Etiket arşivi: Alaaddin Başar

Aklı başında olan insan

Elimde Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye var. Defalarca okuduğum bir cümle farklı bir çehreyle yeniden karşıma çıktı:

“Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.”

Önceleri bu cümleyi Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin çok uzaklardaki bir insana seslenişi gibi hayal etmiş ve kendimi unutarak hep başkaları namına okumuş veya dinlemiştim. Nitekim, ölümle ilgili konuları okurken de kendimi limanda demir atmış bir gemi gibi vehmedip, ölüm yolcusu başka insanları hayal etmişimdir.

Ama bu defa, içimden gelen bir sesin ikazıyla cümlenin sonundaki noktada duraklıyor, bir süre düşünüyor ve cümleyi tekrar okuyorum:

“Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.”

Ve soruyorum nefsime: Sen kendini bu terazide hiç tarttın mı? Öğrencilerine test usulü yaptığın imtihanların bir benzerini de kendine uygula, bakalım sorulardan kaçına doğru cevap vereceksin.

İnsanın başkalarına bakması kolay, kendine bakması ise ona göre biraz daha zordur. Çünkü, bu ikincide bir aynanın karşısına geçmesi gerekiyor. Birincisinde aynaya gerek yok.

Ben de “Aklı başında olan insan” ifadesini bir ayna yaparak kendime baktım. Bu tarife ne ölçüde giriyordum?

“Önce, hislerimi bir tarafa koyup, peşin hükümlerden de bütünüyle sıyrılarak ‘aklı başında olan insan’ nasıl olmalı?” sorusuna cevap vermeli, sonra da bu ölçülere ne derece uyduğumu test etmeliyim.” diye düşündüm.

Öncelikle hatırama gelen özelliklerden birkaç tanesi:

Aklı başında olan insan, dünyanın fani olduğunu, bu imtihan salonunun lezzet ve saadet yeri olamayacağını bilen ve ondaki nimetlere, servetlere ve lezzetlere o nispette değer veren insandır.

Aklı başında olan insan, “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifine tam ittiba etmekle daha dünyada iken ruhu cesedine galip gelen, yani kalb ve ruhunu inkişaf ettirmeyi bedenini beslemenin önünde tutan insandır.

Aklı başında olan insan, “İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar.” hadisinin verdiği haberi hayatına tatbik ederek bütün servetleri ve makamları rüyada kazanılan nimetler gibi gören insandır.

İnsan güzel rüyalar görmek, birkaç dakikacık da olsa, uzak beldelere gitmek, güzel manzaralar seyretmek ister. Bu isteğe karşı çıkılmaz, ama rüyadakilere gönül bağlamamak şartıyla. Uyanırsam bunlar elimden gidecekler korkusuyla karanlığa aşık olup ışığa düşman olmamak şartıyla.

Aklı başında olan insan, “Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını ve menbalarını göster.” niyazını gönülden yapan, gölgede kaybolmayıp asılların peşine düşen insandır. “Dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin” diyen Sâdi-i Şirazî gibi gölgeye bağlanmayan, onun için kavga edip kalp kırmayan insandır.

Aklı başında olan insan, en büyük himmetini ve en yoğun mesaisini kendi ruh dünyasına ayıran insandır. Bir insanın aklı, fikri sürekli olarak işinde gücünde, servetini artırmada yahut makamını korumada yoğunlaşmışsa bu adamın aklı başında değil işindedir; makamında, koltuğunda ve servetindedir.

Aklı başında olan insan, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “küçük dairede büyük ve daimî vazife, büyük dairede ise küçük ve ara sıra vazifeler”bulunduğu ihtarına kulak vererek, en büyük sermaye olan ömrünü en verimli sahalarda kullanan insandır. Kendisini fazla ilgilendirmeyen, ilgilendirse de onun tesir sahasının çok ötelerinde kalan sosyal meselelerle vakit kaybetmek yerine, kendisine her konuda bir görev ve sorumluluk sahası çizen ve hayatını bu sınırlar içinde en verimli şekilde geçirmeye çalışan insandır.

Aklı başında olan insan, “Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur” ayet-i kerimesine tam kulak veren, kalbine gıda olmayıp sadece nefsini besleyen geçici şeylere gönül bağlamayan insandır. “Dünyadan da nasibini unutmayan”ancak ona aşırı dalmakla “ahiretten nasibini unutma gafletine düşmeyen”insandır.

Aklı başında olan insan, parayı ve serveti aklıyla kazandığını bilen, aklını paraya ve mala satmayan insandır. Aklın hizmetçileri olan görme ve işitme gibi bir tek duygunun bile bütün dünya servetiyle değişilmediğini düşünüp aklını küçük sularda boğmayan insandır.

Aklı başında olan insan, saçındaki aklarda ölümün güzel yüzünü gören ve dünyadan çok daha güzel olan berzah âlemine güzel manzaralar, sevimli arkadaşlar gönderen insandır.

Aklı başında olan insan, ölümün son ve en güçlü habercisi olan sekerat halini sıkça hatırlayan ve ruhunu teslim ettiği sırada geride bıraktığı hiçbir şeyin ona fayda sağlamaya güç yetiremeyeceklerini düşünüp, Bâki olan Rabbinin rızasını hayatının en büyük gayesi yapan insandır.

Aklı başında olan insan, ruhlar âleminde başlayıp ebede giden hayat yolculuğunun cennetle son bulması için gayret gösteren, yol arkadaşları olan diğer insanlara da, bu vadide, faydalı olmaya çalışan insandır.

Aklı başında olan insan, dünya hayatını ayette haber verildiği gibi, bir oyun ve eğlence olarak görüp, Hazret-i Mevlâna’nın “İhtiyar oyunla oyalandıkça yüz yaşına da girse yine çocuktur.” dersini iyi dinleyip, oyunla oyalanmayan ve aslî görevini ihmal etmeyen insandır.

Ve “aklı başında olan insan,” Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!..ikazına candan kulak veren, yaptığı her işini Allah’ın rahmet ve inayetiyle gördüğünü hiç unutmadan kalbini daima Rabbine teveccüh ettiren insandır.

Aklı başında olan insanın daha başka özelliklerini de bunlara ekledikten sonra kendimi test etmeye karar veriyorum. Ancak, kendimi yine bir türlü aldatacağımı ve eski yolumda devam edeceğimi de şimdiden görür gibi oluyorum.

Alaaddin BAŞAR – risalehaber.com

Hukuklar Birleşiyor

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kâr kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun mahlûku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, ‘kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı’ tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, hâliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler; insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir.

Âlemlerin Rabbine inanan ve O’nun kulu olduğunu idrak eden bir insan da kul olarak yaşamaya mecbur.

Nurlardan nuranî bir cümle:

“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”   Mesnevî-i Nuriye

Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi hukukullaha, ikincisi ise kul hakkına misâl.

Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman.

Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah’ı bir bilmek de kul üzerinde İlâhî bir hak. Nitekim, Allah’a şirk koşmak affa girmiyor.

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48)

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir.

Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemâlinin kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlâhî san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Müşrik yahut dinsiz bir insan hukukullaha ait bu kadar vazifeden hiçbirini yerine getirmediği halde, günün birinde iman edince, Cenâb-ı Hak onun mazideki bütün borçlarını bir anda siliyor ve kul, hukukullahdan yana tertemiz olabiliyor.

Yine Üstadın cümlesine dönelim, imanı, salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlâslı ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlâhî birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayâller, sevdiğimiz mahbuplar meşru ise, helâl dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir. Bunlar içerisinde, “maddî ve mânevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yâni “kul hakkı” geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tesbihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Ve insan hayatına son vermenin günümüzdeki en yaygın şekli: Trafik kazaları… Alkol yahut acelecilik uğruna nice canlara kıyma, nice yuvaları söndürme felâketi.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.

“İmandan sonra küfre girme”, “evli olduğu halde zina etme” ve “haksız yere bir insanın kanına girme.” Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” Sünuhat

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, O’nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolayca anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya dökülüp de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mâl olmaması için İlâhî ikazlar geliyor ve ona Allah’ın bir kuluna yapılacak haksızlığın ebed yurdunda dehşetli bir cezayı netice vereceği ikaz ediliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (a.s.m.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.

Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim) 

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’dan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şerifden çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takib edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.”                                                                                  Hak Dini Kur’an Dili

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllık almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Nur Külliyatında gıybetin câiz olduğu birkaç madde sıralanırken, “Bir de o gıybet eden adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni, fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor” ifadesine yer verilir. Demek ki, bir günahı âşikâre olarak, bütün insanların gözü önünde sıkılmadan işleyen kimsenin gıybeti câiz. Bu cevazın da yine kul hakkıyla yakın alâkası var. Çünkü gizli günah işleyen bir insan Allah’ın emrine muhalefetle sadece kendisine zarar veriyor. Ama aynı günahı, insanlar arasında işlediğinde onların hukukuna da tecavüz etmiş oluyor. Zira, insanların bedenlerine indirilen darbeler gibi ruh dünyalarına, kalp huzurlarına verilen zararlar da kul hakkına girmekte. Meselâ, müstehcen bir kıyafetle insanların karşısına çıkan bir kadın, onları günaha soktuğu gibi, “sebep olan işleyen gibidir”hükmünce, o günahın bir misli de kendisine yazılıyor ve onun hayâsızlığını yadırgamak gıybet olmuyor. Bu yadırgama başkalarını aynı günahtan menetmek niyetiyle olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” yapılmalı. Yoksa, hazır cevazı yakalamışken gönlümce, doyasıya bir gıybet edeyim mânâsına değil.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tesbit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa   kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâl. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün mâliki. Her varlığına müstakil bir şahsiyet lûtfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah’ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Her insan bu dünyaya İslâm fıtratı üzere gelir. Günahlar o fıtratı bozar ve insanı azaba müstehak kılar; hem Allah’a isyan, hem de kul hakkına taarruz suçlarından.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah’a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük tecavüzü yapmış oluyor.

“Hem o tarik-üs-salât (namazı terkeden), kendi nefsine mâlik olmadığı için, kendi Mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” Lem’alar

Cenâb-ı Hakk’ın, âsi insanları birçok âyet-i kerimesinde “zâlim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı bu ifadelerde yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hâli o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, âsi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “benim Allah’ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilâve eder: “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait.”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah’ın kulu olduklarından gâfildirler.

Kur’an-ı Kerim’den ibretli bir işaretle bahsimize son verelim:

En’am Sûresinde: ‘Ölü etinin’, ‘dökülen kanın’, ‘hınzır etinin’ ve ‘Allah’dan gayrısının ismiyle kesilen hayvan etinin’ haram olduğu zikredildikten sonra, “Bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” buyrulur.

Müfessir efendilerimiz âyetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler: Zaruret hâlinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsaade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürülüyor:Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenâb-ı Hakk’ın kul hakkına verdiği azim ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Tanımazların İşbirliği

Bu dünya hikmet dünyasıdır. Eşyanın yaratılışı çoğu zaman ani ve defi değil, tedricen, yani zaman içinde ve kademeli olarak gerçekleşir. Nitekim, Kur’an’ın özeti olan Fatiha Sûresinde bütün medih ve senanın Allah için ve O’na layık  olduğu zikredildikten sonra, Allah’ın marifeti noktasında ilk olarak Rabbü’l-âlemin ismine yer verilir. Yani, Allah öncelikle bu isimle tanıtılır. Bunun hikmeti,  şu varlık aleminde gördüğümüz her şeyin bir terbiyeden en faydalı bir hale getirildiğini ders vermektir.

Allah, Rabbü’l-âlemindir;  bütün âlemleri terbiye eden, onları bir ilk noktadan alarak son ve mükemmel hallerine getirendir. Güneşi ışık verecek şekilde, gözleri görecek, kulakları işitecek şekilde terbiye eden Allah, mideyi hazmedecek, elleri tutacak, ayakları yürüyecek şekilde terbiye etmiştir.

Bu hikmet dünyasında, eşyanın terbiyesinde sebeplere de belli görevler verilmiştir. Çekirdek ağaç haline getirilirken, toprak, su, hava, güneş ve  mevsimler birer sebep olarak kullanılmışlardır. Bu unsurların her birisi kendilerini o noktaya getiren İlâhî terbiyeyi ilan ettikleri gibi,  onların ortak çalışmalarıyla meydana gelen o ağaç da kendisini ne güneşin, ne havanın, ne suyun  değil ancak Allah’ın terbiye ettiğini ilan eder.

Cenab-ı Hak melekleri ve ruhları doğrudan ibda yoluyla  yarattığı gibi bu alemi ve içindeki varlıkları da sebepleri hiç araya katmadan yaratabilirdi. Öyle yapmayıp, çoğu eşyayı inşa yoluyla, belli safhalardan ve farklı terbiyelerden geçirerek yaratmakla sebepler alemine de belli görevler yüklemiştir. Bu sebeplerin hiçbiri çekirdeğin tek başına bir iş yapacak halde değildir. Belli bir sonuca ancak diğer sebeplerin yardımıyla ulaşabilir. Burada sebeplerin acizliği, bilgisizliği, ondan daha önemlisi iradesizliği karşımıza çıkar ve bütün akıllara şu dersi verir:

“Esbâb, bir perdedir. Çünkü, izzet ve azamet öyle ister. Fakat, iş gören kudret-i Samedâniyedir.”   Sözler

Bunun en açık örneğini kendimizde görüyoruz. Yaptığımız  her iş mutlaka kollektif bir çalışmanın ürünüdür.  Bir yere gidiyorsak, bu bütün organlarımızın işbirliği ile gerçekleşir. En basitinden, bir tıraş olma bile  gözlerle ellerin  ortak çalışmasıyla gerçekleşir.  Ne göz eli tanır, ne el gözü. Her ikisi de bir ruhun emrindedirler ve onları birlikte çalıştıran odur.

Bu basit örneği bütün kâinat çapında düşündüğümüzde aklımıza ve kalbimize çok geniş marifet pencereleri  açılır.

Sadece bir örnek verelim:

Bir bitkinin imdadına  yağmurun yetişmesi, güneşin suyu buharlaştırması ve rüzgarın onu taşımasıyla tahakkuk eder.  Bu örnekte de, ne güneş rüzgarı tanır, ne rüzgar bulutu. Ayrıca bunların her ikisi de o bitkiyi ve suya olan  ihtiyacını bilmezler.

Bu tablo, bütün akıllara şu dersi verir:

       “Esbab bir perdedir, … iş gören kudret-i Samedaniyedir.”

Bu iradesiz varlıklar İlâhî kudretle bir araya gelmekte ve birlikte iş görmektedirler. O muhtaçların imdadına koşan, bu sebepler değil, onları da yaratan ve idare eden  “kudret-i Samedaniyedir.”

Bilindiği gibi, Samed ismi “Her şey O’na muhtaç o ise hiçbir şeye muhtaç değil.” manasına gelir.

Kudret, “fiilin sıhhati ve terki” şeklinde tarif edilir. Yani kudret, bir işi yapmaya da yapmamaya da yetkili olan bir sıfattır. Bundan dolayı, güneşin gezegenlerini çevirmesine kudret denmez, ama insanın eline aldığı bir elmayı havada çevirmesine kudret denilir. Zira, insan o hareketi istediği anda durdurabilir, güneş ise buna muktedir değildir.

O halde, iradesiz olan güneş ve hava kudret sahibi değillerdir. Yaptıkları işi terk etme şansları yoktur, kendilerine verilen görevi yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar, Cebbar ismine mazhar olmuşlardır, yaptıkları işi kendi arzularıyla değil bir cebir altında yapmaktadırlar; ellerimizin dişlerimizi temizleme hizmetleri gibi.

Sebeplerin icatta tesirleri yoktur, ama Allah’ın birer harika eseri, isimlerinin tecelligâhı olmaları yönüyle büyük önemleri vardır. Bizim sebeplere itibar etmemizin bir yönü budur.

Diğer yönü ise, Cenâb-ı Hak, hikmetinin gereği olarak, bazı neticeleri bazı sebeplere bağlamışsa, o sebeplere riâyet etmediğimiz takdirde o neticelerden de mahrum kalırız. Meyve ağacı dikmeyen ve bakımını yapmayan kişi meyve yiyemez. Bir mümin, meyve ağacını  bir rızık tezgâhı olarak değerlendirir, şükrünü o ağaca değil, kendisini onun eliyle rızıklandıran Allah’a  verir.

Sebeplerin icat hususunda hiçbir tesirleri yoktur. Sebepleri de yaratan Allah’tır, onların eliyle verilen neticeleri de.

Bu anlatılanları şöyle özetleyebiliriz:

  • Sebepler birbirini tanımıyorlar.
  • Çalışmalarıyla nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını bilmiyorlar.
  • O sonucu hiçbiri tek başına yapamıyor, yardımlaşmaya mecburlar.
  • O halde, o neticeleri irade eden ve sebepleri o noktaya sevk eden biri var.

Nur Külliyatında sebepler hakkında verilen önemli bir mesaj da onlarınperde-i izzet ve azamet” olmalarıdır.

Hastalık, musibet, ölüm gibi görünüşte çirkin sanılan, hakikatte ise güzel olan hadiselerde bu zahirî sebeplerin önemli bir görevi “perde-i izzet ve azamet”olmaları, insanların şikâyet oklarını onlara  atarak isyandan salim kalmalarıdır.

Öte yandan, sebepler hayırlı işlerde de yine “perde-i izzet ve azamettirler.”  Nurlarda ağaçlar için “tablacı” tabiri kullanılır. Cenâb-ı Hak, meyveleri insanlara doğrudan ikram etmek yerine, bu tablacıların eliyle takdim etmektedir.

İnsanlar, yaptıkları hayırlı işlerde sadece birer vasıtadırlar, birer sebeptirler. İnsana o hayrı işleme kabiliyetini veren Allah olduğu gibi, yaptığı işte kullandığı bütün malzemeleri yaratan da O’dur. Kâinat ağacından insan meyvesi süzen Allah, insandaki bu kabiliyetlerden de başka meyveler yaratmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Keriminde insana yaptığı ihsanları sayarken gemiden de bahseder. Görünüşte gemiyi insan yapmaktadır, ayette ise bunun bir İlâhî ihsan olduğu nazara verilmektedir.

İnsan, kendi varlığında ve dış âlemde İlâhî kudret ve rahmetin sergilediği mucizeleri hayretle temaşa edecek, başkalarına onun eliyle yapılan ihsanları da yine  Allah’tan bilecek ve ancak O’na şükredecektir.

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Üçüncü Söz’de beyan edilen ihtimalleri nasıl anlamalıyız?

Soru :

Sağ yolda gidenlerin onda dokuzu kurtuluyor. Onda bir zarar ihtimali var. Sol yolun yolcusunda ise onda bir kurtulma ihtimali var. Bu ihtimalleri nasıl anlamalıyız?

Cevap:

İslâm dini kişinin korku ve ümit arasında yaşamasını emreder. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin akıbetinden emin olamaz, kendini mutlaka cennetlik olarak bilemez. Yine,  insan ne kadar günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli ve “Ben artık kesinlikle cennet yüzü göremem.” dememelidir.

Mümin, yeise (ümitsizliğe) düşmeyecek, ucba da (ameline güvenmeye) kapılmayacaktır. Allah’ın rahmetinden ümit kesip meyus olmak gibi, Allah’ın gazabından emin olup uca girmek de yanlıştır.

Soruda geçen ihtimaller bize bu dersi vermektedir.

Konunun bir başka boyutu da şu olabilir: Kâmil bir mümin, ne kadar ibadet ederse etsin kendisini Allah’ın mülkü bilerek, “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” der ve bütün bu hasenelerine rağmen yine de Allah’ın kendisini cehenneme de koyabileceğini düşünür. İbadetleri onun kalbindeki Allah korkusunun azalmasına yol açmaz.  Bununla birlikte, ümitsizliğe düşmemek için de şu gerçeğin hatırlanması yerinde olur:

Allah dilediğini yapar. İradesi mutlaktır, sınırsızdır.

Şu da ayrı bir  gerçektir ki, Rahman, Rahim, Adl ve Hakîm olan Rabbimizin bir şeyi irade etmesi de hikmet, adalet ve  rahmet  üzeredir.

Alaaddin Başar

Bize bırakılsaydı…

İnsan çoğu zaman olayları aklıyla değil hissiyle değerlendiriyor. Yani, hikmeti değil, hevesinin tatminini esas alıyor ve yanılıyor.

Mesalâ, biz her zaman lambaları küçük, odaları büyük görmüşüz. Böyle bir ortamda yaşamışız, hislerimiz bu yönde gelişmiş. Şimdi, güneş sisteminin tanzimi bize bırakılsaydı, güneşi küçük  dünyayı büyük olarak takdir ederdik. O zaman, o küçük güneşin gücü bu büyük gezegeni çevirmeye yetmezdi. Güneş sisteminin yaratılışı, bizim hevesimizin hilafına cereyan etmiştir ve bunda binlerce hikmet olduğunu çok iyi biliyoruz.

Keza, ana rahminde iken bedenimizin tanzimi bize bırakılsaydı gözleri de ayakları da gereksiz bulurduk. Çünkü o âlemde ne gözle görüyor, ne de ayakla yürüyorduk. Ama, dünyaya geldik gördük ki, bizim hevesimiz ve hissimiz çok yanılmış. Beden ancak böyle olurmuş.

Fiziki ve anatomik olaylarda bu böyle olduğu gibi, insanın başına gelen hadiselerde de böyledir.

Bize göre hep sıhhatli kalmak iyi bir şeydir. Halbuki, bu dünya bir imtihan meydanı olduğu dikkate alındığında, insanı dünyaya bağlayan ve ahireti unutturan sıhhat nimetinin, çoğu insanlarda şükür yerine gaflete ve sefahate yol açtığı görülüyor ve o kimseler için sıhhat bir musibet oluyor.  Şimdi, Cenâb-ı Hak, bir kuluna hastalık vererek onun kalbini ahirete çeviriyorsa, bunda bin hikmet vardır. Bizim hevesimiz ise o kişi için binlerce zararı netice vermektedir.

Bunun en belirgin örneği Kur’an-ı Kerimde geçen Karun kıssasıdır. Onun hissi kendisini aldattı ve servetin faydalı olacağını zannetti. Fakat, servete kavuştuğunda zekâtını vermeyip helak olunca, anlaşıldı ki ona servet verilmemesi hikmet imiş.

Alaaddin Başar – Hikmetli Nükteler