Etiket arşivi: Aliye Yüksel

Nâşizelik

Çocuk yine ağlıyor.. Annesi bağırıyor, çocuk daha çok ağlıyor. İçim burkuluyor. En son çok sert bir: ” Git !” emri ve çocuk hıçkırarak susmak zorunda kalıyor; kim bilir minik kalbinde, tazecik ruhunda bastırılmış, susturulmuş nice duygular ve derin yaralarla.. Bazı akşamlar ve günde en az bir defa alt komşumun 3 yaşlarındaki kızı ağlıyor. Bize de kibarca kusura bakmayın uyarısı yapmışlardı ilk taşındığımızda (sanki çocuğun kusuruymuş gibi). Taşınalı 3 hafta oldu ve durum aynı, bu hafta hanım ve beyin tartışmalarını ve hanımın sert cevaplarını da duymaya başladık. İnşallah daha başka kötü durumları da duymayız. Yeni binalar kağıttan duvar sanki, mütayitler mahremiyete daha dikkat etseler ya..

Alt komşumla taşındığımız ilk günlerde bahçeden eve çıkarken tanışmıştım. Çocukları sevdiğim için kızına yanaşmış ve sonra annesiyle muhatap olmuştum. Meslek/meşguliyetini sorunca üniversitenin mühendislik fakültesinde hoca olduğunu söyledi. Kıyafeti bizim buradaki vasattan daha açık, herhalde lens kullanan, bakımlı bir hanım olduğunu fark ettim. Bahçedeki 3-5 dakikalık sohbetimizde şunu da fark etmiştim ki muhatabım kendini tanıtırken ağırlıklı olarak “üniversite hocası” kimliğini nazara verdi; annelik, falanca memleketlilik, yaşıt bir hanım olma değil de “üniversite hocası” olmak.. Elleri kot pantolonunun cebinde, çok rahat bir edayla konuşuyordu. Kendini o kimlikle o kadar özdeşleştirmişti ki hal dili tamamen o kimliğin kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Komşum hakikaten kendini sadece “üniversite hocası” mı sanıyordu?.. İçimden “Bu hanım çocuğuyla nasıl ünsiyet edip tek vücud olacak, bütünleşecek acaba, oysa kız çocukları anneyle bütünleşmek ister” diye bu konuda menfi kanaatimi de hatırlıyorum. Tanışmanın üstünden geçen 3 haftalık süreç maalesef kanaatimi teyid eder nitelikte oldu.

Bugün lise ve üstü okullara giden ve çok büyük oranda çalışma hayatına hazırlanan genç kızların asli ve fıtri vazifeleri olan “annelik ve eşlik” ikici, üçüncü sıralara kaydığı; bilumum eğitim ve öğretimler para kazanmaya yönelik olduğu için toplumdaki aile kurumu ciddi tehditlere maruz kalıyor. İş kadını ve “falan meslek” sahibi olan kadın, evdeki en önemli sorumluluklarında sınıfta kalıyor; yapamadığı gibi yapamadığının farkında olmadığı için -yani çalışıp para kazanması, eve ekmek getirmesi yeterli sandığı için- kendisi yüzünden evde meydana gelen boşluğun faturasını çocuğuna, eşine kesiyor.. Neticede evde sinirli, duygusal anlamda aç, sevgi yoksunu bir çocuk ve otorite kurmaya çalışan bir hanımla baş etmeye çalışan sinir hastası bir eş ortaya çıkıyor. Kadın da kendini “didinip çalışıyorum, bir yandan iş bir yandan ev, ben hangi birine koşayım” diye haklı görmeye, aczini ortaya koyarak haklı çıkmaya çalışıyor. Oysa tablo ne kadar çarpık sistemlerle hazırlanmış bir plan dahilinde işletiliyor. Bediüzzaman Hz.(RA)’ın dediği gibi: “Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar!.. Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmîn.” Lem’alar ( 203 )

Eğer bilinçli değilse, yani manevi bir eğitimden geçmemiş, büyüklerinden nasihat almamış ise bugün çalışan hanımların büyük çoğunluğu evin maddi ihtiyaçlarını karşılamakla annelik, eşlik vazifelerinin bittiğini sanıyor ve kendini tüm enerjisini tüketen işlerde harcıyor. Tükeniyor, aile fertlerini de tüketiyor.. Çocuğunun ihtiyacı olan hakiki, samimi şefkati veremediği gibi; eşini de beğenmez tavırlarla, kendi mevkisini, aldığı maaşı, statüsünü ona kıyas ederek, eşini hor görme gibi nâşizelikten gelen bir tavra girebiliyor. Nâşizelik lugatta: “Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men’eden kadın.” olarak tarif edilmiş. Bu kötü haslet, Risale-i Nur külliyatında: “Eşine itaat etmeyen, eşinin muvafakatına ihtiyaç duymadan serbest hareket eden kadın” anlamlarında kullanılıyor. Bu itaatsizlik eşini beğenmeme hatta tahkir etme gibi vahim neticelere kapı açıyor.

Çalışan ve statü ve para sahibi olan hanım, eşine karşı itaatkar tavrını korumakta çok zorlanıyor -hele ki  statüsü daha yüksek olan bir işte çalışıyorsa. İslami terbiye ile nefsini sürekli kontrol etme çabasında değilse evdeki manevi dengeleri alt üst eden bir tavra girebiliyor. Yani evdeki otorite olan babanın konumunu sorguluyor, kusurlar görüyor, itimadı sarsılıyor; empati kurup eşinin cephesinden bakamazsa, onun da haklı olduğu noktaları göremezse tartışmalar devam ettikçe  o otoriyeti kırıyor. (Aslında kendini kırıyor ama farkında değil!) Evde otorite yani tek merkezden ama demokratik idare yıkılınca imamesi kopmuş tesbih gibi fertler kendi başlarına kalıyor. Çocuk kendini aileye bağlayan bağları fazla hissedemiyor; hanım eşini güvenilir, sözü dinlenilir, son karar ona bırakılır bulmuyor; bey de “bunlar beni dinlemiyor zaten” diye kişilik kaybı ve sorumsuzluğa dönük bir hale giriyor. Nâşizeliğin sebep olduğu bu kötü neticelerden korunmak için hanımlar haddimizi, hududumuzu iyi bilmeliyiz; eğer evdeki baba otoritesini sarsarsak neleri de sarstığımızı düşünüp çok dikkatli hareket etmeliyiz.

[Ufak bir not: Saba ülkesinin melikesi(sultanı) olan Hz. Belkıs Rabbinden gelen bir tek mektubla her şeyi bırakıp Süleyman(AS)’a gidip hak dini öğrendi. Koskoca ülke ve uygarlık onunken kibirlenip kulluktan yüz çevirmedi. Biz bize verilen ufak bir hocalık, müdürlük veya maaş sebebiyle Allah’ın emri olan “eşe itaatten” yüz çevirirsek haşir günü kimse yüzümüze bakmaz, Allah böyle akıbetten muhafaza eylesin, haddimizi bilmek nasip etsin.]

Manevi enerjisini aile içinde çocuk eğitimi, kendi kişisel terbiyesi, eşiyle planlı bir hayat sürme gibi en mühim yerlerde kullanmayan kadın, evini bırakıp afaki dairelerde mevki ve para karşılığı çalışmaya başladığında yüksek ahlakını, günahsız safi halini, şefkatli, affedici, sabırlı, anlayışlı ruh haletini kaybediyor; tahammülsüz, anlayışsız, insan terbiyesinden anlamayan, hayatı insanca yaşama yolunda karşılaşılan zorlukları tanımlayamayan ve çözemeyen bir yarım hanım oluyor. Neden yarım derseniz hanımlık vasıflarının bir kısmı gidince geriye yarım kalıyor. Maddiyat için maneviyatı terk etmenin cezasını Cenab-ı Hak bu dünyada da peşinen veriyor; maddi imkanlar çok rahat olduğu halde, üzülerek görüyoruz ki evlerde huzur, sükunet, sıcak sevgi dolu atmosfer çok nadir yaşanıyor..

Evet Bediüzzaman Hz.(RA)’ın dediği gibi: “Demek onlar(hanımlar) daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes’ud bir aile hayatını geçirmeğe mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar.” Biz hanımların fıtri yapısı terbiye-i İslamiye ile inkişaf eder, maddeperestliği telkin eden Avrupa terbiyesi aklı, vicdanı bozar, nefsi besler. Böyle mahiyetteki insan ne kendisine, ne de kurduğu aileye hakiki faydalı olamaz. Kendini geliştiremez, yetiştiremez ve keza eşi ve çocuğunu. Onlara ulvi, vicdani değerleri aşılayamaz. Şehid olsun diye eline kına yakıp “Düşmanla kanının son damlasına kadar çarpışmazsan sütümü helal etmem” diye dualarla cepheye evlad gönderemez. Anne bozulunca aile bozulur; aile bozulunca toplum çözülür..

Bu yazıyı tamamlarken yine aşağıdan bir bağırtı ve minik S..nin sevimli sesi geldi. Demek 1 saattir evdeki atmosfer pek değişmemiş. İçim burkuldukça Rabbime minik S..nin imanlı bir çocuk olması ve o ortamda ruhunu koruyabilmesi için dua ediyorum, elimden bu kadarı geliyor.. Anne, babası da inşallah İslamı daha ciddi yaşamaya başlar. Gelin bu akşam tüm minik S..ler ve onları anlamayan, dinlemeyen, ecnebi planlarıyla şaşırtılmış, evini çocuğunu ihmal edip çalışan anneleri için dua edelim.

Aliye Yüksel

Ramazan’a Devam..

Mübarek üç aylar ve hususen Ramazan-ı Şerif’ten sonra manevî dünyamızda bir duraklama ile adeta sudan çıkmış balık haletine düştük. Gündüzlerimizi nurlandıran, nefsimizi dizginleyen, daimî bir ibadet olan oruçtan ve gecelerimizi ihya eden teravih namazlarından, dinî sohbet ve zikirden mahrum kalan ruhumuz bayram sonrası, ahir zaman sarhoşluğuyla kirlenmiş bu manevî hava içinde nasıl teneffüs edeceğine mütehayyir kaldı. Bu sıkıntıya Bediüzzaman Hz(RA) Kastamonu lahikasında şöyle işaret ediyor:

“Maddî hava bozulduğu vakit nasılki sıkıntı veriyor, asabî sînelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bazan manevî hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda ve bilhâssa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup havayı bozan dalaletlerin tesirleri zamanında …” Kastamonu Lahikası ( 134 )

Medya kaynaklarının hummalı faaliyetiyle, hakikaten nazarımızı afakî hadiselere dağıtan zulümlü, zulmetli boğuşmalar; her an asıl vazifemiz olan kalb ve mide dairemizi ikinci plana itmeye ve değişmesine fazla katkıda bulunmayacağımız geniş daireleri alemimizde esasmış gibi alıp meşgul olmamıza sebep oluyor. Bu kasıtlı “ilgi ve himmet kaydırma propagandalarına” karşı yine Bediüzzaman Hz(RA)’nin tavsiyesi ile:

“Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.”  Şualar ( 202 )

Himmet ve gayretimizi asıl vazifemiz olan kalb, ruh, akıl, nefsimizin inkişaf ve terbiyesine hasr etmeliyiz. Bunları eğiten ve istikamete koyan faaliyetleri hayatımızın en öncelikli işleri arasına almalı, afakî dairelere fiilî vazife geldikçe bakmalıyız. Zalimin zulmünü hoş görme veya aldırış etmeme gibi bir hissî gabavet değil elbette kastettiğimiz. Ancak bir kıymettar saatini haber dinlemekle geçirip neticede iki kelime “Kahrolsun falanca zalim” demektense; gece namaza kalkıp, Fetih, Tebbet surelerini okuyup tüm zalimlerin kahrı için dua ederek hakikî fiilî tepki göstermek uyanık bir Müslüman için daha doğru bir davranıştır.

Dahası, nefsimizin şiddetle meşgul etmek istediği ufak menfaat hesapları ve dünyevi hırsları ötelemeyi bilip aynı Şuhur-u Selasede imiş gibi manevi hayatımıza devam etmeye çalışmalıyız. Bayramda çok hoş bir mesaj vardı: “Ömrü Ramazan olanın ölümü bayram olur” Hakikaten ömrümüzü Ramazanlaştırmaya; başladığımız bencillik orucuna, gıybet orucuna, öfke/hased/riya orucuna devam etmeye çalışmalıyız. Her ne kadar manevî hava ibadetlerimizdeki zevk ve şevki söndürmeye meyyal olsa da direnip “Fakat madem خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrıyla; meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a’mal-i sâliha ve umûr-u hayriye daha kıymetli, daha sevablıdır; o sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurane şükretmek gerektir.” Kastamonu Lahikası ( 135 )

Hükmünce gelecek üç aylara kadar azami teyakkuzla ömür sermayemizi kıymetleştirmeyi hedef etmeliyiz. Zira ömür durmuyor, geçiyor; kârlı bir yere sarf etmeyince ebedî pişmanlıklar insanı sarıyor. En iyisi akıllıca düşünüp bir dahaki Receb-i Şerif imdadımıza yetişinceye kadar bu sene kazandıklarımızı kendimize tam yerleştirmeye, alışkanlıklarımızı düzeltmeye ve yeni sene hedefleri için eksiklerimizi tesbit ve takviye planlarına başlamalıyız.

Beşerin kitleler halinde “insanlık” denen müdhiş hazineyi yok etmeye koyulduğu şu ahir zaman ortamında kendimizi ve sevdiklerimizi korumak için bilinçli, hesaplı, müsbet adımlar atarak manevî havanın temizlenmesine katkıda bulunmalıyız. İşe giderken serviste 5-10 dakika Yasin-i Şerif okumak çokların intibaha gelmesine vesile olabilir, ya da gıybet orucunu ihtar etmek çok kalplerin uyanık kalmasına zemin olabilir. “Zerre kadar amel, ne önemi var”  dememeli ancak rıza-yı İlahiye götürdüğü vechesiyle yıldız kadar kıymetli olduğunu bilerek “Ramazan’a devam..” demeliyiz.

Aliye Yüksel

Nihayetsiz Özgürlük

Evet hadisat-ı alem 6 cihetten tazyik ediyor, dünya bazı kişisel gelişimcilerin dediği gibi toz pembe değil. Ama bu nefsin gördüğü zahir ve maddesel, dünyevi tarafta böyle. Yoksa kalp ve ruh cihetinde hiçbir hadise özgürlüğümüzü elimizden alamıyor; çünkü ruh ve kalbin cevelan sahası Allah’a intisap yani o intisabın(iman bağının) kavileşmesi, derinleşmesi, farklı manalarda kurulması olduğu için dış tazyik ancak buna vesile oluyor, kolaylaştırıyor, belki insanı mecburen o intisabı kuvvetlendirmeye itiyor; işte o cihette insan denen mahluk NİHAYETSİZ özgür.. Zaten manevi terbiyelerin gayesi de insanı bazı meşakkatlere mecbur ederek o içerdeki vicdan, kalp, ruh gibi mekanizmaları tetiklemek.

Biz bilinçli olarak böyle bir terbiyeye girsek de girmesek de Rububiyet-i ilahiye bizi evirip çevirip iç alemimizi çalıştırmaya sevk ediyor. Dünya hayatı ve hadisatı bu manada istihdam ediliyorlar şeklinde değerlendirmek kader risalesinden çıkan bir netice diye anlıyoruz.

Yani özgürüz.. Kendimizi sıkıştırılmış hissettiğimiz noktalar nefsimizin Rububiyet iddia etmek isteyip de eline geçmeyen varlık yanılgıları.. Herşeyin sahibi olan Zatı, Malik-ül Mülkü bulmamız, mevhum varlık iddiamızdan kurtulmamız için sıkıştırılıyoruz.Çok bunaldığım, ağır bir imtihandaydım, bir kardeşim söylemişti : “at seccadeni, istediğin kadar namaz kıl, kim tutar seni..” demişti. İstediğimiz kadar yana yana Allah diyelim, kim tutar bizi..

Aliye Yüksel

Kendimizi Hesaba Çekme Zamanı..

Bugün tv de 2011 yılında yaşanan ve medyada önemli olarak yayınlanan haberlerden bahsedildi. Program geçtiğimiz yılda vefat eden meşhur insanlarla başladı. Sonrasını takip etmedim ama klasik olarak gelişme, değişmelerle devam etmiştir diye tahmin ediyorum.

Vefat edenlerden biri benim yaşıtım olan genç bir hanımdı.. Hayatı yaşayış tarzı zahiren çok farklı olan bu hanımın haberi beni biraz duraksattı. Yaşıtımdı ve dünyadan onun gitmesi benim de kalmam açısından bir fark yoktu.. O zaman içimde bir muhasebe başladı.. Neler olmuştu 2011’de benim için? Neler ölmüş, neler doğmuş, neler değişmişti.. Koskoca bir yılda neler yapmış, neler öğrenmiş, neler unutmuştum.. Sonra bunları listelemek ve geride bıraktığım 2011le yani amellerimle yüzleşmemin iyi olacağını düşündüm. Gerçekten koca bir yılı nasıl geçirmiş, manen maddeten nereden nereye gelmiştim.. Bütün bunlar zihnimden süratle geçerken vicdanımdan gelen pişmanlık hissi yapamadıklarım, kaybettiklerim, kıymetini bilmediklerim için ta’zib etmeye başladı. Ve köklü bir telafi çabasına başlamadan bu hissin beni terk edeceği de yok.

Öyleyse kalem kağıt başına.. Önce temiz bir istiğfarla kusurumu itiraf edip, yeni ve hayırlı ameller için Rabbimin tevfikini isteyip, yıllık bir hedef tayin etmeli. Geçmiş hataları tekrar etmemek için stratejiler bulmalı, değiştirmek istediğim huylarımı, dengelemek istediğim hassasiyetlerimi incelemeli, zihnen ve hissen doyuracak faaliyet ve araştırmalarımı netleştirmeli ve etrafımda bulunan, hayatıma dahil olan herkese “Sizi seviyorum” diyerek Rabbimin rahmet hediyelerine şükretmeliyim.

“Ya Rabbi! Bu yıl dünya gemisinde güneşin etrafında bizi daim şükreden, zikreden, fikreden bir halde döndür; defter-i amelimizi lutfunla hayırlarla doldur” duasıyla bitirmeliyim..

Aliye Yüksel