Etiket arşivi: ali ünal

Tebliğden önce temsil!

İslâm, bazı hakikatleri, kaideleri ve hükümleriyle bizzat, bazı hükümleriyle de –ceza yasaları gibi– o hükümlerin insandan kaynaklanan uygulanma sahaları gereği neticeleri itibariyle baştan sona güzellikler mecmuasıdır. O, kaide ve hükümleriyle mücerret güzellikler olarak kendisini mensuplarının şahsında müşahhaslaştırır. Dolayısıyla bir Müslüman, İslâm’ı hayatı ve davranışlarıyla ne ölçüde müşahhaslaştırabiliyorsa, o ölçüde İslâm’a sadıktır; onu bizzat hür ve iradî fiilleriyle müşahhaslaştırmadaki kusuru ve noksanı nisbetinde de İslâm’a ihanet içinde demektir.

Bu noktada Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle yazar: “Üstün insanî vasıflar, duygu, düşünce derinliği ve karakter sağlamlığı, hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir… Hakk da, halk da, insanları insanî vasıfları, üstün karakteriyle değerlendirir. Bu itibarla da, insanî değerler itibariyle fakir, karakterleriyle de zayıf kimseler, çok iyi birer mü’min görünümünde olsalar da, büyük başarılar elde etmeleri ve elde ettikleri başarıları koruyabilmeleri; aksine, iyi bir Müslüman görünümünde olmadıkları halde, sağlam karakteri ve üstün insanî vasıfları itibariyle birkaç kadem ileride olanların da, bütün bütün başarısız kalmaları mümkün değildir.

Bugün, “Hacı, sakallı, beş vakit namazında…” diye bazılarına duyduğumuz itimat, çoklarımız itibariyle en fazla aldandığımız, aldatıldığımız bir nokta olmaktadır. Evet, ibadetler, Müslüman’ın hayatında ve Müslüman karakter inşaında vazgeçilmezdir. Kur’ân’da bizzat buyrulduğu üzere, “Namaz, bütün çirkinliklerden ve kötü davranışlardan alıkoyar.” Ama namaz sadece şekilden ibaret kalıyor, İslâm sadece şeklî namaz ve oruç gibi birkaç ibadetten ibaret görülüyorsa, merhum Seyyid Kutub’un çok yerinde ikazıyla, “İnsanları kötülüklerden alıkoymayan namaz, bırakın onları Allah’a yaklaştırmayı, ancak Allah’tan uzaklaştırır.” Ve, içtimaî hayatın içinde bir yakınımın tesbit ve itiraf ettiği üzere, bugün günlük hayatta ve muamelatta en fazla aldatan ve işini düzgün yapmayan insanlar, ne yazık ki şeklî namaz Müslümanlarından çıkmaktadır.

İslâm’ı temsil, özellikle üç noktada önemlidir ve kendini gösterir. Bunlardan biri, bütün söz, hâl, davranış, çalışma, vazife sorumluluğu, işveren–işçi münasebeti, insanlarla ve sulardan yakıtlara, bitkilerden ve ağaçlardan hayvanlara varıncaya kadar bütün varlıklarla münasebetlerimizde doğru, güvenilir ve samimî olmadır. Doğruluk, güvenilirlik ve samimiyet, İslâmiyet’in esası, peygamberliğin de birinci vasfıdır. İslâm’ı temsilde ikinci nokta, öğretmen, öğrenci, idareci, işçi, hakim, bakan vb. hangi meslekten olursak olalım, işimizi çok iyi yapma, mesleğimizin hakkını mümkün olduğu kadar en a’zami derecede yerine getirebilme, bu hususta parmakla gösterilecek bir seviyede olmaktır. Üçüncü nokta, başkalarına emir veya tavsiye ettiğimizi önce kendimizde ve örnek olacak şekilde uygulama, Kur’ân’ın ikazıyla, “insanlara iyiliği emrederken onu yapmama akılsızlığına düşmeme”, dinî veya daha başka bütün sorumlulukları başkalarına anlatılacak kaideler gibi değil, bizzat kendimizin herkesten önce ve ileride yapmamız veya yapmamamız gereken kaideler olarak görmedir.

Bu noktalar Müslüman’ın hayatında ne ölçüde eksikse, o insan Müslüman olarak arz-ı endam etmekten, özellikle İslâm’ı tebliğ iddiasından o ölçüde utanmalıdır.

Ali Ünal / Zaman

Ölüm ve Ötesi

Ölüm, hayattan da öte bir hakikattir. İmanı teslimiyetten ibaret halkımızın çoğu onu tevekkülle karşılasa da, bilhassa ehl-i dünya ve bu teslimiyeti olmayanlar, inanmış bile olsalar, çok ciddî ölüm korkusu yaşarlar.

Fakat sürekli çalışma, meşguliyet, eğlence ve neşelenme gibi yollarla ölümü hatırlamamaya çalışırlar. Manevî eğitimde “râbıta-i mevt” bir esastır. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın, çok anın.” buyururlar. Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri kadarı da Âhiret’le ilgili olduğu halde, ölüm ve Âhiret, inananları dâhil, günümüz insanının hiç gündeminde değil gibi. Oysa yazılanların, konuşulanların, gösterilenlerin belki büyük kısmı ölüm ve Âhiret’le ilgili olmalı. Çünkü dünya hayatı, tamamen Âhiret’e endekslidir ve Âhiret için yaşanır, Âhiret için yaşanmalıdır. Günümüz insanının buna, önceki çağlarda yaşayanlardan çok daha fazla ihtiyacı var. Var, çünkü dünyevîlik, bugün herkesi kapkaranlık cenderesine almış durumda; var, çünkü bugün öylesine suçlar, öylesine günahlar işleniyor ki, insanı bunlardan ancak şuurlu bir ölüm ve Âhiret endişesi alıkoyabilir. Bundandır ki, İkinci Dünya Savaşı’nda ne olup bitiyor hiç takip etmeyen Hz. Bediüzzaman (r.a.), kendisine sorulan “Bundan daha mühim bir hadise mi var ki, bu savaşı hiç takip etmiyorsun?” sorusuna şu cevabı verir: “Evet, herkesin başına bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet davasından daha ehemmiyetli bir dava, ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek davası, açılmış. Her insan, Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa tereddütsüz o tek davayı kazanmak için sarfetmeli.”

Bazıları kasten ve keyfî bir hüküm olarak inkâr etseler de, tamamen çürüyüp kokuşmamış hiçbir vicdan, Allah’ı ve Âhiret’i inkâr edemez. Fakat yine Hz. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, nefis, deve kuşu gibidir. Ölümle varlığının, her lezzetin “sonsuzca sona ereceği” aklına gelince “İhtimal Âhiret ve ebedî hayat var.” der, ümidini sürdürür. “Öyleyse gel, bu ebedî hayatı kazanmak için çalış!” denince, bu, işine gelmez ve “Âhiret, sorgu–sual, Cennet–Cehennem yok!” der. Kâinatın insan gibi şu veya bu derecede şuurlu, irade sahibi ve sorumlu varlıkların tasarruf sahası dışında kalan her yerinde Cenab-ı Allah’ın Adl isim-sıfatından gelen tam bir denge ve adalet hakimdir. Bu denge ve adaleti kendi tasarruf sahasında iradesiyle insan bozar. Evet, Cenab-ı Allah’ın mutlak adaleti ve insanın irade sahibi, sorumlu bir varlık olması, dünyada gördüğü mükâfat ve cezalar, buna karşılık görmediği çok daha büyük suçları ve iyilikleri, Âhiret’e şüphesiz bir delildir. Ayrıca, Âhiret’in olmaması demek, ölümle hiç yaşanmamışa dönen hayatın da, ölümle bitiveren, sürekli bitivereceği acısı veren lezzetlerin de, sevdiklerinden bir bir ayrılmakla sadece acıya dönüşen sevgi ve alâkaların da insan için boş, anlamsız, hattâ bir alay ve işkence olduğu manâsına gelir. Bu ise, bütün kâinatta güneş gibi apaçık görülen evrensel rahmete de, en küçük bir varlık ve hadiseye taktığı müşahede olunan sayısız fayda, gaye ve manâlarıyla hikmete de tamamen zıttır.

Ali Ünal / Zaman

Yazının devamı için tıklayınız>>>

İslâmcılık ve Bediüzzaman

“Arap baharı” sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) “Arap baharı”nın bazı Türkiye İslâmcıları için artık bittiği öngörülen İslâmcılık adına yeni bir ümit olarak görülmesine.

Entelektüellerin özellikle Türkiye’de “en küçük” bir tarikatın şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri yoktur. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, insan vicdanı dört rükünden oluşur ve bu rükünler, ruhun da duyularıdır: Zihin, kalb, irade ve his. Zihnin vazifesi, ma’rifetullahtır; kalbin vazifesi, Allah’ı müşahede; iradenin vazifesi, Allah’a ibadet; hissin vazifesi, Allah’ı sevmektir. Din, vicdanın bu dört rüknüne hitap ve onları tatmin eder. İnsanı, bilhassa Müslüman’ı hareket geçiren, öncelikle kalb ve histir. Batı’da “aydınlanma” denilen ve aklın Din’den kopmasına dayanan akımın ürettiği entelektüelin Müslüman’ı da, bu dört rükünden sadece zihnin bir fakültesi olan teorik akla hitap eder ve genellikle ma’rifetullahtan da yoksundur. Dolayısıyla, entelektüelin bilhassa kitleler üzerinde etkisi yoktur. Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından “ayak takımı” ve “çöl kafalılar” olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel, kendisini çok önemser. İslâmcı bir entelektüel, 1980’lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi ile Türkiye’de bir “İslâm devrimi” yapabileceği ümidindeydi. Bugün, Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.

Ali Bulaç, “Arap baharı”nın tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki, konuyu yeni çalışmaya başlayan bir talebenin bile yapamayacağı hataları yapıyor. Meselâ, içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran İhvan-ı Müslimîn’in temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye’de Risale-i Nur hareketi üzerinde bile etkisini olduğunu iddia ediyor. Oysa İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde en küçük bir etkisi olmamıştır. 1907’den itibaren her yerde olan Bediüzzaman, ta baştan ve daima “İslâm, dâhilde menfiye alet edilmez.” diyerek, şiddeti kesinlikle reddedip, “müsbet hareket“i esas almıştır. Ayrıca, Risale-i Nur hareketi, 1925’te başlamıştır. İhvan-ı Müslimîn ise, en önemli risalelerin artık yazılmış bulunduğu 1928’de kurulmuştur. Bediüzzaman’ın herhangi bir İhvan mensubunun eserlerini okumuş olması da mümkün değildir. O bakımdan, İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde tesiri olduğunu iddia etmek, ancak iki hareketi de tarihi ve temel duruşlarıyla bilmemek demektir.

Ali Bulaç, kusura bakmasın, fakat Bediüzzaman’ı tanımadığını ne yazık ki başka yazılarında da ortaya koyuyor. Meselâ, şöyle yazıyor: “… Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid’at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşaîlik yerine Eş’arîliğin revaç bulması, Mutezile’nin mahkûm edilmesi, Gazali’nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Efgani’den Abduh’a, Akif’ten İkbal’e, S. Ahmet Han’dan Said Nursi’ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür.” Bu genelleme, özellikle kendisinde Ali Bulaç’ın iddiasının tam tersini müşahede ettiğimiz Bediüzzaman konusunda o kadar büyük bir hata ki, sadece Risale-i Nurların hiç okunmadığını gösteriyor. Sözü edilen konularla alâkalı 27. Söz, 30. Söz, 29. Mektup gibi Risalelerin hiç okunmamış olması bir yana, Bediüzaman “Eski Said” dediği dönemde dahi Ali Bulaç’ın iddiasını haklı çıkaracak ne bir şey söylemiş, ne de yazmıştır.

Bu kadar büyük maddî hatalar üzerinde yürüyen bir tartışma, bilhassa İslâmcılık adına ne değer ifade eder bilemiyorum.

Ali Ünal / Zaman

28 Şubat’ın en büyük dersi: Ve insan aldandı

Hz. Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde çok derin insan teşrihlerinde bulunur.

Meselâ, der ki: Aklın pek garip bir hali vardır. Her şeye uzanan öyle bir kabiliyete sahiptir ki, bazen bütün kâinatı kuşatır ve kucağına alır. Bazen imkân (yani şu sebepler) dairesinden çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir damla suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Hangi şeyde kaybolursa, bütün varlığı o şeyle sınırlı bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi yanında götürmek ister. Yine, şöyle der o: “Hem senin mahiyetine Allah öyle manevî cihazlar ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde, göz, bir saçı kaldıramadığı gibi, o latîfe, bir saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamaz; hattâ bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor; amel defterinin büyük kısmı ve ömür sayfalarının çoğu hardal tanesi hacmindeki hafızana kaydoluyor, bunun gibi, çok cüz’î küçük şeyler var ki, büyük eşyayı bir cihette yutar, içine alır.

İşte insan, böyle kompleks ve çözülmesi zor bir yapıya sahiptir. Hz. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, küçücük göz bütün ufku tarar; ama bütün ufku tarayan bu gözün görmesine bir toz zerresi, bir kıl mani olur. Bütün kâinatı kurcalayıp, zamanın ve mekânın dışına taşan akıl, gider bir damla, bir zerre, bir kıl mahiyetindeki bir heveste, bir makamda, bir anda, bir bakışta, bir menfaatte, bir korkuda, küçük bir hedefte, basit bir tamahta, temelsiz ve geçici bir sevgide boğulur gider; boğulur gider de, dünyasını da, âhiretini de mahveder. Dünyayı sonsuz, hayatı ölümsüz gibi görüp, öyle bu dünyaya, bu hayata sarılan insan, sonsuz gibi gördüğü hayatı günübirlik, hattâ anlık yaşamaktan kurtulamaz; oysa peşini ne dünün dertleri, ne de geleceğin ızdırapları bırakır.

Evet, 28 Şubat’ta, çürümeye mahkûm etten, kemikten, kandan müteşekkil; bir kılda, bir damlada, bir zerrede mahvolup gitme isti’dadında; ne dünü, ne bugünü, ne de yarını bilen, buna rağmen düne de, bugüne de, yarına da hükmetmeye kalkan, hükmedebileceklerini zanneden birtakım güç, sermaye ve kalem sahipleri, işbirliği içinde ve Türkiye’nin dinamiklerini bilmeleri mümkün olmayan birtakım dış mihrakların yönlendiriciliği veya sürükleyiciliğinde Türkiye’de bin yıllık iktidar kurabileceklerini zannettiler. Bizzat kendileri de ne Türkiye’nin dinamiklerini biliyorlardı, ne tarihi, ne de hadiseleri okuyabiliyorlardı. Bunların da ötesinde, gözlerinin önünde cereyan eden “tabiat” hadiselerini de göremiyorlardı. Halkın keşfettiği bir gerçek olarak, kara gün kararıp kalmadığı gibi, geceleri gündüzlerin, kışları baharların takip ettiğini, düzlüklerin daimî olmayıp, inişlerle yokuşların birbiri peşisıra veya hemen düzlüklerin ardından veya önünden geldiğini de görmüyorlardı. Bunların da ötesinde, Türkiye’nin 1950’den itibaren tarihinin nasıl ortalama 10’ar yıllık dönemlerle ilerlediğinin de farkında değillerdi. Her 10 yılda bir ülkeye yapılan müdahalenin, Türkiye adına, müdahaleyi yapanların hiç de arzu etmediği daha ileri bir merhaleye kapı araladığını da anlamıyorlardı. Ayrıca, gerçeklerin, özellikle menfaat çatışmalarının zirvede olduğu günümüzde gizli kalamayacağını ve menfaatler üzerine oturan bir dünyada kalıcı ittifak ve dostlukların olamayacağını hiç bilmek istemiyorlardı.

Evet, 1950’den bu yana kirli iktidarlar veya dönemler 10 yılı aşamadığı gibi, kış içinde yalancı bahar, fecr-i sâdıktan önce fecr-i kâzip mahiyetindeki iktidarlar veya iktidar sahipleri de 10 yılı aşamadı. Bu da, son 60 yılımızın bir diğer önemli dersidir.

Ali Ünal / Zaman Gazetesi

Tarihi ve Kanunî’yi anlamak

Nasıl her bir eşya bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin fizikî âlemde aldığı bir şekilse, her bir hadise de yine bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin dışlaşmasından ibarettir. Cehalet ve sığlığın hakim olduğu ülkemizde gerçek tarihçinin var olup olmadığı bile tartışılabilir. Yaşayan en büyük tarihçimiz kabûl edilen Halil İnalcık’ın bir TV kanalında Osmanlı Devleti’nin ilk padişahlarının Alevî olabileceğini kabûl etmesi karşısında şoke olmuştum.

Demek ki en büyük tarihçimiz, Alevîliği de, Sünnîliği de, Osmanlı tarihini anlamak için bir tarihçinin mutlaka bilmesi gereken İslâm’ı da bilmiyor. Bunun gibi, yaşayan bir diğer büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın da aynı TV kanalında Bediüzzaman hakkında bir satırlık bile doğru bilgi sahibi olmadığına şahit oldum. Bediüzzaman, Meşrutiyet dönemi Osmanlısı’nın en etkili şahsiyetidir. Bediüzzaman’ı bilmeyen, Meşrutiyet dönemini anlayamayacağı gibi, Cumhuriyet dönemini hiç anlayamaz. En büyük tarihçilerimizin bu seviyede olduğu bir ülkede malûm medya ürünü bir eser ne değer ifade eder?

Kanunî gibi insanlık tarihinin devlerinden bir şahsiyeti hayata ve insana “libido” üzerinden baktıkları anlaşılanlar dizi yapacaklar öyle mi? Necip Fazıl merhum bir mahkemesinde “Behçet Kemal Çağlar’a hakaret etmişsin!” suçlamasına şöyle cevap verir: “Hakim bey, Behçet Kemal kim, ben kimim? Hiç Galata Kulesi’yle Langa’daki bostan kuyusu bir olur mu?” San’at, Arapça bir kelime olarak, “bir nev’i yapma” demektir. Herkes, san’at denilen şeyle kendini yansıtır.

Meselâ, heykelciliğin san’at diye Rönesans’la hortlaması ve bugün de “modern” çevrelerde üzerinde en titrenir “san’at” olması boşuna değildir. Çünkü Rönesans ve modernizm, putperestliğe dönüştür ve putperestliğin en belirgin yansıması da heykelciliktir. Dolayısıyla, herkes san’atıyla kendini yansıtır ve san’at diye isteyene başkalarını, hele ölmüş ve tarihe mal olmuş insanları kendi penceresinden resmetme hakkı tanımak, hürriyet ve insan hakları gasbının da, zulmün de ta kendisidir.

Otuz üçü dahil Osmanlı padişahlarını, onların özellikle onuncusunu Kanunî’nin teşkil ettiği ilk onunu, IV. Murad’ı, II. Abdülhamid’i, hattâ Vahidüddin’i değil sözümona san’atkârlar, günümüzün tarihçileri de, ekran ve konuşma şehvetine tutulmuş ilâhiyatçıları da idrak edemez. Fatih, Yavuz ve Kanunî’nin yaptıklarına baktığımızda, hadis-i şeriflerde âhir zamanda Hz. Mehdî’nin ulaşacağı buyrulan hedefe baş koymuş insanlar olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mehdî’nin gölgesinde seyrusülûk etmişlerdir.

Onlar, peygamberlik dışında, İslâm öncesi tarihte sırayla Hz. Musa veya Hz. İbrahim’in (imam), Hz. Davut (halife) ve Hz. Süleyman’ın (melik) bizim tarihimize vurmuş gölgeleridir. Alkolle, pornoculukla, eğlence ile, anarşi ile kendilerini göstermeye çalışan ve medya sihirbazlarının “işte gençlik!” diye takdim ettiği bugünkü akranlarının yaşında İstanbul’u fetheden Fatih’i asıl büyük yapan bu fetih de değildir. Gün görmüş koca Çandarlı Halil Paşa’nın karşısında “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u!” kararlılığını gösterebilen Fatih’in idealleri, ufku, hattâ Çandarlı’yı azledebilmesinin bile yanında İstanbul’un fethi çok küçük kalır.

26 yaşında tahta çıkmış ve ardından Rodos’u fethetmiş, ardından Mohaç’ta tarihin en müthiş meydan savaşlarından birinde iki saatte Orta Avrupa’nın en güçlü devletini yerle bir etmiş, âdeta at sırtından inmemiş, cephede şahadet şerbetini içmiş, yaptığı kanunlarla Kanunî olarak, idareciliğiyle Sultan Süleyman olarak, Bakî’si, Fuzulî’si, Sinan’ı, Ebu’s-Suud’u ve daha niceleriyle insanlık tarihinin en parlak sayfalarını yazmış bir zirveye mağma tabakasından bakanlar, ancak kendi boğulmuşluklarını resmederler.

Ali Ünal