Etiket arşivi: Ali Çankırılı

Ene ve Zerre Penceresinden: Çocuklarda Özsaygı ve Özgüven

Hoşça bak zatına âlemin özüsün sen
Varlıkların gözbebeği olan âdemsin sen! 

Şeyh Galip

Muhakkak ki Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.”

(Müslim, Birr, 115)

Özgüven ve özsaygı (benlik saygısı) bir çocuğun hayatında mutlu, huzurlu ve başarılı olması için ihtiyacı olan çok önemli iki özelliktir. Ailede şartsız sevilen ve değer verilen bir çocuk “demek ben annem babam için önemliyim, değerliyim, sevilmeye layık bir çocuğum” diye düşünür, kendine olan güveni artar. Bu çocuğa: “Sen insan olarak Allah’ın en değerli sanatısın. Seni özenerek yaratmış. Düşünmen için akıl, görmen için göz, duyman için kulak, konuşman için dil, tutman için el, yürümen için ayak, sevmen için kalp vermiş” dediğinizde sizi anlar, Rabbine şükreder, özüne saygısı artar.

Özgüven ve özsaygı birbirini besleyen iki kişilik özelliğidir. Özgüven sanıldığı gibi kendini beğenme, kendini başkalarından üstün görme, gururlanma, büyüklenme, kendini kusursuz ve mükemmel görme, başkalarına tepeden bakma” değildir. Özüne güvenen ve özüne saygı duyan bir çocuk sorumluluk almaktan korkmaz. Başarılı olduğunda şımarmaz, gururlanmaz, üstünlük taslamaz. Başarısız olduğunda ümitsizliğe kapılmaz. Başarı kadar başarısızlıklar da hayatın bir gerçeğidir. Hataların da öğretici bir işlevi vardır. Bu açıdan baktığımızda: “Çocuklarda başarısızlık yoktur, öğrenme vardır” diyebiliriz.  Deneme-yanılma güçlü bir öğrenme aracıdır.

Özsaygı kişinin kendini doğru algılamasıdır. Yeterli olduğu ve eksik olduğu yönlerinin farkında olmasıdır. Kabiliyetlerini ve eksik yönlerini inkâr etmemesi, beklentilerinde gerçekçi olmasıdır. Kısacası; insanın kendisiyle barışık olması, kendini olduğu gibi kabul etmesidir.

Çocuğun Kişilik Gelişiminde Egosantrizm ve Egoizm

Çocuk, okul öncesi, 2-6 yaş arası dönemde benmerkezci (egosantrik) bir düşünce yapısına sahiptir. Dünyaya ve olaylara kendi açısından bakar. Kendisini dünyanın merkezinde görür, her şey onun için yaratılmıştır, anne baba ona hizmet etmek için vardır. Herkesin, hatta her şeyin, kendisi gibi düşündüğüne inanır. Benmerkezci düşünce yapısında çocuk başkalarının farklı düşünceleri ve duyguları olduğunu kavrayamaz. Başkalarının düşünceleri ve duyguları onun için önemli değildir. Konuşmalarında hep kendisinden bahseder.

Paylaşmayı bilmez. Oyuncağıyla bir başka çocuğun oynamasına izin vermez. Mülkiyete saygı duygusu gelişmemiştir. Kendi oyuncağını başka bir çocuğa vermediği gibi onun elindeki oyuncağa da sahip olmak ister. “Benim, benim” diye tutturur. Anne babanın yalnız kendisiyle ilgilenmesini ister, bu yüzden yeni doğan kardeşini kıskanır. O güne kadar kendisine ait olan anne sevgisini yeni gelenle paylaşmak istemez. Bir çocuğun üç kardeşi de olsa annesinden bahsederken “ benim annem” der; “bizim annemiz” demez.

Anne babanın kendisiyle ilgilendiğini, tehlikelere karşı koruduğunu, ihtiyaçlarını giderdiğini, onu sevdiğini görüp yaşadıkça kendisini değerli hissetmeye başlar, yaşama sevinci artar. Anne babaya güvendiği için gelecek kaygısı duymaz. Bu düşünce, dini bilgi ile beslediği zaman, ileri yaşlarda kolayca “Rabbine güvenme” şeklinde gelişecek; Allah’ın özellikle Rahman, Rahîm ve Rezzak isimlerinin kâinattaki yansımalarını (cilvelerini) müşahede edebilecektir.

Anne baba çocuğun sosyalleşmesi için, baskı yapmadan, her isteğine her zaman kavuşamayacağını, bazen sabretmesi gerektiğini; paylaşmanın, yardımlaşmanın, iş birliğinin, başkalarının düşüncelerine ve haklarına saygının önemini anlatmalı, kendi yaşantılarıyla örnek olmalıdır. Her isteğini yerine getirerek benmerkezciliğine yenik düşmemelidir. Çocuğun sosyalleşmesinde oyun ve arkadaşın önemi büyüktür. Sokaktan ve arkadaştan tecrit edilen, dört duvar arasında büyüyen çocuklar dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanır.

Egosantrik düşüncenin animizm ve finalizm şeklinde iki tezahürü vardır. Çocuk canlı cansız ayırımı yapmaz, her şeyin canlı olduğunu ve onu anladığını düşünür. Tahta atıyla canlıymış gibi konuşur. Bu düşünce ileri yaşlarda atomdan güneş sistemine kadar yaratılan her şeyin Allah’ı tanıdığına ve O’nun emrine itaat ettiğine inanmasını kolaylaştırır. Finalist düşüncede çocuk her şeyin bir amaç için var olduğuna inanır. Anne baba çocuğun isteklerini yerine getirmek, güneş ısıtmak, ağaç meyve vermek için vardır diye düşünür. Finalist düşünme biçimi ileri yaşlarda Allah’ın hiçbir şeyi boşuna yaratmadığına dair inancın temelini oluşturur.

Üstat Beriüzzaman’ın “Ene ve Zerre” risalesindeki (otuzuncu söz)  izahlarından peygamber öğretisiyle desteklenmeyen, felsefe ile beslenen egosantrizmin zamanla egoizme (bencilliğe) dönüşeceğini anlıyoruz. Toplumumuzda bu tip insanlara çok sık rastlıyoruz. Bu insanların çoğu Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, gerçek Allah bilgisinden (marifetullahtan) yoksundur. Sahip oldukları sağlığa, zekâya, ilme, yeteneklere, makama, mal ve mülke kendi gayretleriyle, şu veya bu sebeplerle, sahip olduklarını iddia ederler. Allah’ın kendileri üzerindeki isim ve sıfatlarının cilvelerini (yansımalarını) göremezler.

Ailesi tarafından her isteği yerine getirilen, terbiye edilmeyen, sınır konmayan, sorumluluk yüklenmeyen, gerçek din bilgisinden mahrum büyüyen bir çocuğun Allah inancı da aldığı hatalı eğitimin etkisi altındadır. Fiziksel olarak büyüdüğü halde, zihinsel ve duygusal olarak çocuktur. Anne baba nasıl onun her isteğini yerine getirmek zorunda ise, Allah da onun her işini yoluna koyar ve yardım etmek zorundadır. Bilgisizliğinden ve beceriksizliğinden işleri ters gittiğinde önce Allah’ı sonra sırayla anne babayı, müdürü, patronu ve iş arkadaşlarını sorumlu tutar.

Ene ve Zerre Risalesi Açısından Özgüven ve Özsaygı

Üstat Bediüzzaman, otuzuncu sözün girişini şöyle yapıyor: “Otuzuncu söz, ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır. Ene (benlik)  için “elif”, zerre (atom) için “nokta” tabirlerini bilerek kullanıyor ve yorumunu okuyucuya bırakıyor. Bildiğiniz gibi, elif alfabenin ilk harfidir, düz bir çizgidir ve çizgi noktaların bir araya gelmesiyle meydana gelir. Diğer harfler de çizgilerden oluştuğuna göre, bir anlamda elif diğer harflerin de temelidir. Elifin ebced hesabındaki değeri birdir. Bu anlamda Allah’ın birliğini temsil ediyor. Tasavvuf edebiyatında Allah ismi azamı yerine elif, Muhammed ismi yerine mim harfi sembol olarak kullanılmıştır.

Karacaoğlan

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif, Elif deyi
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif, Elif deyi

Dizeleriyle başlayan şiirinde Allah ismi yerine onun remzi olan Elif’i kullanmıştır.

Tasavvufta şeyh sohbet meclisi dağılırken müritlerini uğurlamada kalpleri üzerine eliyle elif çizerek gönderir.

“Allah”, “hilal” ve “lale” kelimelerinin ebced değerleri eşit (66) olduğundan bu kelimeler gerektiğinde birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Örneğin Bayrağımıza “Allah” lafzını aynen yazmak yerine, aynı sayı değerine sahip “Hilal”i koymak daha uygun görülmüştür. Özellikle Osmanlı Türkleri dinî konularda “Hilâl”i, askerî konularda ise “lale”yi sembol ve amblem olarak kullanmışlardır. Cami kubbelerine, minare alemlerine hilaller kondurmaları, saray ve kışla kubbelerini lale motifleri ile donatmaları hep aynı düşüncenin ürünüdür.

Elif, Allah ve Ahad isimlerinin ilk harfi olduğu gibi evvel, ahir, ezel ve ebed sıfatlarının da ilk harfidir.

Bildiğiniz gibi canlı cansız bütün varlıklar atomlardan meydana geliyor. Burada nokta atomu, elif de insanın maddi ve manevi yönünü temsil ediyor. İnsanın maddi yönü ile en küçük birimi hücredir. Hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular, dokuların bir araya gelmesiyle organlar, organların bir araya gelmesiyle insan vücudu meydana gelmektedir. İnsan vücuduna hayat veren de ruhtur.

Üstat, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi.” (Ahzab 33/72) ayetini tefsir ederken emanetin bir anlamının “ene” olduğunu söylüyor. Emanetin bir anlamı Ene (benlik) ise, ene neyi temsil ediyor? Cüz-i irade dediğimiz “seçim yapma” iradesini temsil ediyor. İyi ile kötü arasında, hak ile batıl arasında, Rabbine itaat etme veya isyan etme arasında seçim yapmayı temsil ediyor. Yeryüzünde Rabbinin en değerli sanatı ve halifesi olduğunu kabul etmeyi ya da reddetmeyi temsil ediyor. Üstat: “Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ (cennet ağacı) ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun (cehennem ağacının) çekirdeğidir” ifadesi ile bu gerçeği dile getiriyor.

Rabbini tanıyan ve itaat eden eneyi (benliği), orijinal üslubuyla, şöyle tarif eder: “Ene, künuz-u mahfiye (gizli hazine) olan esma-i İlahiyenin (Allah’ın isimlerinin) anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının (anlaşılması zor gizli sırrının) dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır (bilinmesi zor o sırrı açan), bir tılsım-ı hayretfezadır (hayret uyandıran bir sırdır). O ene mahiyetinin (içyüzünün-detayının) bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını (sırrını) ve âlem-i vücubun künuzunu (varlık âleminin hazinelerini) dahi açar.Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet (sırlı bir benlik) vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ınkünuz-u mahfiyesini (Kâinatın Yaratıcısının gizli hazinelerini) onun ile keşfeder.”

İnsanın bu keşfi nasıl yaptığını da şöyle anlatır: “Mutlak ve muhit (serbest, sınırsız, her şeyi kuşatan) bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek (bir şekil vermek ve belirtmek) için hükmedilmez (karar verilmez), mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz (karanlıksız) daimî bir ziya (ışık), bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî (Gerçek veya farazi) bir karanlık ile bir had (perde) çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez (karar verilmez) ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri (sınırları) olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi (sanal bir sınırı) çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet (benlik) yapar.

Ene, kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet (hayali bir sahiplik) , bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit (kuşatıcı) sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder (hayali bir sınır tayin eder). “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik (sahip) olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder (anlar) ve kesbî (çalışarak kazandığı) san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını (numunesiz yaratmasını) anlar. Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi (ilahi sıfatları, halleri, vaziyetleri) bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval (haller), sıfâtve hissiyat (duygular), ene’de münderiçtir (eneye konmuştur).

Üstat, “elif “ olarak isimlendirdiği enenin (benliğin iki yüzü olduğunu söyler: “Biri, hayra ve vücuda (varlığı) bakar. O yüz ile yalnız feyze (ilim ve irfana) kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil (yapıcı-yaratıcı) değil, icaddan (var etmede) eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe (yokluğa, hiçliğe, amaçsızlığa, gayesizliğe) gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir (Rabbini tanımaz, “Ben yaptım, ben kazandım, ben başardım” der, hadiselere mana-i ismiyle bakar). Eğer o ene, hikmet-i hilkatini (yaratılış gayesini) unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlikitikad etse (kendi kendinin sahibi olduğuna inansa); o vakit emanette hıyanet eder. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden (doğuran) enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler (gökler, yer ve dağlar dehşete düşmüşler), farazî bir şirkten korkmuşlar.”

 “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr (fikirler zinciri); her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş (birleşmiş ve yardımlaşmış) ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip (sığınıp) itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur (toplanmıştır).”

Kendini Bilen Rabbini Bilir

               Yunus ne güzel söyler: “İlim ilim bilmektir, /İlim kendin bilmektir, /Sen kendini bilmezsin, /Ya nice okumaktır. /Okumaktan murat ne, /Kişi Hak’kı bilmektir.” İnancımıza göre insan Allah’ın en kıymetli sanatıdır. Sanata saygısı olmayanın sanatkârına da saygısı yoktur. Haberlerde, görsel medyada, yere düşmüş bir insanı bir değil birkaç kişinin öldüresiye tekmelediğine şahit oluyoruz. Bu kişilere sorsak Allah’a saygı duyduklarını söyleyeceklerdir. Bu saygı gerçek olmayıp, göstermelik, sözde kalan, bir saygıdır. Yine Yunus: “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” derken gerçek saygıya işaret etmektedir. 

Rabbini gerçek anlamda tanımayan, tanıdığını zanneden, benmerkezci kişilikte takılıp kalan insanlara “çocuk yetişkinler” diyoruz.  Çocuk yetişkinler başkalarının haklarına saygı duymayı bilmezler. Bencildirler, başkalarının duygularını önemsemez, empati yapmayı bilmezler. Emek ve dikkat isteyen, kurallara uymayı, sabretmeyi, paylaşmayı, işbirliğini gerektiren işleri sevmezler. Fazla emek vermeden, kısa yoldan zengin olmayı (köşe dönmeyi) isterler. Nasihatten, eleştirilmekten hoşlanmaz; hemen savunmaya geçerler.

Geçenlerde ters yönden gelen bir sürücüyü el işaretiyle uyarma cesaretinde bulundum. Hemen durdu, el frenini çekti, arabadan indi, “dur” işareti yaptı. Bana doğru öfke ile gelen genç sürücünün özür dilemek için durmadığını anladım, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Her ihtimale karşı kapıları içeriden kilitledim. Cama yaklaştı, yüksek sesle: “Neden el kol hareketi çekiyorsun!” diye bağırdı. “Belki farkında değilsin ama ters yola girmişsin” dedim. Kapıyı tekmelemeye başladı. Yine yüksek sesle: “Sana ne ulan, trafik polisi misin? İn aşağı da sana ters yolu göstereyim!” diye bağırıp meydan okumaz mı? Polisi aramaktan başka çarem kalmamıştı. Polisi aradığımı anlayınca işi uzatmadı, kapıya iki tekme daha atıp gitti.

Polis gelinceye kadar bizim “çocuk yetişkin” çoktan kayıplara karışmıştı. Büyük şehirlerde arabasıyla işe gidip gelenler, kalabalık trafikte neler yaşandığını iyi bilir. Hatalı sollayanlar, kırmızı ışıkta geçenler, sıra beklemeyip yandan girenler, yeşil ışık yanar yanmaz öndekine yürü diye kornaya basanlar, küfredenler, gece şehir içinde uzun farla gezenler, hız limitini aşanlar ve benzerleri. Bunların hemen hepsi ailenin hatalı eğitimi sonunda çocuk kalan yetişkinlerdir.

Benlik Saygısı Olmayan Çocukta Belirtiler

    * İçe kapanıktır.
    * Anneye, babaya ve eşyaya bağımlıdır.
    * Göz kırpma, sık burun çekme, saçıyla oynama, omuz silkme gibi tikler görülür.
    * Tırnak yeme, yalan söyleme, çalma gibi davranış bozuklukları görülür.
    * Yaptığı faaliyetlerde kâğıdının tamamını kullanmaz,
    * Çok küçük yazar
    * Çok kısık sesle konuşur
    * Sorumluluk almak istemez. Yapması gereken işlerden kaçmaya çalışır.
    * Hata yapma korkusuyla konuşmaz, sorulan soruya cevap vermez.

Anne baba çocukla iletişim kurarken veya bir davranışta bulunurken kullandığı dil ve yaklaşım çocuğun öz saygısını destekler ya da engeller.

İki anne düşünelim. Birinci anne 5 yaşındaki kızına verdiği kıymeti hissettirmek için her fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. Örneğin misafirler gittikten sonra odanın toplanmasında küçük kız annesine yardım ediyor. Annesinin yönlendirmesi ile bulaşıkları bulaşık makinesine yerleştiriyor. Tabakları, bardakları kaşıkları ve çatalları doğru yerlerine koyuyor. Bu esnada: “Anne ben çok becerikliyim değil mi?’ diyerek yaptığı işten zevk aldığını, kendini değerli hissettiğini ve özüne güvendiğini belli ediyor; annesinin onayını almak istiyor.  Annesi de: “Evet kızım, çok beceriklisin. Akıllı ve becerikli bir kızım olduğu için çok şanslı bir anneyim, Rabbime şükürler olsun” diyor.

İkinci annenin 6 yaşındaki kızı misafirler gittikten sonra odayı toplamada ve bulaşıkları yıkamada annesine yardım etmek istiyor. Annesinin: ‘Dur, sen yapamazsın. Sen karışmayınca işim daha çabuk bitiyor!’ şeklindeki eleştirisi ve engellemesi ile karşılaşıyor. Bir işi yaparken hata yapma korkusuyla titriyor, endişeleniyor hepsinden önemlisi kendini beceriksiz ve değersiz hissediyor. İşin ilginç yanı gerçekten de kırıyor, döküyor, beceremiyor.

Benlik Saygısını Zedeleyen Düşünce ve Tutumlar:

İstenmeyen bir gebeliğin yaşanması, farklı cinsiyet beklentisi gibi durumlar çocuğun kendine bakışını olumsuz yönde etkiler. Ailelerin aşırı korumacı tavırları, sevgi ve şefkatlerini yanlış kullanmaları çocuklarının benlik saygısına zarar verir. Ailede çocuğun yetenekleri ve fiziksel görünüşü abartıldığı “sen çok akıllı, çok güzel, çok yakışıklı bir çocuksun” dendiğinde çocuk kendini diğer çocuklardan üstün görmeye başlar, “megalomani ve narsistik kişilik” adını verdiğimiz kendini gerçek benin üzerinde görme ortaya çıkar. Davranışları ve işleri devamlı eleştirilen, ”pısırık, beceriksiz, aptal” gibi sıfatlarla etiketlenen ve aşağılanan çocuklar kendini gerçek benin altında değerlendirmeye başlar, “aşağılık duygusu ve sosyal fobi” adını verdiğimiz kendini beğenmeme, kendinden razı olmama, kendisiyle barışık olmama benlik saygıları zedelemekle kalmaz, zamanla bu özellikleri kabullenmelerine de yol açar.  

Çocukların içinde yaşadıkları çok katlı binalarda alt kata ses gitmesin, süs eşyaları kırılmasın, oyuncaklarını dağıtmasın, üstünü başını kirletmesin gibi kısıtlayıcı yaklaşımlar enerjilerinin hapsolmasına ve kendilerine olan güvenin zayıflamasına sebep olur. Mükemmeliyetçi ailelerde çocuklar ellerinden geleni yaptıkları halde anne babayı memnun edemezler. “Senden daha yüksek not bekliyorum, yeterince çalışmıyorsun” şeklinde eleştiri almaktan kurtulamazlar. Bu çocukların hata yapma şansı yoktur. Hata yapma korkusuyla sorumluluk almak istemezler. Sınıfta veya aile meclisinde, bir soru sorulduğunda cevabını bildikleri halde “ya yanlış cevap verirsem” korkusuyla susmayı tercih ederler. Bu özgüven yitimine psikolojide “sosyal fobi” diyoruz.

Anne babalar, özellikle anneler, çocuk adına sorumluluk alıp neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda çocuk adına seçim yapıp çocuk adına karar verirler. Çocuğun isteyip istemediğine, bu konuda yeteneği olup olmadığına bakmadan müzik kursuna gönderir, bir müzik aleti çalmasını isterler. İhtiyacı olup olmadığına bakmadan özel öğretmen tutar, dershaneye gönderirler. Çocuk, kendi adına karar verilmesi ve kendi adına seçim yapılması durumunda kendisini baskı altında hissedecek, beklentilere cevap vermediği zaman eleştiri alacak, özüne saygı duymayacaktır. Anne babanın sözleri ile davranışları birbirini tutmadığı zaman, çocuk sözlere değil davranışlara inanacaktır. Bir anne: “Sen çok zeki bir çocuksun, başarılı olacağına inanıyorum” dediği halde bir başka seferde aldığı notu beğenmeyip “Daha çok çalışıp daha yüksek not alabilirdin” derse çocuk annesini memnun edemediğini düşünüp özgüven kaybı yaşayacaktır.

Dış görünüşe önem veren, cinsiyet ayırımı yapan ailelerde, medyanın da etkisiyle çocuklar dış görünüşlerine göre değerlendirilir. “Sen çok güzel bir kızsın. Sen çok yakışıklı bir erkeksin. Çok güzel gözlerin var. Maşallah erkek gibi cesur bir kız. Maşallah kız gibi uysal bir oğlan” gibi iltifatlar çocukları dış görünüşü huy güzelliğinden daha fazla önemsemeye ve karşı cinse özenmeye yönlendirir.

Çocuğun Benlik Saygısını Destekleyici Söz ve Davranışlar

Anne babalar, doğru ifade kalıplarını günlük konuşmalarına yerleştirmek için önce yanlış kullandıkları kalıpları fark etmeli, bunların yerine doğrularını koymalı, hatırlamak için gerekirse doğru ifadelerin bir listesini çıkarmalıdır. Her anne baba çocuğunu sever, ancak bazı anne babalar sevgisini söz ve davranışlarıyla iletmeyi beceremez. “Ben çocuğumu içimden seviyorum” der. Yüz bulup şımarmasın diye çocuğunu uykuda iken seven babalar var. Böyle durumlarda anne babanın sevgisi çocuğa ulaşmaz. Çocuk ailede sevilmediği ve adam yerine konmadığı duygusuna kapılır. Anne baba mutlaka söz ve davranışlarıyla çocuğunu sevdiğini göstermelidir.

Özellikle küçük yerleşim alanlarında ve kırsal bölgelerde büyükler konuşurken çocukların söze karışması ayıp sayılır. Büyükler konuşurken küçükler sessizce dinlemelidir. Çocuk dinlemesini de ailede öğrenir. Eğer biz çocuğumuzu dinlemezsek o da bizi dinlemeyecektir.  Çocuğunun kendilerini dinlemediğinden yakınan aileler, ona dinleme konusunda iyi örnek olmamışlar demektir. Çocuk hakkında verilecek kararlarda mutlaka çocuğun da düşüncesi alınmalı, seçme hakkı verilmeli, böylece kendisini değerli hissetmesi sağlanmalıdır.

Saç rengi, boyu, kilosu ne olursa olsun çocuğunuz sizin için değerlidir. Çünkü bunların hiçbiri kişiyi değerli yapan özellikler değildir. Çocuğumuzu bedensel özellikleri ile değil, olumlu kişilik özellikleri ile değerlendirip takdir etmeli, bunu hem sözlerimizle hem tutum ve davranışlarımızla belli etmeliyiz.

Pedagog Ali ÇANKIRILI

Kaynak: www.ulegder.net

Yetişkinler ergenleri niçin anlayamıyor?

Ergenlik çağının en önemli çabası kimlik arayışıdır. Ergenin, kişilik özelliklerinin farkına varması, bu özelliklerin gerçekleşmesini engelleyen her türlü olumsuz şartlarla mücadeleye girişmesi kimlik arayışı olarak isimlendirilmektedir. Başarılı olduğu sürece özgüveni artar, kendisini değerli hisseder. Başarısızlığa uğradığı veya engellendiği zaman hırçınlaşır, saldırgan davranışlarda bulunur. Ergenin yeteneklerini keşfetmesi, başkalarından farklı olduğunu görmesi için ailenin dışına çıkması gerekmektedir. Anne-babanın verdikleri ona yetmez. Bu dışarıya yönelişe bağımsızlık isteği diyoruz. Anne-baba çoğu zaman gencin bağımsızlık isteğini aileden kopma ve başkaldırma olarak değerlendirir.

Kendisini ergenin anne ve babası olmaya hazırlamayan ailelerde iletişim sorunları ve çatışmalar ortaya çıkmaya başlar. Ülkemizde çocukları ders notlarıyla, çözdükleri test sayısıyla ve deneme sınavlarından aldıkları puanlarla değerlendirme gibi hatalı ve haksız bir yaklaşım vardır. Ders notları ve okul başarısı ergeni değerlendirmede tek ölçü olmamalıdır.

Okul başarısı konusunda elinden geleni yapan ve kendisine de zaman ayıran ergenlerin, bütün günü okul, dershane ve ev üçgeni arasında geçen, ders çalışmanın dışında sosyal bir aktivitesi olmayan ergenlere kıyasla ileri yaşlarda iş ve aile hayatında daha başarılı oldukları görülmektedir. Kendisiyle barışık, arkadaşlarıyla ve ailesiyle geçimli, öğretmenlerine ve büyüklere karşı saygılı, müzik, spor, resim ve edebiyat gibi faydalı ve geliştirici hobileri olan ergenler daha uyumlu ve daha mutludur.

Ergenin korkusu

Ergen, anne-baba ile birlikteyken “yine nasihat etmeye ve akıl vermeye başlayacaklar” diye endişe ve korku duymaya başlar. Ancak korkmuş ve tedirgin bir görüntü vermez, çünkü o hislerini sadece anne ve babasından gizlemez, kendisinden bile gizler. Korkusunu belli etmemek için soğukkanlı ve kayıtsız görünmeye çalışır. Soğukkanlılık ve ilgisizlik korku ve şüpheleri gizleyen birer maskedir.

Anne-baba, ergenin içindeki korkuyu ve şüpheyi kendi içinde hissettiği ve bunların kendi korku ve şüphesi olduğunu zannettiği vakit kendini korumaya alır ve kendini savunma gereği duyar. Ergen de anne ve babanın korkusunu ve endişesini hisseder ve kendini korumaya alır. Böylece anne-baba ile ergen arasında kısır bir güç savaşı döngüsü başlar.

Mutlu aileler hep birbirlerine benzer. Mutsuz ailelerin ise mutsuzlukları farklı ve kendilerine özgüdür. Aile yaşayan, kimliği ve kuralları olan, üyelerinin huzurunu ve mutluluğunu sağlayan bir kurumdur. Aile küçüldükçe yerine getirmesi gereken görevlerde aksamalar meydana gelir. Sanayileşmeyle birlikte insan işgücünün yerini makine gücünün alması sonucu geniş ailenin yerini anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler almaya başladı. Dahası son yıllarda boşanmaların artması sonucu anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile de parçalanmakta, çocuklar tek ebeveynle yaşamak zorunda kalmaktadır. Ergenin sorunlarını anlayabilmek için onu ailesiyle birlikte değerlendirmemiz gerekir. Ergeni ailesinden soyutlayarak incelemek bizi yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Ergenle iletişim hataları

Ergenin kendisini dinlemediğinden yakınan anne-babalar dinleme konusunda ona iyi örnek olmamışlar demektir. Çocuklar dinlemesini de ailede öğrenirler. Anne-babalara “Eğer siz çocuklarınızı dinlerseniz onlar da sizi dinleyeceklerdir” dediğimde; “Ama hocam, biz tabii ki onu dinlemek istiyoruz; ama o anlatmıyor” diye kendilerini savunurlar. O zaman birlikte şu sorunun cevabını ararız: “Çocuklar neden anlatmazlar?”

Anne-baba ergenle iletişim halinde iken birdenbire ergenin sustuğunu, diyalogun sona erdiğini, ergenin daha fazla konuşmak istemediğini fark eder. Eğer anne-baba ısrar etmesine rağmen ergen konuşmak istemiyorsa, anne-baba iletişimin sürmesine engel olan hatalı bir dil kullanmış demektir. Bu hatalı dile psikolojide “iletişim engeli” diyoruz.

Ergenin dünyasında ailesiyle olan iletişimi büyük önem taşır. Büyüklerin konuştuğu, küçüklerin dinlemek zorunda kaldığı, küçüklerin söze karışmasının (fikrini beyan etmesinin) saygısızlık ve ayıp sayıldığı ailelerde sağlıklı bir diyalog yoktur. Eleştirilen ergenin cevap vermesi halinde “Utanmadan bir de cevap veriyor!” diye azarlanan ailelerde diyalog yoktur, monolog vardır. Ergen eleştiri almamak için duygularını saklamayı tercih eder.

Ergenin davranışlarında çoğu zaman mantığa meydan okuyan bir yaklaşım vardır. Onun için ergenin davranışlarında mantık aranmaz. Efendimizin (a.s.m.) “Gençlik delilikten bir şubedir” hadisi bu gerçeği çok güzel anlatmaktadır. Yetişkin mantığı ile düşünerek ergeni anlayamayız. Mantık dışı davranışlar mantık kullanılarak anlaşılmaz. Anne-baba, ergenin saçma gibi gelen bir davranışını anlayabilmesi için, mantığını bir yana bırakıp kendisini ergenin yerine koyması (empati yapması) gerekir. Ancak o zaman kızmadan, bağırmadan ve eleştirmeden ergeni dinlemek mümkün olabilir.

Ergenin temel davranış biçimleri

Eğer anne-baba, ergenlik psikolojisi hakkında bilgi sahibi olursa, aşağıda sıralayacağımız değişimlerin normal olduğunu kabul edecek, anlayış ve sabır gösterecek, ergenle çatışmaya girmeden sorunların üstesinden gelmeye çalışacaktır. Hazırlıksız yakalanan anne-babaların şikâyet konusu ettiği ergenin temel davranış biçimlerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

· Tedirgin ve güvensizdir. Kendisinden bekleneni yapamayacağına inanır.

· Çabuk sevinir, çabuk üzülür, olmayacak şeylere sinirlenir, bağırır çağırır. Ne zaman nasıl tepki göstereceği kestirilemez.

· Kuruntuludur, incir çekirdeğini doldurmayacak konuları problem yapar.

· Yalnız kalmayı tercih eder. Ev etkinliklerine katılmak istemez.

· Süse ve giyime meraklıdır. Saatlerce aynanın karşısından ayrılmaz.

· Erkeklerin ayakkabıları ilk alındığı zamanki boyasıyla durduğu halde saçlar en son modaya göre kesilir.

· Bir sivilce ile saatlerce uğraşır, sinirlenir, ağlar.

· Boyu, kilosu, görünüşü aşırı önem kazanır.

· Ailelere tuhaf gelen müzikler en yüksek sesle dinlenir.

· Odasının duvarları tuhaf posterlerle kaplıdır.

· Gizli servis bürosuymuş gibi odasına kimsenin girmesini istemez.

· Uzun düşler kurar, şiirler yazar, günlük tutar, ama aileden kimsenin okumasına izin vermez.

· Her fırsatta ailesini eleştirir. Yaşam biçimlerini, giyimlerini, konuşmalarını ve davranışlarını beğenmez. Onları geri kafalı bulur.

· Uyarılara kulak asmaz. İnadına anne-babaya ters gelen şeyler yapmaktan zevk alır gibidir.

· Ergenlik dergilerinden veya kitaplarından ödünç aldığı görüş ve fikirleri kendi görüşüymüş gibi savunur, anne-baba ile tartışmaya girer.

· Kendine model olarak aldığı ses ve sinema sanatçıları gibi giyinir, onlar gibi konuşur ve davranır. Ancak beğendiği sanatçılar kısa sürede değişir.

Anne-babaların ergen hakkında şikâyetleri

Ergenin temel davranış biçimlerinin normal olduğunu bilmeyen, bir başka ifade ile kendilerini ergen çocuğun anne ve babası olarak hazırlamayan anne-babalar ergenle çatışma yaşamaktan kurtulamazlar. Çatışmanın kendi tutumlarından kaynaklandığını kabul etmeyen anne-babalar zamanı, kötü arkadaşı, medyayı, okulu ve nihayet ergeni suçlayarak kendilerini savunurlar. Ergen çocuklarıyla sorun yaşayan ve bize danışmaya gelen anne-babaları dinlediğimizde şu şikâyetlerde bulundukları görülmektedir:

· Eskiden söz dinleyen bir çocuktu. Şimdi en küçük bir söze alınıp sinirleniyor.

· Şen-şakrak bir çocuktu, bu sıralar çok durgunlaştı. Derdini bize açmıyor.

· Her istediğinin alınmasını istiyor, yoktan anlamıyor. Markaya ve modaya önem veriyor.

· Eskiden hiç yalan söylemezdi. Şimdi sıkıştıkça yalan söylüyor.

· Sorumluluk duygusu azaldı, okul başarısı düştü.

· Çok hırçınlaştı, isteklerini yapmak zorundaymışız gibi sert bir dille söylüyor.

· Kardeşleriyle arası iyi değil, onları dövüyor, araya girmemize kızıyor.

· Çok asileşti, her sözümüze ters cevap veriyor. Başına buyruk olmak istiyor.

· Bizi beğenmiyor, bizimle bir yere çıkmak istemiyor.

· Durgunlaştı, dalgınlaştı, unutkan ve sakar bir çocuk oldu.

· Pasaklı bir çocuk oldu. Odası ve eşyaları çok dağınık.

· Yüksek sesle müzik dinliyor.

· Çok harçlık istiyor, cebinde para tutmuyor, verdiğimizi bir günde harcıyor.

· Bizi dinlemiyor. Arkadaşlarının çok etkisinde kalıyor, onlara laf söylettirmiyor.

· Üzerine gittiğimiz zaman evden kaçacağını söyleyip bizi tehdit ediyor.

Ergenlerin anne-babaları hakkında şikâyetleri

Ergenliğe geçişte yaşayacağı fizyolojik ve psikolojik değişiklikler konusunda bilgisi olmayan, duygularını yönetmeyi bilmeyen, okul başarısı konusunda sık eleştiri alan çocuklar ergenliğe geçişte anne-babasıyla iletişim kurmada sıkıntı yaşamaktadır. Danışma sırasında kendilerini dinlediğimiz ergenlerin yaşadıkları sıkıntıları şöyle dile getirdikleri görülmektedir:

· Bana neler oluyor bilmiyorum. Bedenimde, duygularımda ve ruhumda çok şeyler değişiyor.

· Kendi kendime çalışacağıma söz veriyorum, ama çalışamıyorum.

· Kendimi çok kötü hissediyorum. Havada yürüyor gibiyim. Korkuyorum. Ne istediğimi bilmiyorum.

· Annem babam beni hiç sevmiyor. Her sözüm ve davranışım onlara batıyor.

· Annem babam hiçbir şeyimi beğenmezler. Yaptığım her işte mutlaka bir yanlış bulurlar.

· Evde çocuk muamelesi görmekten bıktım. Ne zaman bir yanlış yapsam, “Kocaman adam oldun” diyorlar. Ama ne zaman bir istekte bulunsam, “Sen daha çocuksun” diyorlar.

· Her şeyime karışıyorlar. Telefonlarımı dinliyorlar, odama izinsiz giriyorlar, ceplerimi karıştırıyorlar, günlüğümü bile okuyorlar.

· Anneme babama kişisel sorunlarımı açamıyorum. Beni suçlayacaklarından korkuyorum. Bu yüzden zayıf not aldığım zaman söylemiyorum.

· Beni en çok kızdıran şey annemin veya babamın, “Biz senin yaşında iken…” diye başlayan uzun nutukları.

· Bizim evde büyükler eleştirilemez. Onlar her zaman haklıdır. Büyüdüğümü bir türlü kabul etmiyorlar. Ben bu evde yaşadıkça hep çocuk kalacağım.

· Şimdiye kadar annemden babamdan habersiz bir şey yapmadım, ama bir erkek/kız (karşı cins) arkadaşım olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum. Bu da beni çok üzüyor, suçluluk duyuyorum.

· Öğretmenlerime, anneme ve babama duygularımı açamıyorum, çünkü onlara güvenmiyorum.

· Annem babam benim için yaptıkları fedakârlıkları sayıp döküyorlar. Bu da beni çok üzüyor. Onlara layık bir çocuk olamıyorum. Yaşamak bana çok sıkıcı geliyor.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Çocuklara iktisat bilinci nasıl kazandırılır?

Aile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder. Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir. Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor? Nimetlerin gerçek sahibi (Mün’im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken ‘Bismillah’ (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra ‘Elhamdülillah’ (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.

Çoğu evlerimizde çocuklara “Bismillah” ve “Elhamdülillah” (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz. Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

 Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

 “Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

 Yine denemek için dedim ki:

 “Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

 O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

 Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?” olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.

Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?” diye­rek dikkatini çeker. Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?” diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:

“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir. Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”

Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Kişilik Gelişiminde Ene ve Zerre’nin İki Yüzü EGOSANTRİZM ve EGOİZM

ÇOCUK, okul öncesi, 2-6 yaş arası dönemde benmerkezli (egosantrik) bir düşünce yapısına sahiptir. Dünyaya ve olaylara kendi açısından bakar. Kendisini dünyanın merkezinde görür, her şey onun için yaratılmıştır, anne baba ona hizmet etmek için vardır. Herkesin, hatta her şeyin, kendisi gibi düşündüğüne inanır. Benmerkezli düşünce yapısında çocuk başkalarının farklı düşünceleri ve duyguları olduğunu kavrayamaz. Başkalarının düşünceleri ve duyguları onun için önemli değildir. Konuşmalarında hep kendisinden bahseder. Paylaşmayı bilmez. Oyuncağıyla bir başka çocuğun oynamasına izin vermez. Mülkiyete saygı duygusu gelişmemiştir. Kendi oyuncağını başka bir çocuğa vermediği gibi onun elindeki oyuncağa da sahip olmak ister. “Benim, benim” diye tutturur. Anne babanın yalnız kendisiyle ilgilenmesini ister, bu yüzden yeni doğan kardeşini kıskanır. Her isteğinin yerine getirilmesini isteyen egosantrik çocuk, “yok”tan anlamaz. İsteklerinin ertelenmesinden hoşlanmaz. Belediye otobüsünde üç yaşlarında bir çocuğun “su, su!” diye annesini ne kadar bunalttığına şahit olmuştum. Anne “burada su yok, eve gidince içersin, otobüsten inince alırız” dediyse de çocuk “bana ne, bana ne, su istiyorum!” deyip başka bir şey demiyordu.

Her isteği yerine getirilen, davranışlarına sınır konmayan çocuk egosantrik düşünce yapısını aşıp sosyalleşemez. Bedensel olarak büyüse de zihinsel ve duygusal olarak çocuk kalır. Egosantrizmi egoizme dönüşür, kendisinden başka kimseyi düşünmez. Herkesten yardım ve anlayış bekler. Anne baba çocuğun sosyalleşmesi için, baskı yapmadan, her isteğine her zaman kavuşamayacağını, bazen sabretmesi gerektiğini; paylaşmanın, yardımlaşmanın, iş birliğinin, başkalarının düşüncelerine ve haklarına saygının önemini anlatmalı, kendi yaşantılarıyla örnek olmalıdır. Her isteğini yerine getirerek egosantrizmine yenik düşmemelidir.

Çocuğun sosyalleşmesinde oyun ve arkadaşın önemi büyüktür. Sokaktan ve arkadaştan tecrit edilen, dört duvar arasında büyüyen çocuklar dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanır.

Kişilik Gelişiminde Egosantrizmin Önemi

İLK BAKIŞTA bencillik gibi görünen egosantrizm, çocuğun kişilik gelişiminde çok önemlidir. Anne babanın kendisiyle ilgilendiğini, tehlikelere karşı koruduğunu, ihtiyaçlarını giderdiğini, onu sevdiğini görüp yaşadıkça kendisini değerli hissetmeye başlar, yaşama sevinci artar. Anne babaya güvendiği için gelecek kaygısı duymaz. Bu düşünce, dini bilgi ile beslediği zaman, ileri yaşlarda kolayca “Rabb’ine güvenme” şeklinde gelişecek; Allah’ın özellikle Rahman, Rahîm ve Rezzak isimlerinin kainattaki yansımalarını (cilvelerini) müşahede edebilecektir.

Egosantrik düşüncenin animizm ve finalizm şeklinde iki tezahürü vardır. Çocuk canlı cansız ayırımı yapmaz, her şeyin canlı olduğunu ve onu anladığını düşünür. Tahta atıyla canlıymış gibi konuşur. Bu düşünce ileri yaşlarda atomdan güneş sistemine kadar yaratılan her şeyin Allah’ı tanıdığına ve O’nun emrine itaat ettiğine inanmasını kolaylaştırır. Finalist düşüncede çocuk her şeyin bir amaç için var olduğuna inanır. Anne baba çocuğun isteklerini yerine getirmek, güneş ısıtmak, ağaç meyve vermek için vardır. Finalist düşünme biçimi ileri yaşlarda Allah’ın hiçbir şeyi boşuna yaratmadığına dair inancın temelini oluşturur.

Çocuk Kalan Yetişkinler

ÜSTAD Bediüzzaman’ın izahlarından Peygamber(ASM) öğretisiyle desteklenmeyen, felsefe ile beslenen egosantrizmin zamanla egoizme dönüşeceğini anlıyoruz. Toplumumuzda bu tip insanlara çok sık rastlıyoruz. Bu insanların çoğu Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, gerçek Allah bilgisinden (marifetullahtan) yoksundur. Sahip oldukları sağlığa, zekâya, ilme, yeteneklere, makama, mal ve mülke kendi gayretleriyle, şu veya bu sebeplerle, sahip olduklarını iddia ederler. Allah’ın kendileri üzerindeki isim ve sıfatlarının cilvelerini (yansımalarını) göremezler.

Ailesi tarafından her isteği yerine getirilen, terbiye edilmeyen, sınır konmayan, sorumluluk yüklenmeyen, gerçek din bilgisinden mahrum büyüyen bir çocuğun Allah inancı da aldığı hatalı eğitimin etkisi altındadır. Fiziksel olarak büyüdüğü halde, zihinsel ve duygusal olarak çocuktur. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle buna “çocuk yetişkin” diyoruz. Anne baba nasıl onun her isteğini yerine getirmek zorunda ise, Allah da onun her işini yoluna koymak ve yardım etmek zorundadır. Bilgisizliğinden ve beceriksizliğinden işleri ters gittiğinde önce Allah’ı sonra sırayla anne babayı, müdürü, patronu ve iş arkadaşlarını sorumlu tutar. Çocuk yetişkinler başkalarının haklarına saygı duymayı bilmezler. Bencildirler, başkalarının duygularını önemsemez, empati yapmayı bilmezler. Emek ve dikkat isteyen, kurallara uymayı, sabretmeyi, paylaşmayı, işbirliğini gerektiren işleri sevmezler. Fazla emek vermeden, kısa yoldan zengin olmayı (köşe dönmeyi) isterler. Nasihatten, eleştirilmekten hoşlanmaz; hemen savunmaya geçerler.

Geçenlerde ters yönden gelen bir sürücüyü el işaretiyle uyarma cesaretinde bulundum. Hemen durdu, el frenini çekti, arabadan indi, “dur” işareti yaptı. Bana doğru öfke ile gelen takım elbiseli, yarım sakallı, saçları jöleli genç sürücünün özür dilemek için durmadığını anladım, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Her ihtimale karşı kapıları içeriden kilitledim. Cama yaklaştı, yüksek sesle: “Neden el kol hareketi çekiyorsun!” diye bağırdı. “Belki farkında değilsin ama, ters yola girmişsin,” dedim. Kapıyı tekmelemeye başladı. Yine yüksek sesle: “Sana ne ulan, trafik polisi misin? İn aşağı da sana ters yolu göstereyim!” diye bağırıp meydan okumaz mı. Polisi aramaktan başka çarem kalmamıştı. Polisi aradığımı anlayınca işi uzatmadı, kapıya iki tekme daha atıp gitti. Polis gelinceye kadar bizim “çocuk yetişkin” çoktan kayıplara karışmıştı. Büyük şehirlerde, arabasıyla işe gidip gelenler, kalabalık trafikte neler yaşandığını iyi bilir. Hatalı sollayanlar, kırmızı ışıkta geçenler, sıra beklemeyip yandan girenler, yeşil ışık yanar yanmaz öndekine yürü diye kornaya basanlar, küfredenler, gece şehir içinde uzun farla gelenler, hız limitini aşanlar… Bunların hemen hepsi ailenin hatalı eğitimi sonunda çocuk kalan yetişkinlerdir. Temizliğin iyi bir şey olduğu, çevremizi temiz tutmamız gerektiği hem okulda hem ailede anlatılır. Müslüman’ın, inancından dolayı, temiz olması gerektiğini bilmeyen yoktur. Ancak, gelin görün ki, sokaklarımız, çöp bidonlarının çevresi, umuma açık park ve bahçeler, piknik alanları, hatta cami avluları ve şadırvanlar dahi çöple doludur. Yetişkin bir insan, tekrar gelip piknik yapacağı alana çöpünü atıp gider mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise atar. İnancımız gereği topraktan geldik toprağa döneceğiz. Bunun içindir ki, ona “toprak ana” demişiz. İnançlı bir yetişkin hiç kendi mayası ve anası olan toprağı kirletir mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise kirletir. İslâm kültüründe “ekmek” çok kutsaldır, Allah’ın nimetidir. Anadolu’da yemin ederken “ekmek çarpsın” derler. Yolda bir ekmek parçası bulduğumuzda basmayız, alıp kenara koyarız, kuşlar veya kedi-köpek yesin diye. Ancak aynı kültürün insanları sofradan arta kalan ve bayatlayan ekmeği çöpe atıyorlar. Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan ”Sağlıklı Beslenme ve Gıda İsrafı” raporu Türkiye’de her gün 12 milyon ekmeğin atıldığını ortaya koyuyor. Buna göre, üretilen her on ekmekten biri atılıyor ve en çok ekmeği İstanbullu atıyormuş. Yoksa, ekmeği çöpe atanların çoğu Allah’ın: “Yiyin, için, ama israf etmeyin. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez,” emrini bilmiyor mu? Her zaman dediğimiz gibi, çocuk ailenin aynasıdır. Çocuğun kişiliği ailede şekillenir. Çocuğa bakın, ailesini görürsünüz. Ailesine bakın, çocuğun yetişkinliğini anlarsınız. Öyle ise, eğitime aileden başlamamız gerekiyor.

Ali Çankırılı

Zafer Dergisi: Ocak/2008

 

Anneye Bağımlı Çocuklarda Öğretilmiş Çaresizlik

Bir çocuk nasıl anneye bağımlı hale gelir? Anneye bağımlı hale gelen çocukların kişilik özellikleri nedir? Bu soruların cevabını verebilmemiz için doğumdan okul çağına kadar çocuğun zihinsel gelişimini izlememiz gerekir. Bilindiği gibi, çocuğun doğuma kadar olan zihinsel potansiyeli genetik mirasa, yani anneden babadan ve atalarından genler vasıtasıyla intikal eden kodlara bağlıdır. Buna doğuştan gelen zihinsel yetenek diyebiliriz. Yeni doğan bir bebeğin genetik kodlar vasıtasıyla sahip olduğu zihinsel yeteneklerin açığa çıkması ve işlerlik kazanması aileden alacağı eğitime bağlıdır.

Yeni doğan bir bebek, annenin koruması ve bakımı olmadan hayatını devam ettiremez. Annenin şefkatli kollarında ve sıcak kucağında süt emen, altı kirlendiğinde temizlenen, koruyup kollanan bir bebek, geldiği bu yeni dünyada yalnız ve korumasız olmadığını hissetmeye ve anneye güven duymaya başlar. Güven duygusu sadece beslenme ve bakıma bağlı olmayıp, anneden aldığı sevgi ve şefkatle yakından ilişkilidir. Bu sebepledir ki, en az iki yaşına kadar anne çocuk beraberliği güven duygusunun gelişiminde çok önemlidir. Bu süreyi anne sevgisinden ve şefkatinden ayrı geçiren bir bebek, resmi kurumlarda çok iyi bakılıp beslense dahi, zihinsel ve duygusal yönden geri kalmakta; güven duygusu gelişmemektedir.

Çocuk kendi ayakları üzerinde dikilene kadar gerekli olan besleme, temizlik, yardım ve koruma gibi annelik hizmetleri, yürümeye ve konuşmaya başladıktan sonra yavaşlatılmalı; elini yüzünü yıkama, dişlerini fırçalama, yemeğini kaşıkla yeme, giyinip soyunma, oyuncaklarını toplama, tuvalet ihtiyacını giderme gibi becerileri annesinin yardımı olmadan kendi başına yapabilmesi için teşvik edilmeli ve eğitilmelidir.

Bir çocuk üç-dört yaşına geldiğinde yukarıda saydığımız becerileri kazanmış olmalıdır. Eğer anne yardım etmeye devam eder, “sen yiyemezsin ben yedireyim, sen giyemezsin ben giydireyim, atlama düşersin, koşma terlersin,” diyerek sıkıntı yaşamadan her ihtiyacı karşılanır, her istediği yerine getirilirse; anneye bağımlı hale gelir, yapabileceği işleri yapamaz olur. Buna psikolojide “öğretilmiş beceriksizlik” diyoruz. Öğretilmiş beceriksizliğe maruz kalan çocuklar, karşılaştıkları problemleri anne ve babalarının yardımı olmadan çözemez, kendi başlarına karar veremez, sorumluluk almak istemezler.

Anneye bağımlı çocuklar, ihtiyaçlarının karşılanmasını, her isteğinin yerine getirilmesini anne ve babanın görevi bilir; çaba sarf etmeye gerek duymazlar. Hazıra alıştıkları için zihinsel ve fiziksel olarak tembel bir kişilik kazanmışlardır. Özgüvenleri çok zayıftır. Arkadaş edinmede ve oyun kurmada güçlük yaşarlar.

ANNEYE BAĞIMLI ÇOCUKLARDA OKUL KORKUSU

Eğer okulların açıldığı gün bir ana okulunun veya ilköğretim okulunun önünde bulunma ve çocukları gözlemleme fırsatı bulmuşsanız; sanırım bulmuşsunuzdur. İçinizde anne baba olanlar çocuğunu okula götürdüğü ilk günü hatırlayacaklardır. Bazı çocuklar annelerinin elinden ve eteğinden tutmuş, korku ve panik içinde etrafa bakmaktadır. Bu çocuklar anneleriyle birlikte sınıfa girmek, aynı sıraya birlikte oturmak isterler. Öğretmenler, okulun ilk birkaç günü bu çocukların okula alışmaları için anneleriyle birlikte oturmalarına izin verir. Ancak bir hafta sonra bile anneleriyle birlikte oturmakta ısrar eden; anneleri ayrılmak istediğinde ağlayarak peşinden giden çocuklar vardır. “Okul korkusu” veya diğer adıyla “okul fobisi” yaşayan bu çocuklar aşırı koruyup kollanan, her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, hazıra alışmış, aileye bağımlı hale getirilmiş çocuklardır.

Aileye bağımlı çocuklarda “öğretilmiş âcizlik” dediğimiz özürlü bir kişilik gelişmektedir. Dev ağaçların gölgesinde kalan taze fidanlar, nasıl büyümeleri için gereken ışığı alamadıkları için bodur kalır, gelişemezlerse; bu çocuklar da anne babalarının gölgesinde kalmış, gelişememiş fidanlardır. Aileye bağımlı çocuklar, anne ve babalarının yardımı olmadan yemeğini yeme, dişini fırçalama, tuvalet ihtiyacını giderme, oyuncaklarını toplama, bakkaldan ekmek alma gibi akranlarının rahatlıkla yapabildikleri işleri yapamazlar. Anne ve babalarından ayrı kalmaktan korkar, kendi başlarına okula gidip gelemez, yatılı okulda kalmak istemez, kalabalıkların içinde kendilerini yalnız hissederler.

Anne baba okula başlayan çocuklarına yardım etmeye devam eder, okula götürüp getirir, çantasını taşır, derslerine ve ödevlerine yardım eder; hatta çocuk ödevini yapmadan uyuduğunda öğretmenine mahcup olmasın diye ödevini yaparsa; çocuk “demek bunları yapmak da annemin ve babamın görevi” diye düşünecektir.

İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir erkek öğrenci sınıfta kitapsız oturuyordu. Öğretmen neden kitabı olmadığını sordu. Çocuğun verdiği cevap çok ilgi çekiciydi: “Annem kitabımı çantama koymayı unutmuş.” İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir çocuk, çantasını hazırlama görevinin annede olduğunu zannediyorsa; bu çocuk kesinlikle aileye bağımlı, öğretilmiş bir beceriksizdir.

“Neden Ağlıyorsun Anne, Bak Düşmedim”

Anne baba okulunda “öğretilmiş beceriksizlik” konusunu işlerken bir annenin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Aramızda şöyle bir diyalog geçti:

“Neden ağlıyorsunuz, sizi üzecek bir şey mi söyledim?”

“Hayır, beni üzecek bir şey söylemediniz; aksine beni büyük bir yanlıştan döndürdünüz…”

“Nasıl bir yanlışlık bu; bizimle paylaşmak ister misiniz?”

“Şimdi paylaşmak istemiyorum; birkaç gün sonra belki…”

Aradan bir hafta geçmiş; ben olayı neredeyse unutmuştum. Anne aramızda geçen diyalogu hatırlattı ve yaşadıklarını paylaşmak istediğini söyledi. Bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Anne anlatmaya başlamış, bütün sınıf dikkatle dinliyordu.

İşte annenin anlattıkları: “Siz öğretilmiş acizlik konusunu işlerken içim cız etmişti. Göz yaşlarımı tutamadım. Biri kız biri erkek iki çocuğum var. Kızım on yaşında ilköğretim dördüncü sınıfa gidiyor. Oğlum henüz üç yaşında. İkisini de çok seviyorum. Ancak, sizi dinlerken, bu sevgimi hatalı yönde kullandığımı fark ettim. Başlarına bir kaza gelmesinden, yanlış yapmalarından, mutsuz olmalarından korktuğum için bütün ihtiyaçlarını karşılıyor, en basit işlerde bile yardım ediyor, neyi nasıl yapacaklarını ben söylüyordum. Kızımı okula ben götürüp getiriyor, ders programını ve ödevlerini ben takip ediyor, yanına oturup ödevlerini ben yaptırıyordum. Onu kendime bağımlı hale getirdiğimi ancak şimdi anlayabiliyorum…”

Anne derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya devam etti: “Sizi dinledikten sonra, çocuklarıma karşı annelik tutumumu değiştirmeye karar verdim. Kızım kendi başına okula gidip gelebilsin diye onu cesaretlendirecektim. Odasının dağınıklığını artık ben toplamayacaktım. Yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacaktım. Ancak uygulamaya kalkınca bunun o kadar da kolay olmadığını anladım. Kızımı karşıma aldım. “İlişkilerimizde bazı değişiklikler yapmaya karar verdim…” dedim. “Bazı şeyleri benim yardımım olmadan yapabilecek kadar büyüdüğünü düşünüyorum. Okula kendi başına gidip gelebilirsin. Artık odanın dağınıklığını ben toplamayacağım, kendin toplayabilirsin. Benden yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacağım; çalışma programını kendin yapacaksın…”

Daha söyleyeceklerimi tamamlamadan kızım ağlamaya başladı. “Ama bu nasıl olur?” dedi. “Artık beni sevmiyor musun? Bu söylediklerini, sen olmadan, nasıl yapabilirim?..” Kendimi kızımın yerine koyunca ona hak verdim. Onu hazıra ben alıştırmıştım. Kendi ayakları üzerinde durmayı da yine ben öğretecektim. Eğer senin yaşındaki kızlar yapabiliyorsa, sen de yapabilirsin; bence denemeye değer, hemen pes etme, dedim. Deniyoruz, başaracağımızı ümit ediyorum.”

“Gelelim üç yaşındaki oğluma. Onu da kendime bağımlı hale getirmiştim. Ancak, birkaç gün önce yaşadıklarımız bana ümit verdi. Sanırım onunla işimiz daha kolay. Oğlumla sokakta yürürken veya merdiven inip çıkarken elinden tutuyor; başına bir kaza gelmesin diye elini bırakmıyordum. Çocuğum elini kurtarmaya ve kendi başına yürümeye çalıştıkça, ben “hayır” diyordum.

Tutum değiştirmeye karar verdiğim gün, oğlumla bakkaldan ekmek almış eve geliyorduk. Bir deneme yapmak istedim. Oğluma döndüm:

“Ahmet, dedim, neden sokakta değil de yaya kaldırımında yürüyoruz?’

“Çünkü, dedi, sokakta yürürsek arabalar bize çarpar.”

“Elini bıraksam, sokakta mı yürürsün, kaldırımda mı?”

“Kaldırımda.”

“Evet, sen akıllı bir çocuksun, nerede yürüyeceğini biliyorsun. Artık elinden tutmama gerek yok” dedim ve elini bıraktım. Söylediklerime ve elini bırakmama inanamadı. Tek başına yürümenin zevkine varmak istercesine adımlarını hızlandırdı. Düşecek diye korktum. Alışkanlık işte… “Ahmet, biraz yavaşla lütfen, sana yetişemiyorum…” dedim.

Apartmanımızın dış kapısından girdik. İkinci kata, dairemize, çıkan merdivenin başında durduk. “Ahmet, dedim, artık yeterince büyüdün. Elimden tutmadan bu merdiveni kendi başına çıkabilirsin.” Aslında o benim elimden tutmuyordu; ben onun elinden tutuyor, bırakmıyordum… O anki şaşkınlığını anlatamam. Sanki uzaydan gelmişim gibi yüzüme baktı.

“Gerçek mi? Gerçekten büyüdüm mü?”

“Evet oğlum, gerçekten büyüdün…”

Merdiven basamaklarından bir çıkışı vardı ki, anlatamam. Ha düştü, ha düşecek. Yüreğim ağzıma geliyor, “dikkat et, düşeceksin!” dememek için kedimi zor tutuyordum. Merdivenin son basamağını da çıkınca geriye döndü, zafer kazanmış komutan edasıyla ellerini havaya kaldırdı. “Yaşasın, çıkabildim!” dedi. Yüzündeki sevinci görmeliydiniz. Göz yaşlarımı tutamadım. Ağladığımı görünce: “Neden ağlıyorsun anne, bak çıkabildim, düşmedim…” dedi.

Gerçek sevginin ne olduğunu şimdi anlıyorum. Aşırı sevgi ve koruma içgüdüsüyle çocuklarımızın yeteneklerini köreltiyor, onlara beceriksizliği öğretiyormuşuz.”

 PEDAGOG ALİ ÇANKIRILI