Etiket arşivi: alevilik

Kapı neden önemli?

Son zamanlarda sosyal medyada dikkatimi çeken bir temayül ve damar var. Ehl-i Beyt sevgisinin Sünnet-i Seniyye vurgusu yapılmadan mümkün olabileceğini sanan bir damar. Doğrudan Şiilik propagandası yapmadan lakin Şia bakış açısını ufak ufak aşılayan bir damar. Halbuki mürşidimin dediği gibi: “Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Ehl-i Beyt’i Sünnet-i Seniyye’den ayıran sevgiyi istikametsiz biliriz. Onu ancak şunun vesilesi olduğu için severiz. Sünnet-i Seniyye’ye götürmeyen Ehl-i Beyt sevgisi nazarımızda merduttur. Çünkü meveddetten murad Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ittibadır. Her yolun vardığı şehir ancak odur. Ona varmayan yollar da kapılar da nazarımızda boştur.

Sened ve kaynak yönünü çok bilmemekle birlikte (Tirmizi’de benzer şekilde geçtiğini biliyorum yalnız), hadis olarak işittiğim, Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır ifadesini anlamaktaki genel temayül elbette faziletinde hiçbir şüphe olmayan İmam Ali efendimin (r.a.) sitayişine dairdir.

Onun, nebevî mirası taşımaktaki liyakatine veya ehl-i beytin nesiller boyunca ümmet içinde icra edeceği hizmetin bidayetine işaret olarak yorumlanan bu hadise benim bir farklı bakışım daha var. Bu bakışımın beslendiği kaynak Alevi kökenli oluşum. Sünni kardeşler ürkmesin hemen. Çünkü yaptığı istikamet çağrısı nedeniyle hoşlarına gidecek birşey söyleyeceğim. Diyorum ki: Bu hadis, Hz. Ali’nin (r.a.) değerine dair verdiği kıymetli bilginin yanında, Hz. Ali’ye (r.a.) haddinden fazla makam verenlere de bir ayar çekiyor. Peki bu ayarı nasıl çekiyor?

Sözün verdiği imkandan hareketle şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır” derken, Hz. Ali’nin kıymetini ifade etmenin yanında, ‘Kapıyı şehir yerine koymayın. Kapının amacı şehre girmektir. İfrat edip aracı amaç haline getirmeyin!” uyarısı da yapıyor diyemez miyiz? Ben böyle de bir yorum yapabilmeyi mümkün görüyorum. “Neden?” derseniz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali’ye, ‘bu ümmet içinde Hz. İsa’ya benzer/yakın bir kaderi yaşayacağına yönelik’ şeyler söylediğini de biliyorum. Mürşidim Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde naklediyor:

Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: ‘Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—’ibnullah’ dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. (…) Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.‘”

Bakış açısı dediğimiz şey, baktığımız şeyden alacağımız hisseyi de etkiliyor. Ali’siz Aleviliğe karşı ‘Ali’li Aleviliği’ savunmak güzel, Hz. Ali’ye ‘ilmin kapısı’ olarak bakmak da öyle. Fakat Hz. Ali’nin ‘şehri Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olan ilmin ancak kapısı olduğunu’ kalpte tutmak en değerlisi. Bediüzzaman’ın ‘mana-i harfi’ dediği bakış açısı eğitimi tamamen bunun üzerine… Yani hakikati ararken neye-neyi görmek için baktığımız da önemli. Sadece bakmak yetmiyor.

Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. (…) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re’fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir.

Dediğim gibi: Alevi kökenli bir insanım. İşin ifratını çok gördüğüm için istikametinin altını çiziyorum. Hadis-i şerifin muhabbete verdiği şevk dışında çizdiği çerçeveye de nazarlarınızı çevirmeyi arzuluyorum. Ve hatırlatıyorum: Kapı açıldığı yerden dolayı kıymetlidir. Açıldığı yerde kıymet varsa kıymetlidir. Yârin kapısı ile hasmın kapısı, velev malzemesi bir olsun, bir olmaz. Şehri kaçırırsanız kapılar sizi hiçbir yere götürmez. Kapıyı elbette ve maaliftihar sevelim ama bizi şehre ulaştırdığı için sevelim. Şehri sevdiğimiz için sevelim. Şehrin de kapıdan bahsi bunun içindir. Şehri arzulamayanın kapıya duyduğu muhabbette hayır yoktur. Mürşidim bu sadedde bizi uyarırcasına der:

Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

Ahmet AY – risalehaber.com

Alevi Ne Demek?

Kelime manasıyla Alevî, Hz. Ali’yi seven ve ona mensup olan kişi demektir. Hz. Ali’yi sevenler, başlıca iki gruba ayrılırlar: Hasbî ve samimî taraftarlar ve siyasî taraftarlar. Bunlardan birincisi, ona Allah için muhabbet göstermişlerdir. Bu muhabbet safi, net ve durudur. Kaynağı salâbet (sağlam) ve hamiyet-i diniyedir. Bu hasbî taraftarlar, Hz. Ali’ye (ra) iki nokta-i nazardan teveccüh göstermişlerdir. Birincisi Hz. Ali’nin (ra) yüksek kemalâtı ve üstün meziyetleridir. Onun fazilet ve kemalâtı, takva ve ubudiyeti, müminlerin kalb ve dimağlarında, muhabbet ve takdire inkılâp etmiştir.

İkincisi, Hz. Ali’nin (ra) Ehl-Beyt silsilesinin mümessili olmasıdır. Müslümanlar o silsilenin başı olan Hz. Ali’ye (ra) samimî bir muhabbet ve derin bir saygı göstermektedirler. Bu iki cihetten kaynaklanan muhabbet, Kur’an ve Sünnet çizgisine uygundur. Dine gölge değil, vesile olmaktadır. Meşrudur, mâkuldür. Fıtrî, hasbî ve samimîdir. Hz. Resulullah (sav), istikbâlde ortaya çıkacak fitne ve fesatlarda, Hz. Ali’yi (ra) ümmet nazarında ithamlardan korumak için onun kemalât ve meziyetlerini ehemmiyetle şöyle nazara vermekte: “Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur.” “Ali’yi yalnız mü’minler sever, ona yalnız münafıklar buğzeder.” “Ben size iki şey bırakıyorum: Kur’an ve Ehl-i Beyt’im. Bunlara temessük ederseniz, kurtulursunuz” gibi hadîs-i şerîfleriyle bu iki ciheti tescil ve ilân etmektedir.

Hz. Resulullah’ın (sav) bu takdirkâr beyanları, onun kemalâtın bir hüccet ve delil teşkil eder. Bu emr-i Peygamberî’den dolayı başta Sahâbe-i Kiram olmak üzere bütün Müslümanlar, Hz. Ali’ye (ra) ve Ehl-i Beyt’e teveccüh göstermişler ve o silsile-i azimeyi hasbî olarak sevmişlerdir. Bu mânâda Hz. Ali’yi (ra) sevmek, dini sevmek, Hz. Peygamber’i (sav) sevmek demektir.

İkinci grub taraftarlar ise, onu siyasî mânâda sevenlerdir. Bunlar arasında ciddî bir hedef birliği yoktur; herbiri, ayrı bir sebeble Hz. Ali’ye (ra) taraftarlık gösterirler. Bilindiği gibi, siyasî tercih ve taraftarlığın kendine mahsus bir mantık ve bir hedefi vardır. Genellikle, siyasî faaliyetler, ister istemez siyasî varlığın tesciline ve devamına hizmet edebilecek muhtelif sâiklerin emir ve kontrolüne girer. Bilhassa siyasî tansiyonun yükseldiği zamanlarda, siyasî faaliyetler içerisinde tarafgirlik, menfaat, rekabet, kıskançlık, kin, hased, hırs, soy-sop taraftarlığı gibi hisler, şiddetli ve acımasız bir biçimde ortaya çıkar. İçtimaî bünyede bir çatışma iklimine girilir. Hareket noktaları birbirinden farklı birçok fikirler, aynı hedefte birleşebilir.

Siyasî taraftarlık şekil ve satıh üstü hedefler açısından bir birlik ruhu gösterirken, gerçek cephesiyle, yani gaye ve niyet itibariyle birbirinden farklı ve dağınıktır. Siyasî taraftarlar, bir yığını andırır. Bu yığında farklı keyfiyette hizipler, grublar mevcuttur. Genelde her grub, her siyasî hizib, kendi maksadını tahakkuk ettirmek için siyasî kitleye güç ve kuvvet katar. Bu sebeble, siyasî tercih ve tarafgirlikte, fikrî ve hissî bir insicam yani uygunluk bulunmaz.

Peki Alevilik bir fırka veya mezhep midir?

Alevilik aslında bir fırka veya mezheb değildir. Âl-i Beyt’in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır. Mes’elenin tarihî seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şeklinde gelişmesi şöyle olmuştur: Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bâyezid’i yendikten sonra, Anadolu’dan aldığı otuzbin kadar esiri İran’a götürmüştü ve bunları Erdebil’e yerleştirmişti. Bunlar, zamanla Erdebil Şeyhiolarak bilinen Şeyh Ali’ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, arasıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhi’nin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh: “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu’dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu’ya döndü, bir kısmı da Erdebil’de kaldı. Erdebil Şeyhi, Anadolu’ya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Bu tarikatta Hz. Ali (ra) muhabbeti esas alındığı için, bu tarikata devam edenler, Hz. Ali (ra) sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu vasıflarından dolayı Alevî denildi.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Alevilik Konusundaki Kırmızı Çizgilerimiz

alevilik-konusundaki-kirmizi-cizgilerimizBugünlerde Alevilik ve Cemevleri tartışması yine alevlendi. Önce birileri Diyanet İşleri Başkanlığı adına bazı teklifler var diye uydurmalarla ortaya çıktı. Daha sonra finansmanını Hoca Efendi Hizmetinin karşılayacağı ve hatta bugünlerde temeli atılacak olan Cami-Cemevi-Aşevi Kompleksi gündeme getirildi. İster gerçek manadaki Aleviler ve isterse Hoca Efendi Hizmeti işin içinde olduğu için bütün Ehl-i Sünnet konuyla alakalı soru işaretleri taşıyor ve belli kesimler de bunu kullanıyorlar. Bu sebeple konuyla alakalı kırmızı çizgilerimizi tekrar hatırlatmak icabetmektedir.

Evvela şunu belirtmek istiyorum ki, alevî-sünnî diyalogunun yapılabilmesi için, her ikisinin de ehl-i tevhîd manasında ve İslâmın gölgesi altında düşünülmesi gerekir. Aksi takdirde, bugün Alevîliğe, özellikle belli çevreler tarafından öyle manalar verilmektedir ki, bu manaları, ne Alevîliğin ileri gelenleri ve ne de din mensubu bir insanın kabul etmesi mümkün değildir. Mesela “Alevîlik bir inanç sisteminden ziyâde hayât tarzıdır. Alevîlik öte dünya üzerinde değil bu dünya üzerine; efsâne üzerine değil insan üzerine kuruludur. Osmanlı değil ve Arap hiç değildir. Çoğunlukla Türk, biraz Kürt’tür. Orta Anadolu insanının yaşam tarzıdır. İslâmdan etkilenmiştir; ama Şamanist karakter taşır. Kısmen Budizm ve Hıristiyanlığın etkisi altında kalmıştır. Şi`î hareketiyle çok az ilgilidir ve soyut bir Ali sevgisi vardır.”[1]. Dikkat edilirse, bu sözleri söyleyen insan, başta âhireti inkâr etmektedir; İslâmiyetle olan bağını, sadece. Şamanizm kadar görmektedir. Hz. Peygamber’ e uymayı Arap olmak gibi takdim etmektedir. Bu grup ile, adları ne olursa olsun, bizim diyalogumu olamaz; kestikleri yenmez ve kız alınıp verilemez. Buna tarih boyu karşımız çıkan Dürziler, Nusayriler ve kısaca imanın altı esasını ve İslamın beş şartını kabul etmeyen herkes dahildir. Ben Aleviyim dese de farketmez.

İkinci olarak ise, burada şunun tesbit edilmesi gerekir: Tarih boyu, başta Alevîlerin ve biz sünnîlerin hürmet gösterdiği on iki imam olmak üzere, alevîsi ve sünnîsiyle bütün Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet’in temel esasları olan Allah’ı bir bilmekte; Hz. Muhammed’i O’nun hak peygamberi olarak kabul etmekte ve Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğuna iman etmekte ittifâk halindedirler. Bu üçünden taviz verenin, adı ister sünnî olsun ister alevî olsun, müslüman olarak karşımıza diyalog için çıkması mümkün değildir. Ancak başka bir dinin mensubu olarak onunla mu`â-mele edilir. Zann ediyorum ki, bu noktada, hakiki alevilerden hiçbirinin itirâzı yoktur. Ayrıca başta İmam Ca`fer-i Sâdık olarak bütün imamlar ve İslâm âlimleri, zarûriyât-ı diniye olarak adlandırdıkları namaz, oruç ve zekât gibi farzları; içki içmemek, fuhuş yapmamak ve kumar oynamamak gibi yasakları, dinin tabi`î parçaları görmede ittifâk halindedirler. Bizim tesbitlerimize göre, bunları yapmamak ayrıdır; reddetmek ayrıdır. Alevî veya sünnî bir insan, bu saydıklarımızı yerine getirmeyebilir; ancak dinde yoktur demeleri mümkün değildir. Böyle bir inkâr karşısında, alevî sünnî diyalogunun da manası yoktur. Bu grup ile diyalog mümkündür; kestikleri yenilir ve kız alınıp verilebilir. Yeter ki, imanın altı esasını ve İslamın beş şartını kabul etsin. Bize göre, Alevilerle diyalog, İslamın hükümleri çerçevesinde ve daha müşahhas olarak Bediüzzaman’ın telif ettiğ Dördüncü Lem’anın prensipleri ışığında yapılmalıdır. Aksi takdirde hatalar zincirleme birbirini takip edecektir.

Üçüncü olarak, ister Sünni ve isterse her iki gruptan Aleviler iddia etsinler; Cemevleri dini ıstılah olarak mabed yahut kanunlarda geçtiği şeklinde ibadethane kabul edilemez. Zira Cemevi, Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık tarihi boyunca zaviyedir ve tekyedir. Tarikatların zikir merkezidir. Resulüllah’ı diğer peygamberlerden ayıran beş imtiyazdan biri, bütün yeryüzünün ona mescid kılınmasıdır. Bu manada, her yer ibadet yeridir. Cemevlerinde de namaz kılınabilir; ancak mabed statüsü verilemez. Bu manada Hoca Efendi Hizmetinin tavrını, asla doğru ve dini bulmuyorum. Diyalog adına dinden taviz verilmez. Her ne kadar, kültür merkezi kasdediliyor dense de, özellikle konuyu suiistimal etmek isteyenler, bunu kullanacaklardır.

O halde bizim diyalogumuz, Allah’a iman eden, Hz. Peygamber’i hak Peygamber kabul eyleyen ve Kur’an ile onun getirdiği emir ve yasakları yaşayamasa bile, reddetmeyen hakiki alevîlerle olacaktır. Aksi takdirde biraz sonra arz edeceğimiz gibi, İslâmın tasavvufî ve itikâdî bir kolunun Anadolu âdetleriyle yoğrulmuş şekli demek olan alevîlikle, bahsi edilen ve alevîliği yeni bir din gibi kabul eden anlayışı bağdaştırmak mümkün olmayacaktır.

Bu sebeple Alevilik konusundaki baz kırmızı çizgileri tekrar hatırlatmakta fayda vardır:

1.     Alevilik ve Bektaşilik Anadolu’da bir tarikat şeklinde yürümüştür ve bu sebeple de Bektaşi ve Alevi tekkelerine veya dergâhlarına son zamanlarda ve özellikle de 28 Şubattan sonra Cem Evi denmeye başlanmıştır. Eskiden beri cem âyinleri vardır. Bu manada Cem Evleri tekye veya dergahtır; asla mabed değildir. Eğer mabed kabul edilirse, Aleviliği müstakil bir din kabul edenlerin görüşü desteklenir ki, hükümet bu günahın ardından kıyamete kadar kalkamaz. Batılıların isteği de budur. Aleviliği elen batılı İslamologlar onları müstakil bir din mensubu olarak göstermeye çalışmaktadırlar.[2]

2.     Avrupa’da yıllardır Türkiye aleyhine iki oyun oynanıyor: Birisi, Kürtler üzerinden ve diğeri de Aleviler üzerinden. Türkiye’yi dışarıdan vurmaya çalışanlar, tıpkı Bahailik gibi, Aleviliği de bağımsız bir din gibi takdim etmeye çalışıyorlar. Bunu şırıngalayan da, bizim Ali ve Muhammed ile alakamız yok; biz Aleviyiz diyen dinsiz grup. Gerçek Aleviler de bundan rahatsızdır kanaatindeyim ve zaten rahatsız olmalılar. Siz eğer, Cem evleri ibadethane mi değil mi sorusunu bu dinsizliği Alevilik kabul edenlere bıraktınız zaman, iş tamamen çığırından çıkacaktır.

3.     Eğer Cem evleri ibadethane sayılır ve bunlara camiler gibi bazı muafiyetler ve tahsisatlar yapılırsa, ben de Akgündüz Hoca olarak bir Nakşibendi Dergahı açacak ve buna mabed dedirteceğim.

4.     Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması ve Din Derslerini Anayasadan çıkarılması gibi istekler, Aleviliği yeni bir din olarak sunanların isteğidir.

5.     Eğer Cem Evlerine bütçeden maddi bir destek verilirse, Türkiye’de mevcut bütün tarikatların da Bütçeden tahsisat isteme hakkı vardır.

6.     AK Parti hükümeti Kilise ve Havra açma konusundaki hatasını burada tekrarlamamalıdır. Cumhuriyet döneminde Ecevit Hükümeti bile bu tavizi vermemiş ve daha doğrusu verememiştir.

Bilindiği gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır. Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır.

Bunları bertaraf eden Yavuz Sultan Selim’i soykırım yapmakla suçlamak ve hatta Alevi Çalıştaylarında onun isminin mahallelerden ve diğer mekân isimlerinden kaldırılmasını teklif etmek, tarihin ters çevrildiğinin delilidir. Ak Parti hükümeti açılım uğruna kendisi ile milleti arasında uçurumlar meydana getirecek açılımları kabul etmemesi gerekir.

Bu konuda sözün özünü Bediüzzaman söylemiştir:

Ey ehl-i hak olan ehl-i sünnet vel-cemâ`at! Ve ey âl-i beytin muhabbetini kendilerine meslek edinen alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız ve zararlı olan tartışmaları aranızdan kaldırınız. Yoksa geçmişte komünizm ve dinsizlik cereyânı, birinizi diğeri aleyhinde kullandığı gibi, bugün de vatan ve millet düşmanları, vatanımızı ve milletimizi bölmek için, birimizi diğeri aleyhine kullanabilirler. Hepimiz de ehl-i tevhîd olduğumuzdan, kardeşliği ve birliği emreden yüzlerce kudsî bağ aramızda varken, ayrılığı gerektiren cüz`î meseleleri bırakmak elzemdir

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü

www.iurtv.nl

Alevilik ve Kerbela Hadisesi

Muharrem ayı denilince akla gelen meselelerden biriside Hz. Hüseyin ve evlatlarının Kerbela’da şehit edilmesidir. Kerbela nedir? Kerbelaya bakış açımız nasıl olmalı? Alevilik nedir? şeklindeki soruların kafalarda en çok canlandığı zaman dilimi içerisine girmiş bulunmaktayız.

Risale-i Nur’da 4. Lem’a özellikle bu konuyu anlatmaktadır. 4. Lem’a’yı okumak için tıklayın

Risale-i Nur’da 19. Mektupta geçen bahsi okumak için tıklayın

Risale-i Nur’da 15. Mektupta geçen bahsi okumak için tıklayın

Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin Alevilik ile ilgili yayımlamış olduğu kitap mevcuttur. Kitaba ulaşmak için tıklayın

Alevilik hakkında kafanıza takılan tüm sorulara cevap vermek amacıyla hazırlanmış Sorularla Alevilik sitesine girmek için tıklayın