Etiket arşivi: allah rızası

Adeti ibadete dönüştürmek

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir.”

Üstat hazretlerinin  “öğrendim” dediği kelimelerden biri de “niyet”. Buradaki niyeti  en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namazımıza “Niyet ettim Allah rızası için” diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de niyetimiz İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Cümlede geçen “âdi” kelimesi, yeme, içme,  konuşma, yatma gibi adet olarak yaptığımız işler demektir. Bunları sünnet niyetiyle  yaptığımızda o âdi işlerimiz ibadet olurlar. Zira, o Hak Elçisine (asm.)  uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir adetimizdir. Sünnet üzere yatıp, sabah namazına kalkmayı da niyet ettiğimizde bütün uykumuz ibadet olur.

Üstat hazretlerinin takva hakkındaki  harika bir mektubu var. O mektubunda şöyle buyuruyor:

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.”  (Kastamonu Lahikası)

Sonunda  şöyle bir kayıt  koyuyor:

“Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun;  iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaretler yağdırarak yol alsın. Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun nazarına da hiçbir haram ilişmese, ama niyeti haramdan sakınmak olmadığı için birinci adamın kazandığı sevabı bu adam kazanamaz.

Bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hikmet ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama, niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücretlerini artırmak olduğu takdirde bu çalışmaların onlara sevap namına hiç  bir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminleri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

“Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.”

Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İnsan nefsiyle mücadele edecek ki cennete gitsin!..

Yıllar önce bir kış gecesi, Çamlıca’ da sohbete davet edildim. Bir garibanın evinde ders yapacağız. Kar kış… Cerrahpaşa’ dan karşıya gideceğim. İstanbul’ un bir yakasından ötekisine… Bizim hanım, 
“Efendi, otur oturduğun yerde. Bu karda kışta ders olur mu? Millet evinde oturuyordur. Kimse gelmez!” dedi. 
Dedim ki, 
“Çıkayım bir bakayım. Kahveler boşsa dönerim.”
Çıktım. Kahveler tıklım tıklım. Millet kar kış dinlemiyor. 
Yola koyuldum. Baktım, otobüsler dolu. Vapur işliyor. Dolmuşlar çalışıyor. Trafiğin akışına karıştım Çamlıca’ yı buldum. Sonrasında otobüs yok!.. Gideceğim ev bir hayli uzakta. Neyse tabana kuvvet yürüdüm. Evi buldum. Üç beş kişi gelmiş. Kar, soğuk, kış diye çoğu sohbeti asmış. Bana da, 
“zahmet ettin” dediler. 
“Yok” dedim, “Millet cehenneme gitmek için yarışıyor. Ben ne diye cennete gitmek için yarışmayayım? Sayının önemi yok. Üç kişi, beş kişi… Melekler de var. Dersi onlar da dinler.”
Saat ona kadar ders yaptık, sohbet ettik. Sonra yola çıktım. Bir taksi geliyordu. İşaret ettim, durdu, bindim. Arabanın içi kokuyor. Şoför adamakıllı sarhoş… 
Düşündüm. Adamın arabası var. Gece, soğuk, kış demiyor, içmeye gidiyor. Ben evde otursaydım, yarışı kaybedecektim. 
Adam bütün imkânlarını kullanarak içmiş, ben de imkânlarımı kullanarak derse gittim. Bağlarbaşı’ na kadar beni getirdi. O başka istikamete gitti. Ben oradan iskeleye yürüdüm. Oradan vapurla Eminönü’ ne, sonra da otobüsle eve geldim. 
Çevrenize iyi bakın. Cehenneme gitmek için çalışanlar, ne kadar gayretli. Onlar kadar gayretli olmalı değil miyiz?
Sarhoşların içkiye verdiği parayı Allah için harcayan çok azdır. Kumarbazların kumara verdiği parayı din için harcayan çok azdır. 
Oturuyoruz, Mason-Yahudi deyip duruyoruz. Peki, Müslümanların bir kısmı menfaat, makam, şöhret için İslam’a zarar vermiyor mu? 
Bir kısmı da hiçbir meselemizle uğraşmadığı, rahat hayatından fedakârlık edip talebe ile fukara ile ilgilenmediği için İslam’a zarar vermiyor mu? 
Halbuki hayatın gayesi, Allah rızasını kazanmaktır.
Bu noktaya gelemeyen Müslüman, bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona cenneti kazandıramamıştır. Allah bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmış. Asıl maksada ulaşabilmek önemli. Dünya, rehavet yeri, sefa sürme yeri değildir. Eğer bunu, böyle kabul etmezsek, bedeli ağırdır. 
Ahir zamandayız. Sahabe ve Tabiin bu zamanın şerrinden Allah’a sığınmışlar. Bugünün samimi Müslümanlarına da imrenmişler. İçkili lokanta, bar, açık-saçık yayınlar, kumarhaneler… Hepsi Müslüman’a tuzak… Gençlerimizi en zayıf taraflarından yakalamaya çalışıyorlar. 
Üstat buyurmuş ki,
“Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil.”
Unutmamak gerekir ki, 
Eğer insana nefis verilmeseydi, insan cennete gidemezdi. İnsan nefsiyle mücadele edecek ki cennete gitsin.
HEKİMOĞLU İSMAİL

Herkesin cennete bir gitmişliği vardır

Zerre Risalesi hakkındaki bazı düşüncelerimi (veya Zerre Risalesi’nin tetiklediği bazı düşünceleri) karaladığım “Ya hepimiz dönüşüyorsak?” başlıklı yazımda şunu anlatmaya çalışmıştım: Belki de hepimiz, ‘her an cennete ve cehenneme dönüşen’ bir âlemin içinde, ‘dönüştürücüler’ olarak istihdam ediliyoruz. Varlığımızın bir hikmeti de bu: Dönüştürmek.

Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. “Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek..” gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.

Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi’nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz’de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen ‘cennet’ ifadesini sadece ‘gelecekte yaratılacak bir âlem’ veya ‘daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat’ gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir “an’ların cenneti.”

6. Söz’de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken:Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır. Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: “Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır.” Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.

Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah’ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi ‘zor anlaşılır’ gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın ‘alacak’tır.” Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?

Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı’lık veya zaman-üstü’lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur’an’da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.

Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: “Acaba bu ayette ‘alacağım’ diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?”

6. Söz’ü okurken, Bediüzzaman’ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten ‘sadece ahiretteki cenneti’ anlamadığını, cennetlerin sayısını İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr… ifadesinde olduğu gibi ‘beş çeşit’ şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada ‘satın almıştır’ ifadesini de böylesi bir ‘beş mertebe cennet’ içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde ‘satın almıştır’ ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz’deki kâr tariflerine sığınayım burada:

Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur…” Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa ‘batıp gidenlerin’ ardından çok ağlayacaktın.

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor…” Burada konsantre olunması gereken cennet değil, ‘fiyat’ bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben ‘Satmaya bakacağız’ yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar…” Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. “Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur.” İşte, bu değerleniş, yani ‘hayatını yaşamaya değer kılan anlam’ üçüncü cennetim.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder.” İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah’ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? “Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!” tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler.” İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.

Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız ‘miyav’ bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Onları her eyleyişinde giriyorsun dünyalarına. Kalbinde hissediyorsun. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere…

Ahmet Ay – hicbisey.com

Külliyet Kazanma

Nur Külliyatında,  insanın külliyet kazanarak Allah’a yaklaşması konusunda çok önemli dersler ve mesajlar vardır.

Allah’a yaklaşma, kulun Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, O’nun marifeti, muhabbeti yolunda ilerlemesi ve O’ndan uzaklaşmayı netice veren isyanlardan, günahlardan da hassasiyetle kaçınması ile mümkün olur.

Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır …” diye başlayan hadis-i kutsîde, yaklaşmanın ilk ve en önemli adımının farzları işlemek olduğu nazara verilmektedir.

Farzları işleyen ve haramlardan hassasiyetle sakınan bir kul, Allah’a yaklaşma yoluna girmiş demektir. Bu vadide daha fazla yol alması ise ubudiyetinde, tefekküründe ve İslâm’a hizmetinde külliyet kazandığı ölçüde olacaktır.

Külliyet kazanma  konusu, muhtelif risalelerde farklı yönleriyle nazara verilir.

Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Nüktesinde geçen şu ifade de külliyet kesbetmekle ilgilidir:

Evet hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” Sözler, Yirmi Üçüncü  Söz

Bu hakikat dersine Nur Külliyatındaki bir başka dersin ışığında bakmaya çalışalım:

“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.”

Buna göre, her insan tek başına ayrı bir cemaat gibidir. Kalbinin, aklının, hafızasının, hayalinin ve hislerinden her birinin ayrı bir görevi olduğu gibi, gözünün, kulağının, elinin, ayağının da yine müstakil görevleri vardır. Bunların her birinin kendi görevlerini yerine getirmeleri onların ibadeti oluyor. Bunların fıtrî ibadetlerinin yanında bir de insanın bu cihazlarını İlahi rızaya uygun kullanmakla kazanacağı sevaplar ve manevi dereceler vardır ki, bu ikincisi çok daha önemlidir. Zira, insanların manevi dereceleri bu ikinci sahada ortaya çıkmaktadır, birincisinde bütün insanlar bir bakıma eşittirler.

Kalbini ve aklını iman ve marifetle zenginleştiren, hafızasını ve hayalini güzelliklerle dolduran, hislerini müspet sahalarda kullanan, duygularını ve organlarını İlâhî rıza istikametinde çalıştıran bir insan, bunların her birinden ayrı bir sevap, ayrı bir feyiz ve yine ayrı bir manevi derece kazanmakla küllî bir ibadet yapmış olur. Yani,  bütün maddî ve manevî duygularını ahiret ticareti için birer sermaye olarak görüp, onların tamamını en kârlı ve sevaplı sahalarda  kullanan kişi, ubudiyette külliyet kazanmış demektir.

On Birinci Sözün son kısmında hayatın gayesi, özet olarak,  dokuz emir halinde sıralanır ve birincisinde şöyle buyrulur:

Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiye’nin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.”

Şu küçücük insan gözü, güneşten aya, yıldızlara, ağaçlardan dağlara, ovalara kadar her şeyi tartabilmekte ve “Şu bundan daha büyük, bu ondan daha ışıklı.” diyebilmektedir. Aynı şekilde, insanoğlu  kulağıyla da sesler alemine nazar etmekte, yağmurun şıpırtılarından, derelerin akışına, rüzgârın uğultusuna, bülbülün sesine kadar bütün sesleri tartmakta ve “Bu şundan daha ince, o bundan daha güzel, bu ondan daha hoş.” diyebilmektedir. “Duygular terazileri” ifadesi, İlâhî rahmet hazinelerindeki nimetlerin sadece dilimize hitap eden rızıklarla sınırlı olmadığını ders vermekte ve bütün duygularımızla aldığımız zevk ve lezzetleri de dikkate alarak şükrümüzü küllileştirmemiz gerektiğini ders vermektedir.

Bu birinci maddedeki küllî şükür dersine diğer sekiz maddedeki ulvî görevleri de ekleyen ve bunları kalp ve ruh âleminde uygulamaya koyan kişi külliyet kazanmada büyük mesafe alır.

Keza, İkinci Şuada “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder.” buyrulduktan sonra, gerek nimetleri, gerekse hadiseleri tek olarak  düşünmek ve değerlendirmek yerine, onları birlikte nazara alarak tefekkürümüzü küllileştirmemiz  ders verilir. Bu konuda örnek olarak, rızık, şifa ve hidâyetin her birinin küllî manada düşünülmesi üzerinde durulur.

Yine, “İyya ke na’büdü ve iyya ke nestein” âyetlerinin tefsirinde, “ben” yerine “biz” denilmesinin hikmetleri anlatılırken, “küllî manada ibadet etme ve yardım dileme” dersi verilir. Namaz kılan bir müminin “biz” derken,  “bütün müminleri”, “maddî, manevî bütün cihazlarını” ve “kâinattaki bütün varlıkları” niyet etmekle, ibadetini küllileştirebileceğine dikkat çekilir.

Yirmi Dördüncü Sözde, Beşinci Dalın Üçüncü meyvesinde de şöyle buyrulur:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniye’nin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esmâ-i Hüsnâ’nın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”    Sözler

Cümlenin sonunda gelen “çalış” kelimesi, Allah’ın bazı isimlerine çalışmakla mazhar olabileceğimizi ifade etmektedir.

Sadece iki  örnek verelim:

İnsanın her bir organındaki ince hikmetler Allah’ın Âlim isminin birer tecellisidirler. Bu noktada bütün insanlar aynıdır, biri diğerinden daha fazla bir feyze mazhar olmuş değildir. Bir de insanın ilim tahsil ederek  Âlim ismine ayna olması vardır ki, bu ikincisi insanın iradesine ve gayretine  bırakılmıştır. Ve ancak çalışmakla kazanılacaktır.

İkinci örnek:

Bütün duygularınız ve organlarımız bize Allah’ın birer ikramıdırlar. Bu yönüyle hepimiz Kerîm ismine ayna olmuşuzdur. Bir de bizim başkalarına ikram etmekle, onların yardımına koşmakla bu İlahi isimden alacağımız feyiz vardır ki, “çalış” kelimesiyle bizden istenen şey, bu tecelliden nasiplenmektir.

Öte yandan, insanın himmetini ve gayretini dar bir dairede hapsetmeyip geniş tutmasını ve yaymasını ders veren şu cümle de küllîyet kesbetmenin ayrı bir yönünü ifade eder:

“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe- i Hayat)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İslam öldürmez, diriltir…

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamamışlardır. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir:
Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe, 9/5) veya Ehl-i kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe, 9/29), kezâ
“Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin.”(Muhammed, 47/35)
meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir:
Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler, Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabûl ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i kitab’a ya İslâm, ya cizye; yarımada müşriklerine ise “ya İslâm, ya bölgeyi terk veya ölüm” teklifi gelmiştir.“Savaş ve barışın güç, fayda ve meşru amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir
Savaş, nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezâsını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa, savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adâleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü önlemek de öyle mümkün değildir. Yapılması gereken savaşın, hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir.
Girişte meâlleri verilen iki âyet (Nisâ, 4/75-76) savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır:
a) Allah rızâsı,
b) Zulmü engelleyip adâleti sağlamak.
“Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara râci olmaktadır; Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme râzı olmadığı için“Allah rızâsı için savaşmak”, adâlet, hukuk ve hakkâniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dîne inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itâat ettikleri -nefis dahil maddî, manevî- bir önderleri olacaktır; bu önderler Kur’ân’a göre tâğutlardır, şeytanlardır; bunlara tâbî olanların savaş amaçları ise, hukuk ve adâletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Hac sûresinin meâlleri verilen 39-40. âyetleri, İslâm’ın farklı dinler ve inançlar konusundaki tavrını, hiçbir şüpheyi barındırmayacak ölçüde açık olarak ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, kendisine itâat eden mücahid kulları ile koruduğu mâbetler yalnızca mescitler değil, aynı zamanda diğer dinlere ait ibâdet yerleridir. İslâm’a göre ve gerçekte Allah bir olduğu için, O’nun adını anıp başka bir varlığı kastedenler veya adını -O’na yakışmayan- niteliklerle birlikte ananlar da, bilerek bilmeyerek, doğru veya yanlış Allah’ı zikretmektedirler. Dünyada insanları, farklı inanıyorlar, inançları belli bir dîne aykırı düşüyor diye cezâlandırmak veya baskı altına almak İslâm’ın -câiz görmesi bir yana- savaş sebebi saydığı bir davranıştır.
Silâhlı mücadele ve şiddet, amacı veya şekli bakımından -din, hukuk ve ahlâkça meşrû sayılan- sınırları aşınca zulüm olur, terör olur; İslâm’ın bunu da tasvip ve tecviz etmesi düşünülemez. 
Prof. Dr. Hayrettin Karaman