Etiket arşivi: Allah’a kul olmak

Kulluğun Sembolü: Namaz

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Kulu olduğumuz Allah’a hamd; ümmeti olduğumuz Resulullah’a, onun âl ve ashabına salat-u selam olsun.

Namaz bütün ibadetlerin bir hülasası, bir fihristi, bir özeti mahiyetindedir. İbadet ve kulluktan söz edildiği vakit ilk akla gelen namaz ibadetidir. Namazın genel ibadetlerle olan ilişkisini görmek ve kulluğun sembolü olan namazın ehemmiyetini yakından müşahede etmek için ibadetin/ubudiyetin/kulluğun ne anlama geldiğini bilmek gerekir. İslam dininin üzerine kurulduğu beş temel esas, dindeki kulluğun dışa yansıyan tezahürleri ve ana ilkeleridir. Buna göre, “Kulluğun Sembolü: Namaz” dediğimizde, namazın kulluk listesindeki yeri ve önemini anlamak gerekir. Namaz kılan kimse, hem kâinatın bir bütün halinde yaptığı ibadet ve tesbihlerine,  hem de şuurlu varlıklardan meleklerin ve şuursuz diğer canlıların hal diliyle ve sözlü olarak yaptığı ibadet ve tesbihlerine iştirak etmiş olur.

“Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da birçoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar. İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar”[1] mealindeki ayette, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, gökteki meleklerden balıklara, gezegenlerden atomlara kadar her şeyin Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih ettiklerine, özetle; bütün varlıkların Allah’a ibadet ederek kulluk şerefine nail olduklarına işaret edilmiş ve  bu kulluk görevini yerine getirmeyen bir kısım insanların ise bu şereften mahrum kaldıkları gibi, kendilerine emanet edilen bu göreve yaptıkları hıyanetin bedelini de ağır ödeyeceklerine vurgu yapılmıştır.

İnsanların ibadeti, diğer varlıkların, özellikle cansızların yaptıkları ibadetin sözlü bir neşidesi, bir kasidesi hükmündedir. Bu açıdan bakıldığı zaman, insan, bütün varlıkları temsilen öten bir bülbül mesabesindedir. Bilindiği üzere, bülbülün sürekli olarak güllere karşı ilan-ı aşk ederek terennüm ettiği nağmelerinin önemli beş hikmeti vardır. Yüce yaratıcı bu gibi hikmetler için onu görevlendirmiştir.

Birincisi: Canlıların kabileleri namına, bitkiler türüne karşı pek kuvvetli olan münasebetlerini ilân etmek.

 İkincisi: Rahman’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan canlılar tarafından Rabbanî bir hatip olarak, Rezzak-ı Kerim tarafından gönderilen nimet hediyelerini alkışlamak ve sevinçlerini ortaya koymak.

 Üçüncüsü: Bülbül, kendi Ebna-yı cinsine/canlılara yardım için gönderilen bitkiler âlemine karşı hüsn-ü istikbal etmek ve bunu bitkiler adına seçtiği güllerin başında göstermektir.

Dördüncüsü: Bütün canlıların bitkilere karşı aşk derecesine ulaşan şiddetli ihtiyaçlarını onların güzel yüzlerine karşı mübarek başları üstünde beyan etmek.

Beşincisi:  Celal ve cemal sıfatların kaynağı,  varlık mülkünün tek maliki, bütün lütufların, ihsan ve ikramların yegâne sahibi olan Allah’ın sonsuz rahmetinin dergâhına teşekkür ve tesbihatını en latif bir şevk içinde, gül gibi en latif bir yüzde takdim etmektir.[2]

İşte insan olan bir insanın bir hayvan olan bülbülden daha aşağı düşmemesi gerekir. O da bülbül gibi, sonsuz lütuf ve ihsanların, nihayetsiz nimet hediyelerinin sahibi olan Allah’a karşı yapması gereken teşekkürlerini ve kulluk kasidesini terennüm etmelidir.  Bir mescit veya bir seccadenin gülistanında bütün varlıkların değişik ibadetlerini içine alan geniş bir kulluk nişanesi olan namaz kılmalı ve bu umumi ubudiyet armonisine iştirak etmelidir.  Böylece insanlık şerefinin zirvesine çıkıp hakiki bir bülbül olmaya çalışmalıdır. Ve olması da şarttır. Çünkü insan kulluk yaparak insanlık şerefesinin zirvesine çıkabildiği gibi, kulluktan uzaklaştığı takdirde onursuzluk çukuruna düşmeye mahkûm olur.

Zira eğer insan,  en güzel kıvamda yaratılmış olmasının nişanesi olarak kendisine verilen manevi cihazlarını ve  insanlık fidanlığına aday olan istidat ve kabiliyet çekirdeğini şu fani ve geçici olan dünya hayatının toprağı altında, nefsin hava ve heveslerine sarf etse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î lezzet için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp gidecek ve üstelik manevi mesuliyeti de o bedbaht ruhuna yükleyerek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Buna mukabil,  eğer insan söz konusu istidat ve kabiliyet çekirdeğini İslâmiyet suyu ile imanın ışığıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, Kur’an’ın emirlerine uyar ve manevi donanımını hakikî gayelerine yöneltse elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecektir.  Bunun neticesinde de âlem-i âhirette ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacaktır.  Aynı zamanda bu insan, baki bir hayatın ve parlak bir hakikatin cihazlarına sahip kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu kâinat ağacının mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki/gerçek ilerleme; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve diğer melekelerin yüzlerini ebedi hayata çevirmek ve her biri kendine lâyık hususî bir kulluk vazifesi ile meşgul olmasını sağlamaktır. Yoksa ehl-i dalaletin ilerleme zannettikleri, dünya hayatının bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşidini, hatta en aşağısını tatmak için bütün latifeleri, kalbi ve aklı nefs-i emmarenin emrine vermek, bir ilerleme değil, tam bir gerileme, bir alçalmadır.[3]

Doç. Dr. Niyazi Beki


[1] Hac, 22/18.

[2] Bk. Bediüzzaman said Nursi, Sözler, Söz yayınları, İstanbul, 2013, 474-475.

[3] Bk. Nursi, Sözler,  431.