Etiket arşivi: Ali Ferşadoğlu

En mukaddes müessesemiz aile dağılıyor, uyanınız!

İnsanlığın en eski, en mukaddes, en verimli, en sağlam müessesesi ailedir.

Mukaddesliğini, Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva’nın (ra) nikâhlarının Cennette kıyılmasından ve orada kurulmasından alır. Zaten insanın dünyadaki Cenneti, en müşfik ve sağlam sığınağı aile olduğunu yaşayarak da öğreniyoruz.

Psiko-sosyolojiye göre de fert, aile ve toplumların düşünce, anlayış, hareket ve davranışlarının şekillenmesinde en büyük rolü din oynar.

Fert ailenin, aile toplumun çekirdeğidir. Sağlam bir aile yuvası, imanlı, ahlâklı, bilgili, hak ile hürriyetlere saygılı, görev, sorumluluklarına müdrik ve dürüst fertlerden oluşur. Aile hayatının mutluluğu da, sayısız tarihi ve günümüz örnekleriyle tescillenmiştir ki; “karşılıklı sevgi, güven ve samimî bir hürmet/saygı” ile devam eder.

*

19. asırda yaygınlaşmaya başlayan seküler felsefeler dinlere savaş açmış, maneviyat adına ne varsa silmek istemiş. Sosyalizm, Darwinizm ve benzeri akımlardan da beslenen feminizm, “hedonizm, kadının ekonomik özgürlüğü, eşitlik ve serbest hayat” aldatmacalarıyla Batı’da aileyi çökertmiş, adeta felç etmiş. Bugün Batı’da her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor. Batı medeniyetinin etkisinde kalan toplumlarda aynı tehlike ile karşı karşıya.

*

Ne yazık ki, boşanma furyası tehlikesi ülkemize de sirayet ederek toplumu tehdit ediyor: Araştırmalar ve istatistikler, ayda 15 bin ailenin yıkıldığını, boşandığını haber veriyor!

İslâm ahlâkı ve hayat anlayışında aslolan eşlerin ömürboyu birlikteliğidir. Hayır, hayır, yalnızca dünya değil, “ebedî hayat arkadaşlığı…”

Aile, imanın özellikleri olan sevgi, şefkat, güven gibi olumlu duygu ve hasletlerin geliştirilmesi; olumsuz duyguların mecralarına yönlendirilmesi ayakta durur. Haset, kıskançlık, öfke, nefret, kin, düşmanlık gibi olumsuz duygular, hedonizm, bencillik boşanma sebebidir.

Boşanmaların engellenmesi, en azından asgariye indirilmesi, ancak imanın kalp ve zihinlerde nakşedilmesiyle mümkündür. İman ve ahlâkı, duygu eğitimi ve terbiyeyi de gerektirdiği gibi; aynı zamanda aile bireylerinin hak, görev ve sorumluluklarının şuuruna varılmasını ifade eder. Yoksa, iman, yalnızca, “İnanıyorum!” lâfından ibaret değildir.

Evet, iman (İslâm ahlâkı), kişisel gelişim (nefis terbiyesiyle) meleke haline gelmesidir. Eski çağların tıp bilgileri ve metotlarıyla çağdaş hastalıkları tedavi etmek mümkün olmadığı; yenilenmeyi gerektirdiği gibi, iman esasları, nefis terbiyesi metotları da yenilenmelidir. Zira, geçmiş devrelerin bilgi birikimi ve usûlleriyle çağın psiko-sosyal hastalıklarını tedavi etmek imkânsızdır.

*

İslâm keyfî boşanmalara asla müsaade etmez. Aile bireylerin zarar görmesi durumunda fert, aile ve toplumu ahlâkî dejenerasyondan kurtaran, daha büyük felâketlerden koruyan bir tedbir, en son başvurulmasına cevaz verilen ve meşrû kılınan en sevimsiz helâl olarak görülür.

Bir başka cepheden bakıldığında boşanmayı yasaklamak, aile müessesesini tehlikeye sokabilir. Zîrâ, çok zarurî hallerde bile boşanamayacağını bilen kimse, evlenmeye yanaşmaz. O taktirde de evlilikler azalır. Bu da, fuhuş ve zinanın artmasına, âilelerin çözülmesine, toplumun dejenere olmasına kapı açar.

Ali FERŞADOĞLU
www.NurNet.org

Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye barışı emretmiyor mu?

Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye barışı emretmiyor mu?

İslâmın kelime anlamı, barıştır, emniyettir, selâmette olmaktır, her türlü olumsuzluktan emin olmaktır. Dolayısıyla dahili ve milletler arası ilişkilerde aslolan barıştır.

Müslümanlar hem kendi aralarındaki münâsebet, hem de gayrimüslimlerle ilişkileri; adaletle, müsbet hareket ederek, barışla yürütmekle mükelleftirler.

Aralarında çıkacak problemleri kavgasız gürültüsüz, anlaşarak ve herkesin hakkına riâyet ederek, yani, adaletle çözmekle yükümlüdürler.

Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.1

Kur’ân mü’minleri, kendi aralarında yumuşak ve merhametli olmaya, “Muhammed Resulullah’dır, onun maiyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler.”2 mealindeki âyetiyle dâvet eder.

Dolayısıyla, kat’î surette kendi aralarındaki emniyet ve barışı bozmaya yetkili değildirler. Çünkü, “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz”3 diye ferman verir.

“Mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarındaki anlaşmazlık konusunu barış yoluyla çözünüz”,4 âyeti de Müslümanlar arasında niza ve kavganın kabul edilemeyeceğini açıkça ifâde eder.

Müslümanlar arasındaki ilişkilerde barışın esas olduğunu belirten yüze yakın âyetle Cenâb-ı Hak bir taraftan fertlere sulh ve barış içinde olmayı emrederken, diğer taraftan da topluma kişiler ve gruplar arasında barışı sağlamak için aktif olarak müdahale etme görevini yüklemektedir.5

İnsan hayatı sözkonusu olduğunda, şu kesinlikle bilinir, bilinmeli: Kişi ancak canını, malını ve namusunu fiilî bir saldırıdan kurtarmak için saldırgana karşı kendini savunma, kendini müdafaa için saldırganı öldürmekten başka çaresi kalmamışsa öldürme hakkına sahip olabilir. Başka hiçbir sebeple bir kişinin bir insanı öldürmeye hakkı olamaz.

Saldırı sona erdikten sonra suçluyu bizzat kendisi cezalandırmaya kalkışamaz. Suçluyu bizzat cezalandırmaya kalkışan kişi suç işlemiş olur. Nefis müdafaası dışında ileri sürdüğü sebep ne olursa olsun insan öldüren kişi katildir ve canidir. Hele dine hizmet için, başka bir ifade ile Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için adam öldürmek tam bir fikir sefaletidir. Koyu bir cehaletten başka bir şey değildir.6

Gerçek bu iken, bazı Müslümanların barışsever değil, şiddet sever olmaları tuhaf değil mi?

Ve hakikat böyle iken; İslâmiyeti “şiddetin” kaynağı, Müslümanları da şiddet yanlısı gibi göstermek, cehaletin, ahmaklığın ve bağnazlığın esfeli değil mi?

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 258.
2- Fetih Sûresi, 29.
3- Hucurat Sûresi, 10. 4- a.g.e., 9.
5- Prof. Aktan. 6- a.g.e.

Ali FERŞADOĞLU

www.NurNet.Org

Cemaat mensubiyetinin faydaları

Günlük hayatımızda, hepimiz aile, arkadaş, komşu gibi küçük gruplar içinde yer alırız zaten.

Diğer taraftan, dernek, şirket, cemaat, ekol, tarikat gibi çeşitli gruplara mensup olabiliriz. Kişiler mensup oldukları grup, cemaatin değer yargılarını benimser ve ona göre hareket ederler.

Aslında bir grup/cemaatte yer almamız, sosyal varlık olmamızın bir sonucudur.

Çünkü, kişiliğimizi başkalarına göre geliştirir, davranışlarımızı onlara göre ayarlarız.

  • Rûhî ve sosyal vasıflarımızı geliştiririz.
  • Ortak değerleri oluşturur ve tekâmül ettiririz.
  • Var olan düşünce ve davranışlar, cemaat/grup içinde pekiştirir, arttırırız.
  • Yeni tutum ve davranışlar kazanırız.
  • Cemaatin değerleri ve davranışları istikametinde yeni faaliyetler sergileriz.
  • Hepimiz hayatın dağdağalarından bunalırız. Nefes almak, dinlenmek, teselli bulmak, mânevî gücümüzü takviye etmek, hemcinslerimizle kaynaşmak isteriz. Cemaate girerek teselli buluruz. 1
  • Asrımızın yakıcı hastalıklarından olan “yalnızlık” bizi vahşete, sıkıntıya, strese sokar. Sosyal hayata aktif olarak katılarak yalnızlığımızı gideririz.
  • Merak duyduğumuz işleri ve hobilerimizi cemaat içinde gerçekleştirme imkânı buluruz.
  • Kimlik bunalımlarını grupla özdeşleşerek atlatırız.
  • İstidat (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) ve kabiliyetlerimizi geliştirerek maddî veya kültürel üretimde bulunarak rahatlarız.
  • Hareket ve heyecan üzere yaratıldığımızdan faaliyetten lezzet alırız.
  • Aciz ve zayıf varlıklar olduğumuzdan, dayanışma, yardımlaşmaya muhtaç ve mecburuz.
  • Cemaatin bireylerinden ve şahs-ı mânevîden enerji, elektrik, feyiz alırız. (Cemaatle namazda safları sık ve omuz omuza gelmememizin istenmesinin sırlarından birisi bu olsa gerek.)
  • Grup/cemaatten enerji ve güç kazanırız. Meselâ, velilik, rûhî bir olgunluk; duyu, duygu enerjisini kontrol edebilme mahâretidir. Evliyalığın kerameti (olağanüstü, harika hâli, gücü) olduğu gibi, hâlis niyetin de dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Özellikle, Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi (hepsinin oluşturduğu kişilik, güç, kuvvet) bir olgun bir veli hükmüne geçebilir, yardımlara mazhar olur. 2

Bediüzzaman, grup/ekip/cemaat/ birlik halinde çalışmanın harika sonuçlarına meşhur bir örnek veriyor: San’atkârlar, san’atlarının sonucunu ziyadeleştirmek için, san’atta ortaklık cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî/bireysel çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, ortak çalışma prensibiyle on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ… Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup (bir dalda uzmanlaşıp), meşgul olduğu hizmet basit olduğundan vakit kaybolmayıp, o hizmette meleke (maharet/uzmanlık) kazanarak, gayet sür’atle işini görmüş. Sonra, o çalışmalarını birleştirme ve taksim-i a’mâl (iş bölümü) düsturuyla olan san’atın meyvesini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, san’atkârlar arasında, onları teşrik-i mesâiye (işbirliğine) sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.3 Bu kanun; mânevî, kültürel işler için de geçerlidir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 429.
2- Barla Lâhikası, s. 15.
3- Lem’alar, s. 169.

Ali FERŞADOĞLU

www.NurNet.com

Takva Nedir? Üstünlük Neden “Takva”dadır?

Takva; sakınmak, derin bir saygıyla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmak, rahmetini, lütuf ve ihsanını kaybetmekten, kahr ve cezasından korkmaktır.

Takva, “huzur-u daimî”, yani daima Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruyla yaşamanın formulüdür.

Kur’ân’da 258 yerde geçen takva âyetlerinden birisinin meâli şöyledir: “Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.” (Nahl Sûresi, 128.)

Bir hadis-i şerifte, “Arab’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. İnsanın cennete girmesine sebep olan en büyük şey, kulun takvasıdır” buyurulur.

Bediüzzaman, “Bu mektup gayet ehemmiyetlidir” notuyla talebelerine gönderdiği lâhikada, “Kur’ân-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih” esaslarını nazara vererek şöyle tarif eder:

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.” (Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

İslâm imanında, ahlâk ve hukukunda, “def-i mefasid ve terk-i kebâir üssü’l-esas”tır. Yani, önce olumsuz, şer, kötü yok edilir, ardından müspete, hayra, olumluya geçilir.

Takvada önce haramlar terk edilir. Ardından mekruhlardan sakınmak; peşinden mubah ve helâller gelir. Buna şöyle işaret edilir:

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır… Hem, takva içinde bir nevî amel-i salih var… Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

Takvanın üç mertebesi olduğu nazara verilir:

1- Şirkten takva: İmanı tahkikiye çıkarıp şirkten korunmayı esas alır.

2- Masiyetten takva: Kebâiri, yani, büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmayı gerektirir. En yaygın olarak bu anlamda kullanılan takva için, şöyle ferman edilir: “Eğer onlar Allah’a iman edip Onun emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir mükâfat kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilmiş olsalardı!” (Bakara Sûresi, 103.)

3- Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak. Bu da zikir, şükür, fikir/tefekkür ile olur.

04.01.2013

Ali FERŞADOĞLU

afersadoglu@hotmail.com

“İyiliği tavsiye, Kötülükten sakındırma” bir görev midir?

Mübelliğ-i Ekrem, tebliğci ve mürşidlerin muâllimi Peygamberimiz (asm): “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emrederek [iyiliği tavsiye ederek], münkeri [kötülüğü] yasaklamaya çalışırsınız veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur.” (Tirmizî, Riyazü’s-Salihîn: 173.) buyurmuştur.

Bu hadis-i şerifin bize de hitabı gayet net değil mi?

Kur’ân, yalnızca “Biliyorum, iman ediyorum!” demekle kurtuluşa eremeyeceğimizi şu iki İlâhî ikaz ile ortaya koyar:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût Sûresi: 2)

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk Sûresi: 2)

Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar/imkân verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac Sûresi, 41.)

Peki Kur’ân hadimleri ve talebeleri, “ma’ruf ve münkeri” nasıl yapacak? O dersi de Resûl-i Ekrem’den (asm) almalıyız:

Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 89.) Sahanın uzmanları, hadiste geçen “el (güç) ile düzeltme vazifesi“yle idârecilerin, vazifelilerin; “dil” ile âlimlerin; “kalp” ile ise, bütün vatandaşların, herkesin kastedildiğini açıklar.

Evet, herkes tepkisini ortaya koymalı: Kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak vs. bu vazifeyi ifâ etmeli… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler.

Buna göre; “iman hizmeti” sadece ilim tahsil etmek ve anlatmak değildir. Hizmeti maneviyât üreten bir fabrika olarak düşünürsek, en büyük çarktan onu tutan cıvataya kadar muhtelif hizmetler vardır. Fabrikanın bekçisi de hizmet ediyor, temizlikçisi de, işçisi de, ustabaşısı da, mühendisi de, müdürü de… Hepsinin hizmeti birbirini gerektiriyor.

Öyle ise, insanlar ve bilhassa gençler, deccalizmin şubeleri olan “ifsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin” çıkardığı ateşlerde cayır cayır yanarken, o yangını söndürmeye yoğunlaşmalı. Ayağımıza takılan çelmelere değil…

Ve şöyle diyebilmeli: Vazife, hizmet cümleden âlâ, nefis cümleden edna!

Ali Ferşadoğlu