Etiket arşivi: Alaaddin Başar

Kur’an’da delilin neticeden daha zahir olması

İ’lem Eyyühel-Aziz!

Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehimleri Kur’anca o kadar müraat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor. Çünki öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzımgelir. Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir. Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur. Meselâ: Hâlık’ın tasarrufatına delalet eden âyetlerden en zâhir, en aşikâr olan tabakayı وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ  السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ  اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ  âyetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır. Ve keza en aşikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır. Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terkedilmiştir.

Ve keza وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında “Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır” sahifesi de vardır. Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir. Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır. Çünki dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye ediyor. Zâten hayatın direkleri bu unsurlardır.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû’ ve gurubu nazara alınmıştır. Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır. Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur’anda tekrarlar vukua gelmiştir.

Açıklama:

“Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehimleri Kur’anca o kadar müraat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor.”

İnsanlar Kur’an ilimlerine vakıf olma yönünden, “avam ve havas” olmak üzere iki gruba ayrılır. Büyük çoğunluğu, Kur’an’ı anlamaktan, ondaki ince manalara nüfuz etmekten, işarî manaları keşfetmekten çok uzak olan avam tabakası teşkil eder.

İnsanları irşat için nazil olan Kur’an, sadece âlimlerin anlayabileceği ince ve derin manaları nazara verseydi, büyük kesim onun irşadından mahrum kalırlardı. Bu sebeple, çoğunluğu teşkil eden avamın anlayışı esas alınmış, bir ayetin çok farklı cihetleri varsa, bunlar içerisinde avamın rahatlıkla anlayabileceği mana nazara verilmiş, işaret ve remizlerle havas tabakasına da hitap edilmiştir.

Özellikle kâinattaki fennî hakikatlerle ilgili bahislerde, avamın anlayamayacağı şekilde hitap edilmesi halinde, Üstat hazretlerinin ifadesiyle “delilin neticeden hafî olması lâzım  gelir”di.

Bir başka risalede bu konuda şu örnek veriliyor:

“Mesela, eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: “Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenâb-ı Hakkın herşeye kadir olduğunu anlayasınız” deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu.” (İşaratül-İcaz, Nübüvvet Hakkında )

O zaman, İlahi azamete delil getirilen bu olayı, yani güneşin değil de dünyanın döndüğünü o günkü insanlar anlayamayacaklardı. Hislerine ters düşen bu gerçeği inkâr edecekler ve İlâhi irşattan mahrum kalacaklardı.

Halbuki,

Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir. Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur.”

Kur’an-ı Kerim, “tecri” kelimesiyle, güneşin “cereyan ettiğini” haber verir. Avam,  bu kelimeyi  “döner” manasında anlamakla,  kendi hissine uygun gelen bu manayı rahatlıkla kabul eder. Havas ise bu ifadedeki ince hikmetlere nazar eder. Güneşin içinde birbirinden farklı çok hareketler olduğunu düşünür. Ayrıca, güneşin gezegenleriyle birlikte Vega yıldızına (Herkül Burcuna) doğru aktığını düşünür  ve Kur’an’ın  belağatına hayran olur.

Yirmi Beşinci Sözde bu ayetin harika bir izahı yapılmıştır. Ona bakılabilir.

“Birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus, en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor.”

Bir mesele birkaç cihetten anlatılabilir. Kur’an-ı Kerim avamın anlayışına en ünsiyetli gelen, rahatça anlayabilecekleri üslubu tercih eder. “Veşşemsü tecri….”  ayeti bunun en güzel bir örneğidir.

“Çünki öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzım gelir.”

Kur’an-ı Kerim, kâinattan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, rahmetine, azametine, kudretine delil olarak bahsediyor. Delilin çok açık olması lazımdır ki, herkesçe kolayca anlaşılsın, tasdik edilsin.

“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir.”

İster güneş dönsün, ister dünya. Dünyayı döndürmek de, güneşi döndürmek de ilahi bir kudret gerektirir. Bu dönme konusunda insanlar arasında görüş ayrılığı varsa, ve çoğunluğu teşkil eden avam,  dünyanın durup güneşin döndüğünü kabul ediyorsa, onların anlayışlarına tamamen zıt bir ifade, onların irşadına  engel olabilir.

“Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur. Meselâ: Hâlık’ın tasarrufatına delalet eden âyetlerden en zâhir, en aşikâr olan tabakayı

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ  السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ  اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyetiyle zikretmiştir.”

Ayet-i kerime, “Allah’ın ayetlerindendir.” diye başlıyor. Sonra bu ayetler, yani Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına delalet eden mahlukat nazara veriliyor. Önce en geniş bir daire olan, “Semavat ve arzın yaratılışına”, sonra en dar bir daire olan “lisanlarınızın ve renklerinizin faklılığına” dikkat çekiliyor. Bu iki dairenin arasında olanları akla ve hayale havale ediyor.

“Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır.”

Vücuhun, yani insanların simalarının birbirinden farklılığı, renk ve lisan farklılığına göre daha gizli olduğundan terk edilmiş, daha rahat anlaşılan ve daha çok dikkat çekene öncelik verilmiş oluyor.

Ve keza en aşikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır. Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terkedilmiştir.”

Semanın yaratılışı da arzın yaratılışı da hem Allah’ın varlığına büyük birer delil, hem de bizlere büyük bir ihsan, büyük bir nimettir. Ayet-i Kerime bunların yaratılmasını nazara verdikten sonra, gece ve gündüzün ihtilafının da Allah’ın varlığına delil olduğundan bahsediyor. Bunlar da yine bizim için büyük nimetlerdir.

Gece ve gündüzün meydana gelişi nasıl olursa olsun, ister dünya güneş etrafında dönsün, ister güneş dünyanın etrafında dönsün bizim için, “nimet ve fayda olmaları noktasında” bir fark olmaz.  Bu manayı, yani onlardaki bu faydaları avam da bilir, havas da. Bir başka ayette, gecenin istirahatımız için, gündüzün de maişetimize çalışmamız için yaratıldığı nazara verilir.  Bütün insanlar bu büyük ihsanlara karşı şükürle mükelleftirler. Kur’an-ı Kerim bu büyük tasarrufu, bu hikmetli ve rahmetli icraatı nazara verirken, dünyanın kendi etrafında dönmesinden söz etmez. Zira, avam bu manayı anlamaktan çok uzaktır. Avam şöyle dursun, bilim adamları da yakın zamana kadar güneşin dünya etrafında döndüğüne inanıyorlardı.

Uyku ile gece arasında, uyanıklıkla da gündüz arasında münasebet var. Bizim hayatımıza uyanmayı ve uyumayı kim yerleştirmişse, gündüzü ve geceyi de o yaratmıştır. Gece olunca uyuyor, gündüz gelince işe koyuluyoruz. Bu gece-gündüz hadiseleri nasıl olursa olsun, bizim için fark etmediği için,  Kur’an-ı Kerim de o konuyu perdeli bırakıyor. Dünyanın döndüğünü doğrudan nazara vermek yerine, gece ve gündüzün yaratılışına ve onlardan edindiğimiz faydalara dikkat çekiyor.

Gece ve gündüzün ihtilafı Adem babamızdan beri var. Ve bu ihtilaftan insanlık tarihi boyunca herkes faydalanmış. Peygamberler  “Dünyanın döndüğüne, bunun sonucu olarak gece ve gündüzün olduğuna bakın da Allah’ın kudretini ve rahmetini seyredin.” deselerdi, bütün ümmetler inkâr yoluna gidebilirlerdi. Ama, gece ve gündüzün faydası konusunda hiçbir ümmetin bir itirazı olamaz, olmamıştır da.

Öte yandan, Kur’an-ı Kerim’de dünyanın döndüğüne de işaretler var:

“Geceyi gündüzün içine sokarsın ve gündüzü gecenin içine sokarsın.” mealindeki ayet-i kerime dünyanın dönmesine işaret eder (Âli İmrân Sûresi , 27).

Öte yandan, bir başka ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Dağları görürsün, onları camit (yerlerinde hareketsiz) sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler…”   Neml Sûresi,  88

Dağların yürümesi, dünyanın dönmesiyle mümkündür. Bu mana rahatlıkla anlaşılmadığından, bazı tefsir alimleri bu ayet-i kerimeyi, “kıyamette dağların yerden koparak yürüyecekleri” şeklinde yorumlamışlardır. Bu mana da doğru olmakla birlikte dünyanın döndüğüne işaret etmez.

Ve keza وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında ‘Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır’  sahifesi de vardır. Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir.”

En okunaklı sahife, dağların yeryüzünün üzerinde kazıklar gibi durmasıdır. Dağların arz sefinesinin dengesini sağlayan direkler olduğunu avamın anlaması mümkün değildir. Zira, dünyanın döndüğü, bu ayetin nüzulünden asırlar sonra ortaya çıkmıştır. Güneşin dünya etrafında döndüğünün kabul edildiği bir dönemde dağların dünya gemisine direklik yaptığı çok zor anlaşılır.

Keza, volkanlardan lavların fışkırmasının da arz sefinesinin dengesini sağladığı yine asırlar sonra anlaşılacak bir hakikattir.

Ayet-i kerime bu gibi hakikatlere işaret etmekle birlikte, dağlara, doğrudan, “direk ve kazık” demekle, bu fenni keşiflerden önceki asırlara en okunaklı dersi vermiş oluyor.

“Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır.

Çünki dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye ediyor.

Burada dağların arza direk olması mecazî manadadır. Kâinat ağacının meyvesi ve arzın halifesi olan insanın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında dağların büyük payı vardır. Üstadın ifade ettiği bu gibi hizmetleri yapmakla, hayatın direği olmuş oluyorlar. İnsan hayatının direği olmak, arzın da direği olmak demektir. Zira, arz da sema da insan için yaratılmışlardır ve ona hizmet etmektedirler. Kâinatın, bitkilere ve hayvanlara hizmeti tali derecededir.

“Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû’ ve gurubu nazara alınmıştır. Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır.”

Avamın ayları ve günleri hesap etmesi çok zor olduğundan, şeriatça ayın doğuşu ve batışı esas alınmıştır. Böylece,  özellikle bayram günlerinin tespiti konusunda müminler arasında bir ihtilaf, bir fikir ayrılığı ortaya çıkmamıştır.

Bu gün, memleketimizde kimse ne ayın doğuş ve batışına bakmakta, ne de bu konuda bir hesap yapmaktadır. Zira, devlet yetkilileri bunu bir görev olarak üstlenmişler, bu asrın teknolojisinin bütün imkânlarını kullanarak en doğru sonuçlara varmışlardır. Herkesin buna uymasıyla da, birlik ve beraberlik sağlanmış olmaktadır.  Yine yetkililer, bir sünneti ihya etmek için de rü’yet-i hilali (hilali görmeyi) ihmal etmemişler ve kaidesine uygun olarak yapılan rüyetlerle, fennî hesaplar her defasında uygunluk göstermiştir.

 Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur’anda tekrarlar vukua gelmiştir.”

Havas olanlar bir meseleyi bir defa söylenmesiyle hemen kavrasalar bile, avam için konunun defalarca tekrarına ihtiyaç duyulabilir. Üstat hazretleri, burada verilen derse bir örnek olmak üzere,  Kur’an’daki tekrarların bir hikmetini böylece nazara veriyor. Başka risalelerde bunun çok daha farklı hikmetlerini açıklıyor ve Kur’an’daki bir çok ayetlerin ve bazı kıssaların tekrar edilmesinin, hem te’kid (kuvvetlendirme) hem de tesis için olduğunu izah ve ispat ediyor.

Tesis üzerinde kısaca duralım:

Bina yaparken duvarları sıra sıra örmek tekrar değildir, tesistir. Bu tekrarlarla duvarlar, onların tekrarıyla katlar, katların tekrarıyla da binanın tamamı ortaya çıkmaktadır. Bir tek taş ile bir bina meydana gelmez. Bunun içindir ki, tespihlerde de tekrar vardır. Namaz sonunda sadece birer defa sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber demekle yetinmiyor, bunları otuz üçer defa tekrar ediyoruz. Bu tekrarlar, tesis içindir.

Alaaddin Başar

alaaddinbasar.com

Kâinat Nasıl Okunur?

Kur’an’sız Olmuyor

Bu âlem ve içindeki varlıklar, bir yandan kendilerine mahsus tesbihlerini yaparken, öte yandan hal diliyle durmadan konuşur ve akıl sahiplerinin dikkatini çekerler. Meselâ, insanı hiç tanımayan, dil nedir, tat nedir, renk nedir, koku nedir, vitamin nedir bilmeyen meyve ağaçları insana çok yönlü faydalar sağlayacak meyvelerini vermekle hal diliyle insanı düşünmeye ve şükre çağırırlar. “Bu nimetleri yaratan ancak senin ve bizim Rabbimizdir. Biz onun birer fabrikası, yahut birer hizmetçisiyiz. Meyvelerimizi afiyetle ye ve bizi senin için yaratan Rabbine şükür ve ibadette bulun!” derler.
Keza, görme nedir bilmeyen güneş gözlere ışık saçarken, ciğer nedir bilmeyen hava da kanımızı temizler… Örnekleri artırabiliriz.
Kâinattaki bütün varlıklar böyle farklı dillerle hem Allah’ı tesbih ederler, hem de insanla konuşurlar.
Gel gör ki, bir Hak elçisine ve bir İlâhî fermana muhatap olmayan insanlar, bu manevî sözlere, ya kulak tıkayıp sadece dünyanın gecici zevk ve menfaatleri için çalışmışlar, yahut o kelâmlara yanlış mânâlar vererek bâtıl mabudlara tapmışlardır.
İşte insana hem Rabbini tanıtmak, hem de bu varlık âlemini ve onda cereyan eden hadiseleri doğru olarak okutmak üzere İlâhî kitaplar nazil olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu fermanların sonuncusu ve en büyüğüdür.
Müşrikler o Hak kelâmına muhatap olmadan önce ne kâinatı okuyabiliyorladı, ne kendilerini, ne de taptıkları putlarını. Eğer bunları doğru okusalardı güneşe, nehire, ineğe ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmazlardı; kendilerinin ve bütün mahluklatın yaratılışını putlara isnat etmezlerdi. Akıldan uzak olan şirk ve küfür yoluna sapmazlardı. Onlar bu halleriyle dillerini bilmedikleri ve konuşmalarına bir anlam veremedikleri yabancı bir ülkede dolaşıyor gibiydiler.
Ve Kur’ân güneşi hidayet nurlarını bütün ihtişamıyla neşre başladığında gözlerini o nura kapamayanlar kendilerini de, bütün eşyayı da ilk defa görüyormuş gibi hayretle seyretmeye başladılar.
İkra! (Oku!) emriyle başlayan o İlâhî fermana iman eden insanlar, hem âlemlerin Rabbini hak bir inanç üzere tanıma imkânına kavuştular, hem de kâinat kitabını doğru okumaya, iyi anlamaya ve onda tecelli eden İlâhî isim ve sıfatları bilmeye başladılar.
Bu vesileyle, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin birbirinden güzel Kur’ân tariflerinden birisinden bazı kısımları şöyle bir hatırlayalım:
“Kur’ân; Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…” 
Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaba benzetiliyor ve tarifin devamında, âlemdeki varlıklar için “âyât-ı tekviniye” tabiri kullanılıyor. Tekvinî ayet, “kün emriyle yaratılan ve Allah’ın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfatını bildiren ve onlara delil olan” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetler Allah’ın kelâm sıfatından gelmişlerdir, kâinattaki ayetler ise kudret sıfatından… Nitekim Nur Külliyatında varlıklar için kelimat-ı kudret tabiri sıkça kullanılır.
Bu kâinat kitabı, bütün ayetleriyle Allah’ı tanıttığı halde hidayet nurundan mahrum olan insanlar o kitabın dilini anlamamışlardır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm; kâinat kitabını tercüme etmiş, insanlara anlatmış ve o kitabın kâtibi olan Rabbimizi bize tarif etmiştir. Onu sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bizlere bildirmiştir.
Kur’ân-ı Hakîm’in kâinat kitabını tercüme etmesi sayesinde, “künuz-u mahfiye” olarak nitelendirilen İlâhî isimlerin, varlık âlemindeki tecellileri görülmeye ve okunmaya başlanmıştır.
“Künuz-u mahfiye” (gizli hazineler) ifadesiyle Allah’ın isimleri birer hazineye benzetilmiştir. Meselâ, Hâlık ismi bir hazinedir; bütün mahlukat o hazinenin cevherleri gibidir. Muhyi ismi ayrı bir hazinedir;  bütün hayatlar da o hazineden gelir.
Şu kâinat kitabında, her mahluk gibi her hadise de bir kelime yahut bir satır hükmündedir. Onlarda da esmâ ve sıfat-ı İlahiye tecelli etmektedir ve onların da doğru okunması gerekir. İşte, hadiselerin altında gizli olan bütün hakikatler ancak Kur’ân’ın irşadı ve talimiyle doğru okunabilmiştir. 
Gece ve gündüz, sıhhat ve hastalık, sevinç ve keder, ihtiyarlık ve ölüm bu kitapta yazılmış birer hakikattirler. Bunlar içerisinde insan için en önemli hadise ölümdür. Ölümü, “hiçlik, yokluk, kabre girip çürüme ve kaybolma” olarak düşünenler, ölümün hakikatine erememiş, o en önemli hadiseyi yanlış değerlendirmişler demektir.
Her hakikat gibi ölüm hadisesinin hakikati de ancak Kur’ân’ın irşadıyla anlaşılır. Ölüm, dünyadan ahirete göçmektir. Bu göçün ilk adımı kabir hayatıdır. Onu ba’s denilen yeni bir doğum daha takip edecek, onunla da kabir âleminden mahşer meydanına çıkılacaktır.

Ölüm Mümit isminin, diriliş ise Bâis isminin tecellileridir.

Nur Külliyatı’nda ölümün hakikatiyle ilgili çok geniş açıklamalar yapılmıştır. Birkaçını hatırlayalım: Ölüm, “tebdil-i mekândır, vazifeden paydostur, ıtlak-ı ruhtur.” Kabir ise “bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.” 
Yine Üstadın Kur’an taifinin bir bölümünde “avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası” ifadesine yer verilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, mahşere çıkışla başlayıp, “vakfe, mizan, sırat, cennet yahut cehennem” şeklinde devam eden âhiret hayatının yol haritası çizildiği gibi, cennette mazhar olunacak çeşitli saadetler ve cehennemde tadılacak muhtelif azaplar da birer fotoğraf gibi insanın önüne konulmuştur.
Tarifin devamından bir başka hakikat dersi: 
“Zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı…”
Allah’ın zâtı, sıfatları ve şuunatı hakkında tek sağlam bilgi kaynağı Kur’ân’dır. Bu gaybî ve sonsuz hakikatler hakkında insanın ne aklı, ne de hayali bir şey yapacak durumda değildir. Allah, kendisini Kur’ân’la anlatmış olduğundan, insanların yersiz tahminlerine ve geçersiz fikirlerine ihtiyaç kalmamıştır.
Biz Kur’ân ayetlerinden ve onları tefsir eden âlimlerimizin eserlerinden, “Allah’ın zâtının vacip, ezelî, ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, sıfatlarının sonsuz olup ne kadar varlık yaratırsa yaratsın bu sıfatlarda hiçbir değişme ve eksilme düşünülemeyeceğini, zâtı ve sıfatları gibi, merhamet ve gazabının, şefkat ve gayretinin ve sair bütün şuunatının da mahlukatın halleriyle ve kabiliyetleriyle mukayese edilemeyeceğini” ve daha böyle nice hakikatleri öğrenmiş bulunuyoruz.
Son söz: 
Hak bir inanç üzere olmak, gerçeği olduğu gibi tesbit etmek, âlemi ve içindeki olayları doğru değerlendirmek istiyorsak bunun yolu şu ifadelerde çok net olarak gösterilmiştir:
“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, haktan gelip, hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

İbadet İçin Dünyayı Bütünüyle Terk Etmek Gerekli mi?

Bir ayet-i kerimede ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” buyruluyor. Ayette geçen “ibadet” kelimesine birçok tefsir alimi “marifet” manasını veriyorlar. Bir hadis-i kutsîde “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım.” buyrulması da bu tefsire kuvvet veriyor. Buna göre, varlık alemi Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olmak, sıfatlarının kemalini göstermek için yaratılmıştır ve inanan bir insanın bu tecellilere karşı muhabbetle, hayretle, tefekkürle, şükürle mukabele etmesi gerekir.
İşte bu ulvî görev, ayet-i kerimede “ibadet” olarak ifade edilmiş bulunuyor. Bunun en ileri ve en mükemmel şekli de namazdır. Bu hakikat Allah Resulünün (asm.) “Namaz dinin direğidir.” hadis-i şerifleriyle en veciz ve en güzel şekilde dile getirilmiştir.
ibadetBilindiği gibi, ibadet ikiye ayrılıyor; malî ve bedenî ibadetler. Bedenle yapılan ibadetleri namaz temsil ediyor. Mal ile yapılan ibadetleri ise zekât. Bu ayetin sadece mealine bakıp tefsirlerini okumayanların aklına şöyle bir soru takılabiliyor: “Biz dünyaya hiç çalışmayıp sadece ibadet mi edeceğiz?”
Bu soruya Sözler mecmuasından Dördüncü Sözde şu cevap veriliyor:
“Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.” Buna göre, yeme, içme, uyuma, ticaret yapma gibi işler de ibadet hükmüne geçebiliyor; namazın kılınması şartıyla. O zaman şöyle düşünmek gerekir: Bu işler yapılırken de insan Allah’ı hatırlayabilir. O zaman, yaptığı işi güzel bir niyetle yapar. Yemek yiyorsa, aldığı gıdaların bu alemden süzülmüş birer hülasa, birer İlahî ihsan olduğunu hatırlayan insanın yemesi de ibadettir. Ticaret yaparken, müşteriyi aldatmaktan korkan, yalan söylediğinde kul hakkına tecavüz etmiş olacağını düşünen, ticaretini helal yollardan yapıp aile fertlerine helal lokma yedirmek isteyen bir insan da bu düşünceleriyle bir nevi ibadet üzeredir. Ve yaptığı işler de ibadet hükmünü alırlar. Böylece, ayetin manası çok daha iyi anlaşılmış olur.
Namaz kılan kişinin dünya zevklerinin tümünü terk edip tamamen ahirete yöneleceği gençlerimize kasıtlı ve sistemli olarak telkin ediliyor ve böylece onlar namazdan alıkonulmak isteniyor. Namaz kılan bir gencin dünya hayatına ‘Bir lokma, bir hırka.’ anlayışıyla bakacağı sinsice vurgulanıyor.
Ben bunları yazarken bazı çevrelerin hac için yaptıkları itirazlar hatırıma geldi. Bizim gençliğimizde çevremizde genç yaşta hacca gitmek isteyenlere karşı çıkılır; biraz yaşlanması gerektiği, bu yaşlarda iken hac ibadetini taşıyamayacağı telkin edilirdi. “Taşımak” denilince “her haliyle olgun ve hürmete layık bir kişilikle topluma görünmesi, bir hacıya yakışır davranışlar sergilemesi” kastedilirdi. Bir genç için bunun zor olduğu sanılırdı. Bu sözü ilk duyduğumda şu soru hatırıma gelmişti: “Hac oruçtan daha mı ağır? Bir insan çocukluğundan beri oruç tutuyor, onu taşıyabiliyor da gençliğinde hac ibadetini niçin taşıyamasın?” “Hacı denilince dünya işlerinden bütünüyle çekilmiş bir tip takdim ediliyor. Sevinçle ifade edeyim ki, şu anda böyle bir telkin artık söz konusu değil. Genç yaşta hacca gidip, döndükten sonra da dünya işlerine başarılı bir şekilde devam eden iş adamlarımız, bürokratlarımız, bilim adamlarımız çoğalınca bu gibi itirazlar da artık duyulmaz oldu. Halbuki İslam’da böyle bir anlayışa yer yok. Bir kişi haccın farzlarını yerine getirdi mi hacı olur; isterse yol boyunca ticaret yapsın ve dönüşünde de yine ticaret yaparak evine dönsün.
Namazda da benzer bir durum söz konusu. Cuma namazı için “nida edildiği,” yani ezan okunduğu zaman alışverişi bırakmak gerekiyor. Bu husus ayetle sabittir. Tefsir alimleri, bu ezanın, ilk ezan değil, imam hutbeye çıkarken içeride okunan ezan olduğunu ifade ederler. Cumada hutbe okunması farzdır ve bu farzın başlamasıyla birlikte dünya işleri de bırakılır; tıpkı namaza durulduğunda yeme ve içmenin terk edilmesi gibi. Bu ikinci ezana kadar insan alışverişini yapabilir. Zaten ayetin devamında, namazdan sonra yeryüzüne dağılmamız ve Allah’ın lütfundan istememiz beyan edilmektedir.
Zevklerin terk edilmesi meselesine gelince, İslam’da yasaklanan zevkler gayr-i meşru olanlardır. Bunlar namaz kılsın veya kılmasın her Müslümana haramdır. Şu vecize bu tip sorular için güzel bir cevap oluyor: ‘Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.’ Yeme, içme, evlenme, para kazanma, makam sahibi olma, müzik dinleme, seyahat etme gibi insana zevk ve neşe veren ne kadar şey varsa, bunların hepsinin mutlaka meşru şekli de vardır. Ve bunlar, insanın nefsine zevk verdikleri gibi ruhunu da yaralamaz, incitmezler. Meşru olmayan zevkler ise nefsin hoşuna gitse bile, kalbi yaralar, ruha zarar verirler ve vicdanı rencide ederler. Halbuki, gerçek zevk, ruh ve kalbin aldıkları manevî lezzetlerdedir. Gençliğimize bu nokta hiç telkin edilmez. Sadece şehvet ve eğlencelerle nefislerine hitap edilir ve bunun ötesinde bir zevk ve saadet olabileceği hiç hatırlarına getirilmez. Halbuki, beden ruhun hanesidir.
Gerçek lezzetler, ulvî hazlar, ruh ile ve kalp ile tadılırlar. Yemenin, içmenin bir zevki olduğu gibi, anlamanın, ilim tahsil etmenin, kul olduğunu bilmenin, Allah’ın rızası için çalışmanın, alçak gönüllü olmanın, başkalarına yardımda bulunmanın da kendilerine has lezzetleri vardır. Bunlar bedenin organlarıyla değil, ruhun latifeleriyle tadılırlar. Gerçek zevk ve lezzet de bunlardadır.
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Ahiretten Şimdiye Kadar Kafası Kırık Olarak Kim Gelmiş?

Akıl; hislerden gelen mesajları bilgiye dönüştüren, o bilgi üzerinde derinleşen, yeni hedeflere uzanan ve bütün bunları kalbe intikal ettirmekle onda hayret, muhabbet ve iman feyizlerinin doğmasına vesile olan müstesna bir mahlukİnsana en büyük bir İlâhî ihsan...
Bir hayvan da önüne konulan gıdasını afiyetle yer… Ama, o gıdanın meydana gelmesi için güneş ışığından gece ve gündüze, havadan suya kadar çok şeyin, birlikte çalıştıklarından habersizdir.  Bu çok yönlü ve çok geniş düşünce âlemi onun için kapalıdır. O sadece rızkın lezzetini hisseder, duyduğu bu haz ile Rabbine hamdeder ve kendine mahsus tesbihini sürdürür.
“...Rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr¬ü fıtridir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayrı şuuri bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır.” Mektubat
 
İnsan ise hem o rızıktan aldığı lezzet için, hem onun kendi bedenine sağladığı faydalar için, hem de o rızkın bütün bir kâinattan süzülüp ona ikram edilmesindeki İlâhî ihsan için çok cihetlerle şükür ve hamd eder. 
Bilindiği gibi, âlemlerin Rabbi, gezegenleri cazibe kanunuyla güneşe bağladığı gibi, dünya yüzündeki bütün varlıkları da çekim kanunuyla yere bağlamıştır. Hayvanlar da insanlar da mıknatısa yapışan çiviler gibi,  bu akıl almaz kanunla yeryüzüne raptedilmişlerdir. Hayvanlar bunun farkında değildirler. Onlar sadece dünyanın kendilerine mesken olan kısmını görürler, onun ötesinden habersizdirler. İnsan bunu bilmekte ve bu “kudret, hikmet ve rahmet tecellisine” karşı, Allah’a şükür ve hamd etmektedir.
Örnekler artırılabilir..
İnsan, akıl nimeti sayesinde, sadece bulunduğu şehri tanımakla kalmaz, başka şehirleri ve ülkeleri de bilir. O beldelere de seyahat eder ve nimetlerinden faydalanmaya çalışır. 
İşte o şehir bu dünyadır ve bu şehirden sonra başka âlemler de vardır ve bu dünya imtihanından sonra bütün insanlar o âleme gideceklerdir.
Dünyaya irademizle gelmediğimiz ne kadar açık bir gerçek ise, bu dünyadan ahiret alemine de yine irademizle gitmeyeceğimiz o kadar açıktır. 
Gel gör ki, bazı insanlar ahireti inkâr etmekle bu yolculuğun seyrini değiştireceklerini vehmederler. Bununla da kalmayıp başkalarını da ahirete iman konusunda şüphelere düşürmek için gayret gösterirler. Bu dünya seyahatinin güzergâhı “dünya, kabir, mahşer, mizan, sırat ve bir sonraki menzil olarak da cennet yahut cehennem” şeklinde takdir edilmiştir.
İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir.”   Mesnevî-i Nuriye 
 
Bütün yolcular mizan sonrasına kadar aynı yolu izlemekte, mizandan sonra yollar ayrılmaktadır; bir kısmı ebedî saadet diyarı olan cennete, bir kısmı da azap beldesi olan cehenneme gitmek üzere…. 
İradelerini yanlış kullanarak, dünya hayatını küfür ve isyan eksenli olarak tanzim eden bazı insanlar, ahireti inkâr noktasında derler ki, “Ahiretten şimdiye kadar kafası kırık olarak kim gelmiş?
Tamamen demagoji üzerine kurulu bu sözü kısaca tahlil edelim. Evvelâ, ahirette kafa kırılması söz konusu değildir. Cehennem azabı, kafasıyla, koluyla, bütün organlarıyla birlikte ateşte yanma şeklinde tezahür edecek, beden yoluyla alınan bu maddî azaplar yanında cehennem ehlinin ruhları da akıl almaz manevî ızdıraplar çekeceklerdir. 
“Dünya ahiretin tarlası” olduğu için dünyadaki maddî ve manevî elemler ahirette de çok daha ileri seviyesiyle bulunacaktır. Dünyada, kolumuzun kırılmasından yahut dişimizin ağrımasından duyduğumuz maddî acıları çok gerilerde bırakan manevî elemler de çekmekteyiz. Haksızlığa maruz kalmamız, birisi tarafından hakarete uğramamız, annemizi-babamızı kaybetmemiz gibi nice manevî elemler vardır ki maddî acıları adeta unutturur.
 
Bahsimize konu olan o sözün aklıdan çok uzak olmasının bir yönü de şudur:
Bilindiği gibi, “ahir”; “sonraki,” “sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçup denizlerin yanmasından sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.
Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeğe gücü yetseydi, bu gücünü dünyada iken kullanır ve ahirete gitmezdi. Yahut, ihtiyarlıktan geri döner, yeniden gençleşirdi.
Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zâten ölümle insanın cüzi iradesi, bir bakıma, son buluyor ve her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor.
İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.
Konunun bir başka yönü:
İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete îman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi,  “Hususi bir yere bakmayan ve îmân hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez””  (Asa-yı Mûsâ) 
Birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görülmesi sonunda buzdolabına rastlanmadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkâr ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, davasını ispat edebilmesi için o şehrin tamamını gezip dolaşması gerekir. 
Ahiret, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.
Prof. Dr. Alaaddin Başar
Sorularlaİslamiyet

Doymayan Midelere Tükenmeyen Sofralar..

Nur Külliyatı’ndan Yirmi Dördüncü Söz’de, kulluk görevimizi, geçmiş nimetlere şükür için yaptığımız beyan edildikten sonra, mazide nail olduğumuz şu nimetlere özellikle dikkat çekiliyor: 
 
Yoklukta kalmayıp var olmak, cansız olmayıp hayata kavuşmak, hayvan olmayıp insan olmak, dalâlette kalmayıp hidayete ermek, imanın bir nuru olan muhabbet nimetine mazhar olmak.
 
Dersin tamamında, kıldığımız namazların, tuttuğumuz oruçların bu nimetlerden birisinin dahi şükrüne kâfi gelmeyeceği akla kabul ve kalbe tasdik ettirilerek, cennetin sırf lütuf olduğu çok açık olarak ortaya konulur.
 
Bu çok önemli dersten bazı bölümler: 
“…Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i ni’met içinde senin önüne koymuştur.”
“İştihalı bir mide”, sadece hayvanlarda ve insanlarda bulunur. Ne cansız varlıklarda ne de meleklerde mide bulunmadığından, onlarda Rezzak ismi tecelli etmez. Bitkiler, bir  yönüyle rızıklananlar grubuna girseler bile onlar, esas olarak,  insanlara ve hayvanlara rızık olmak üzere yaratılan ve yeryüzü sofrasında dizilen nimetlerdir. 
“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.”
Bu ifadelerle, çok geniş bir nimet sofrası ile karşılaşıyoruz ve şükür vazifemiz de bir o kadar artıyor. 
 
Buna göre, bir insan, tok da olsa, akşama kadar sürekli beslenmekte, gıda almaktadır. Neye baksa, sanki o şeye elini uzatmış ve gözüne sokmuş gibi oluyor. Böylece insan, görme nimetinden sürekli istifade ediyor ve sürekli rızıklanıyor. 
 
Aynı şekilde, insan gün boyunca yaptığı konuşmalarla da ayrı bir rızık sofrasından faydalanıyor. Muhatabımızın sesi kulak zarımıza çarptığında, bir nimeti ağzımıza götürmüş gibi oluyoruz. Bundan sonraki safhalarda işitme olayı gerçekleşiyor ve insan çok büyük bir nimete daha kavuşuyor. Görme ve işitme engelli kardeşlerimize bu nazarla bakmalı ve sadece bu iki nimet için bile Rabbimize ne kadar şükür borçlu olduğumuzu düşünmeliyiz.
 “… İnsaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni’met, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.”
İnsanın hayvanlar âleminden ayrıldığı en önemli çizgi akıl sahibi olması; böylece gerek kendi nefsinde, gerek haricî âlemde sergilenen sanat harikalarını düşünmesi, değerlendirmesi, eşyanın hakikatine nüfuz etmeye çalışması, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkileri kurarak bazı hükümlere varmasıdır.   
 
İnsanlık mahiyeti de çok rızık ve nimetler istemektedir. Başta akıl olmak üzere, hayal, hafıza, vicdan, cüz’i irade gibi manevî cihazlar, bir yönüyle de insan için birer nimettirler. İnsan, bu nimetler yardımıyla hem mülk, hem de melekût âlemlerinde incelemelerde bulunur.
 
Her ne kadar, mülekût denilince, öncelikle, görünmeyen âlemler hatıra gelse bile, “Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” (Mesnevî-i Nuriye)hükmünce, insanın iç organları ve arzın yer altı kaynakları da melekût olarak değerlendirilebilir. Zaten, burada bu mâna ön plana çıkmıştır. 
 
İnsan; aklını kullanarak, organlarının varlığını, bedendeki yerlerini, şekillerini, büyüklüklerini, görevlerini, ihtiyaçlarını, hastalıklarını ve tedavi çarelerini arar ve bulur. Bir hayvan bunların tamamından mahrumdur. Ne midesini bilir, ne de yediği gıdaların mideye gittiğini… Keza, ne akciğerini tanır, ne de aldığı nefesle kanının temizlendiğini.. 
Yine insan, atmosferden, Güneşe’, Ay’a; madenlerden, ışınlar âlemine kadar çok şeyi “aklın eli yetişecek nisbette” bilir ve bu haricî âlemden de bütün gücüyle istifade etmeye çalışır. 
“… İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i ve îmânı sana verdiğinden, daire-i  mümkinat ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.” 
İslâmiyet ve îman nimetinden mahrum olan inançsız insanlar da akıllarını kullanarak mülk ve melekut âlemlerini bilmekte ve onlardan istifade etmektedirler. Şu var ki, onlar kendilerini ve bu âlemi sahipsiz ve Hâlık’sız vehmettikleri için, eşya hakkındaki bilgileri onların kalb ve ruhlarını terakki ettirmez. Sadece elde ettikleri başarılarla dünya nimetlerinden biraz daha fazla faydalanırlar. Ve yine bu başarılarla nefisleri gurur ve kibirle kabarır, enaniyetleri kuvvetlenir. 
 
İslâmiyet ile müşerref olan bir insan ise, bu mülk ve melekut âlemlerini Allah’ın yarattığına ve kendisinin istifadesine sunduğuna inanır. Bu eserlerdeki güzelliklerin ve kemallerin “Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin”tecellileriyle hasıl olduğunu bilir; aklıyla beraber kalbi ve bütün latifeleri ulvî zevklere erer. 
 
Kalbde îman nuru ziyadeleştikçe, ona bağlı olarak marifet ve muhabbet nurları da inkişaf eder. Allah’ın bir ismi Nur’dur; bütün isimleri ve sıfatları nuranîdir. Ve bu nuranî sıfatlar muhittirler, yani bütün eşyayı ihata etmişlerdir. İşte insan, îman nuruyla her neye baksa onda İlâhî isimlerin nurlarını müşahede eder ve bütün varlık âleminde o muhit nurun cilvelerini müşahede eder.   
“Sonra, îmânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.”
 Muhabbetin “gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet”olması iki şekilde anlaşılabilir:
 
Birincisi; insandaki muhabbet sonsuzdur. İnsanın yemesi ve içmesi gibi, akla dayanan işleri de sınırlıdır. Çok yiyen insanın midesi rahatsız olduğu gibi, sürekli okuyan bir kimsenin de zihni yorulur, başı ağrımaya başlar. Ama muhabbet böyle değildir. Kalbin, muhabbetten yorulması düşünülemez. Muhabbet arttıkça kalbin huzuru ve süruru da artar. 
 
Sonsuzluğun ikinci mânası ise, bu muhabbetin ahirette ebediyen devam edeceğidir. Dünyada çiçeklerin geçici güzelliklerine hayran olan insan, cennette hiç solmayan çiçeklerle, hiç bitmeyen rızıklarla, hiç kaybolmayan manzaralarla karşılaşacak, Rabbine karşı muhabbeti artarak devam edecektir.
Prof. Dr. Alaaddin Başar