, umut kesmeyi yasaklamıştır. Yalnız kendisinden değil, çocuklarınızdan da…

 Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler