Etiket arşivi: anne

Mübarek Şefkat Kahramanları – Kadına şiddet

Konumuzun başlığını Bediüzzaman’ın kadınlara taktığı ad olan“Mübarek şefkat kahramanları” koyma ihtiyacı duydum, zira son zamanlarda dünyada ve ülkemizde kadına yapılan şiddet ve cinayetler gösteriyor ki toplumuz kadına şefkat kahramanı olarak bakmaktan çok uzaklaşmış. Bu noktaya nasıl geldik, neleri ihmal neleri yanlış yaptık. Hayatın en büyük lezzeti fıtrî vazifenin içindedir. Kadının fıtrî vazifesi hepimizin malumu sadakat ile yuva kurmak, anne olmak, yavrularını koruyup kollamak, hane içini çekip çevirmektir. Eskiler dâhiliye nazırı derlerdi.

Bu dünyada karşılık beklenmeden yapılan işlerden biride anneliktir, kadınlar bu vazifeyi mukabelesiz ve fedakarane yaparlar. Anne evladını tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda edebilir, kendini evladına kurban eder. Fakat fena cereyanlar ve su-i istimaller onun bu şefkat kahramanlığını köreltmiştir. Kadına, fıtratının rağmına saadet vaat etmeyi sözde görev edinen cereyanlar, erkeğin tahakkümünden kadını kurtarmayı, para ile moda tabirle ekonomik özgürlük ile bunu yapacaklarını sanıyorlar. Genel-İş Sendikası’nın yayınladığı Türkiye’deki kadın emeğine ilişkin raporunda, kadınların ekonomiye katılımının düşük olduğunu söylüyor. İşkadınları, çalışan kadın oranının yüzde 50’ye çıkarılmasını istiyor. Peygamberimiz(sav)’in eşi müminlerin annesi Hazret Hatice validemizde bir tüccardı, kadınlarımız müsait işlerde çalışmıştır elbet ama günümüzde kadın hiçte hak ettiği yerde değildir. Peygamberimiz(sav)”kadınlar size emanettir” buyurdu, maalesef biz bu emaneti koruyamadık.

Bediüzzaman Hazretleri annelere “Sizin hanenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.” Diyerek asıl zevkin, eğlencenin, huzurun,sevincin, mutluluğun adresini gösteriyor. İnsanın ilk ve en tesirli mualimi onun validesidir” der Bediüzzaman. Anneden alınan telkinat ve manevî dersler kişiliğimizi oluşturur, sonra eğitim yolu ile öğrendiklerimiz annenin manevî derslerinin üstüne bina edilir. Şefkati, merhameti, acımayı, dürüstlüğü, adaleti, gayreti ve daha nice güzel ahlâkı annesinden öğrenen çocuk emin olun tahripkâr ve tacizkâr olmayacaktır.

Bir anne Allah’ın kendisine ikram ettiği şefkati, su-i istimal edilip masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, o çocuğun masum yüzünü geçici fâni şişeler hükmünde olan dünyaya çevirirse şefkati sû-i istimal etmiş olur,o çocuk huzuru mahşerde “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şikâyet eder.

Eğer anne o şefkati sû-i istimal etmeyerek evladını, ebedî cehennemden, dalalet içinde ölmekten kurtarmaya çalışsa, o evladın bütün ettiği hasenatının bir misli, annesinin amel defterine geçecek annesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi âhirette de değil davacı olmak, bütün ruhu canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlat olacak.

“Hemşirelerim kat’iyen beyan ediyorum ki kadınların saadeti uhreviyesi gibi saadeti dünyevileri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çarei yegânesi, dairei islâmiyedeki terbiyeden başka yoktur.” Bu zamanda Bediüzzaman’ın bu kurtuluş reçetesine çok ihtiyacımız var. Bu mübarekleri ifsat eden komiteler kahrolsunlar, Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmin.

Çetin KILIÇ
Kaynaklar;
Risalei Nur Külliyatı
Nahide Çelikbağ – Bizim Aile Dergisi
Amerikanın sesi

Adı Huzurevi…

(5 senedir huzurevinde yaşayan bir annemizin kaleminden duygusal bir hikaye..)

Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.

Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….

Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum.gibii buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana…

Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz…

Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.

Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin. Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…

Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…

Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…

Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın. Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…

Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…

Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…

Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın?

Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…

Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…”

Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?

Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi

(Alıntıdır)

Çetin Kılıç

Anneler Babaları “Silik” Yaparsa!

Bir gün nişanlısından ayrılmış bir arkadaşıma ayrılma nedenini sorduğumda:

“Hocam, nişanlım ile başlarda gayet güzel anlaşıyorduk. Bazen, “Evlendiğimizde evde benim dediklerim olacak!” derdi. Ben de bunu şaka olarak algılar ve güler geçerdim. Ne zaman düğün hazırlıklarına başladık, o zaman bu düşüncesinin ciddi olduğunu anladım. İkimizin karar vermesi gereken konularda benim fikrimi sormaya ihtiyaç hissetmezdi. Sebebini sorduğumda, ‘Ben ikimiz adına da karar veriyorum ya!’ derdi. Tepki verince de; ‘Sözümün üzerine söz söylenmesinden hoşlanmam biliyorsun…”’derdi. Bu yüzden, anlaşamadık ayrıldık.”

Kızın anne ile babasının ilişkilerini sordum. Kızın annesinin otoriter olduğunu ve babasının fazla sözünün geçmediğini söyledi.

Başka bir ifadeyle babasının evde “pasif” olduğunu söyledi. “Anlayacağınız, atalarımızın deyimiyle; “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur!” , “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan (tüyünden) huy kapar.”  dedi.

Baba Deyince…

Sözlükte baba, “Çocuğu olan erkek” anlamına gelse de gerçek anlamda baba; önce kendini geliştiren, sonra da gelişim dönemlerine ve çocuk psikolojisine uygun olarak en güzel şekilde evladını eğiten kişi demektir.

Günümüzde bütün kavramların içeriği değiştiği gibi anne ve baba kavramlarının da içreği değişti. Anne deyince, sevgi, şefkat ve fedakârlık akla gelmesi gerekirken, günümüzde çocukların sadece temel ve okul ihtiyaçlarını karşılayan bir anne profili karşımıza çıkmaktadır.

Baba deyince de güven, otoriter, duygularını ve sevgisini kolay kolay dışa vurmayan biri olarak çağrışım yaparken; günümüzde çocuklarıyla beraber olmak isteyen fakat iş yoğunluğundan (!) dolayı onlarla bir araya gelemeyen ve otoritesini yitirmiş bir baba profili karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde ihtiyaçların çoğalması ve mevcut iş hayatı şartları babaları evinden ve ailesinden çalmaktadır. Fakat ailenin ve özellikle çocukların evde babaya ihtiyaçlarının olduğu çok açıktır. Çünkü çocukların kişilik ve kimlik gelişiminde anne kadar babaya da ihtiyaç vardır.

Zira kişilik gelişiminde babanın etkisi çok büyüktür. Çocuklar, özellikle erkek çocukları; güven, cesaret, aidiyet, cinsel kimlik gelişimi gibi birçok değeri babalarından öğrenmektedirler. Babayla yeterli zaman geçiren çocuklar, daha sağlıklı bir kişilik geliştireceklerdir.

Anneler Babaları “Silik” Yaparsa!

“Silik Baba” problemi; evde sözü geçmeyen ve anne modelinin baskın olduğu ailedeki babasızlıktır.

Silik baba, çocuklarına karşı ağırlığı olmayan ve kendini hissettirmeyen babadır.

Başka bir ifadeyle silik babalık; babanın bedenen evde olup annenin evde hâkimiyetinden dolayı çocuklar üzerinde söz sahibi olamamasıdır

Aile içindeki kararlarda annenin babaya söz hakkı vermediği, baba söz söylemeye çalıştığı zaman da babanın aşağılandığı, değersizleştirildiği, kusurlarının sürekli gündeme getirildiği bir ortamda yetişen çocuklar, babanın mağduriyetinden dolayı babayı yüceltmek bir yana tam tersi onu değersizleştirir. Bunun sonucunda çocuğun “Lider Baba” modeli bozulmakta, bu yüzden özellikle erkek çocuklarda kişilik bozulmalarına neden olmaktadır.

Babanın vefatıyla ya da boşanma sonunda oluşan baba boşluğunu, model olma açısından, büyükbaba, dayı, amca bir şekilde doldururken, “Silik Baba”nın boşluğunu kimse dolduramamaktadır.

Dirayet sahibi ve ağırlığı olan bir babanın yanında büyüyen çocuklar, başta temel güven duygularını geliştirecektir. Ağırlığı olmayan “Silik Baba”nın yanında büyüyen çocuklar, bundan mahrum kalacaklarından temel güven duyguları gelişmeyecek, bunun yerine pasif bir kişilik geliştireceklerdir

Annenin otoriter olduğu babanın fazla söz sahibi olmadığı aile ortamlarında büyüyen çocuklar, özellikle de erkek çocuklar için bu büyük sıkıntı olacaktır. Erkek çocukların kendisini model alabileceği babanın ağırlığının olmaması kişilik gelişimi kadar cinsel kimlik gelişimini de olumsuz etkileyecektir.

Erkek çocuklar, babaların davranışlarını gözlemleyerek ve taklit ederek öğrenmeye çalışırlar. Babanın evdeki kuralları ve uygulayışı, problemlere yaklaşımı ve çözümü, eş ve çocuklarına yaklaşımı kişilik gelişimi için önemlidir. Çocukluk yıllarında babalarıyla yeterli özdeşim kuramayan çocuklar, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde olumsuz etkilenmektedirler.

Bunun yanında erkek çocuklar için baba, cinsel kimliğin ve rollerinin gelişimi üzerindeki etkisinden dolayı da önemlidir. Erkek çocukların cinsiyet rollerine ait özellikleri, babanın çocuğa uygun ve sağlıklı model olmasıyla gelişebilmektedir. 

Babanın çocuğuyla kurduğu yakın ve sıcak iletişim, çocuğun özdeşim kurmasını kolaylaştırmakta ve çocuğun kendi cinsiyet rolünü geliştirmesine yardımcı olmaktadır. Uygun model bulamadıkları zaman ise cinsel kimlik gelişimleri olumsuz etkilenebilmektedir.

Kız çocuklarının da hayatlarında tanıdıkları ilk erkek, babaları olacağı için kişiliğinin gelişmesinde baba, önemli bir yere sahiptir. Babalarıyla sağlıklı iletişim kurabilen kız çocukları, güven geliştirme konusunda daha şanslıdırlar. Erkekleri daha iyi tanıma fırsatını elde etmiş olurlar. Bu da çocuklara, iletişim kurma ve problemleri çözme gibi becerileri kazanmasının yanı sıra evlilik hayatında da faydası olacaktır.

Yine kız çocukları; babaların kişiliğinde karşı cinsi tanıma ve anlamada, kendine güven geliştirme de önemli bir figür olmaktadır. Kız çocukları babayla iletişimiyle erkekleri daha iyi tanıma adına farkındalığı sağlayacaktır.

“Silik Baba”nın yanında büyüyen kız çocukları da babalarıyla sağlıklı bir iletişim kuramayacaklarından kişilik gelişimleri olumsuz etkilenecektir. Sağlıklı bir baba modeli oluşturamayan kız çocukları, evlilik hayatlarında da sıkıntılar yaşayacaklardır.

Kız çocukları evlendiklerinde, annelerinin babalarına davrandığı şekilde, eşlerine davranacaklardır. Bu da ister istemez istenmeyen sonuçlar doğuracaktır. Aynı sıkıntı erkek çocuklar için de geçerlidir. Onlar da evlilik hayatlarında silik olacak ya da evliliklerinin sağlıklı yürümemesine neden olacaktır. Yine onlar da çocuklarına uygun model olamayacaklardır.

Annenin otoriter babanın silik olduğu bir ailede büyüyen bir kız, evlendiği zaman kocasıyla ilişkilerinde,  “Evde benim sözüm geçecek, benim dediğim olacak!” tarzında bir yol izleyecektir. Bu kız çocuğu evlendiğinde kocasından devamlı itaat bekleyecek hatta bu beklentisinin normal olduğunu düşünecektir.

Sonuç Olarak sürekli annenin sözü geçtiği; babanın kararlarda hiç söz sahibi olmadığı ortamlarda büyüyen kız çocukları, kendine itaat edecek erkekleri tercih ederken; erkek çocukları da sığınma duygusuna bağlı olarak yaşça kendinden büyük kızları tercih edecektirler.

Selam ve dua ile….

Yaramaz çocuğun ilacı nedir?

Bir kadın vardı. Çocuğuna hiç laf geçiremiyordu. Kadın ne söylese, çocuk onun zıddını yapıyordu. Çocuğun okulu da kötü gidiyordu. Ne derslerini istekli takip ediyor ne de ödevlerini tam yapıyordu.

Annesi kızsa da, dövse de kâr etmedi. Babası odalara kapatıp cezalar yağdırsa da çocukla baş edemedi.

Çaresiz kadın, bir gün çocuğu okula götürürken yol üstünde ‘ayı oynatıcısı’ gördü.

İnsanların merak içinde etrafını sardığı ayı oynatıcısı, tef çalıyor, burnunda halka takılı ayı da zıplaya zıplaya oynuyordu. Kadın durdu, düşündü. Kendi kendine güldü: “Ben bir çocuğu terbiye edemezken adam ayıyı terbiye etmiş!”

Sonra ayı terbiyecisinin yanına yaklaşıp “Ben bir çocuğu terbiye edemedim, sen nasıl oldu da vahşi bir ayıyı terbiye ettin?” diye sordu.

Adam tebessüm etti: “Her işin bir kolayı var, o da bende gizli.”

Kadın, “N’olur bana yardım et. Çocuğumla başım dertte.” diye yalvardı.

Ayı oynatıcısı çocuğa baktı, “Zor değil. Sen bunu bana bir hafta getir, ben onu da söz dinler hâle getiririm.” dedi.

Kadın sevindi.

Çocuğu ayı oynatıcısına götürmeye başladı. Aradan daha birkaç gün geçmesine rağmen çocuktaki eski davranışlar yavaş yavaş düzelmeye başladı. Çocuk artık annesine karşı gelmiyor, itiraz etmiyordu. Bir hafta sonra çocuk tam da kadının istediği kıvama geldi. Kadın çok sevindi. Ayı terbiyecisine bolca dua etti.

Konu komşu bu duruma çok şaşırdı. O söz dinlemeyen asi çocuk gitmiş, yerine sessiz, sakin, akıllı uslu bir çocuk gelmişti. Öğretmeni çocuktaki bu değişikliklerden memnun oldu, kadına tebriklerini iletti.

Ancak çocuktaki bu değişiklik çok uzun sürmedi.

Eskiden olduğu gibi, sinirli, hırslı, öfkeli değildi belki ama bu sefer arkadaşlarının eşyalarını çalmaya, gizli işler yapmaya, göz göre göre yalanlar söylemeye başladı. Öğretmen çocuğun annesini çağırıp “Ne yapacaksınız bilmem ama çocuğunuz bir garip oldu. Artık hırsızlık yapmaya, yalan söylemeye başladı.” dedi. Kadın çok üzüldü. Yana yakıla yine ayı terbiyecisini aradı ama bulamadı. Adam oralardan gitmişti.

Kadının bu çaresiz hâlini gören, güngörmüş bir komşusu, “Üzülme” dedi, “Benim tanıdığım gönlü geniş bir âlim zat var. İstersen bir de ona durumu anlat.”

Kadın razı oldu. Çocuğunu aldı, bu âlim zata götürdü.

O zat, durumu dinledi, “Sen bir hafta bana bu güzel delikanlıyı getir, ben bir bakayım nesi varmış.” dedi.

Kadın razı oldu.

Çocuğu getirip götürmeye başladı. Daha iki görüşmeden sonra adam çok ürktü. Çocuğun annesine dönüp “Sen bu çocuğa ne yaptın! Ben çocukta hayvan siması görüyorum.” dedi.

Kadın şaşırdı, “Ben bir şey yapmadım.” dedi. Sonra hatırlayıp devam etti: “Ama bir zamanlar çok yaramazlık yapıyor diye bir ayı terbiyecisine götürüp çocuğu ona terbiye ettirmiştim.”

Adam çok üzüldü. “Be kadın, hiç hayvan terbiyecisine çocuk terbiye ettirilir mi! Hayvanlar korku ile, insanlar vicdanı ile terbiye olur. Bazen hayvanlar bağırılarak, dövülerek, cezalandırılarak, ayakları yakılarak terbiye olunur. Hâlâ sahibini dinlemiyorsa, karanlık odalara hapsedilip çaresiz bırakılarak terbiye olunur. Bunlar hayvana bile zulüm iken, sen nasıl olur da kendi çocuğunu hayvan terbiye eder gibi terbiye ettirdin?” dedi.

Sonra devam etti: “Hem unutma, çocuğuna laf geçirmek değildir çocuk eğitimi. Çocuğun kalbine girip ona şefkatle tesir edebilmektir asıl olan. Hadi sen al git çocuğunu, önce kendi vicdanını duyarsızlıktan kurtar, sonra da şeker şerbet içirir gibi onu koynuna al, kendini ona ver, sarmaş dolaş ol. Sen kendini ne kadar yumuşatabilir ve ‘kuzum’ diye kendini çocuğuna bırakabilirsen, çocuğun da o kadar yumuşayıp ‘annem’ diye sana kendini bırakır. Onun ilacı ne ayı terbiyecisi ne de benim, sadece sensin.”

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Yuvanın Temelini Atanlar

Babamız Hazreti Adem ile annemiz Hazreti Havva’yla başlayan insan nesli, çoğalarak dünyanın her tarafını kaplamış vaziyettedir. Böylece kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan bu insan, yaradılış itibariyle, o kadar meyilli bir varlıktır ki, kabiliyet ve hislerinin çeşitleri,  insan adedi kadar farklı bir özellik taşır. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m “İnsan kadar meyilli bir varlık görmedim” buyurmuş. Fakat bu kadar ince yaratılışa sahip olan  bu insanların çoğu, bu dünyaya gelişinin sırrını araştırmadan, bütün gayret ve çalışmalarını, kendilerini ve sevdiklerini bu geçici hayatta memnun ve mutlu etmek istikametinde harcadıkları halde, maalesef bu gün çoğu buna muvaffak olamıyor. Çünkü  bu insan kendini hiç yoktan yaratan büyük sanatkârın elçisi vasıtasıyla, ona gönderdiği o yüce Kanuna göre, yetkililer tarafından yetiştirilmeye gayret gösterilmemiştir de  ondan. Bu insanlar eğitim vakti olan küçük yaşta bu terbiyeyi alamadıkları için, manevi terbiyeden mahrum kalıyorlar. Çünkü buluğ çağına kadar faydası olmayan şeylere alışan insan, ondan sonra iyiyi kötüden fark etse de, iyinin peşine gitmeye nefis müsaade etmez. Bundan ötürü akıl manevi ilimlerden hisse alamazsa  insan çevredekilere uyarak heveslerini tatmin etme yoluna gider ve keyfinden başka hiçbir şey düşünmeyerek yaşamaya devam eder .

Şimdi, mevzuumuz olan insanların çoğalma maksadı ile yuva kuran bu gençlerin haline bir göz atsak hemen göreceğiz ki, yukarıda bahsettiğim gibi  Allahın kanununa tam teslim olanlar müstesna, lazım olan eğitimi alamayan bu gençlerin çoğu evlendikten sonra da  umduklarını bulamıyorlar ve  tahminleri çıkmıyor. Gençlerin çoğu, evlendikten sonra hayatlarının balayında yaşar gibi geçeceğini tahmin ediyorlar. Tahminleri yanlıştır. Bunun tek çaresi Allah’ın yolunu bulup bu yolda  ciddiyetle  devam etmektir.

Evet! Madem ki bu gençler buluğ çağına ermişler, hatta evlenmişler. Öyleyse aptal değiller, piyasada 10 yerine hiç kimse onların 100 TL sini alamıyor, öyle ise bunlardan olgunluk beklemeğe bizim hakkımız yok mu? Biri diğeri ile hoş geçinip biri diğerinin ailesine tatlı dil güler yüz gösterseler zarar mı  edecekler?

Kendi iyiliklerini hiç düşünmeseler bile, çok değil bir sene sonra Allahın lütfü ihsanıyla onlardan doğacak yavruya karşı da mı onlarda acıma hissi yok. Onlardan biri daha akıllı çıkıp ötekine:

-Hayat arkadaşım! Mehmet Akîf’in dediği gibi: “Kendin yanacaksan bari evladını yakma” dese ve devam edip: Mademki şimdiye kadara  âilelerimizin ve devletimimizin  Laik sistemi sebebiyle, kendimize lazım olan bilgiyi alamadık ve bizim aleyhimize işleyen o zaman geçmişte kaldı. artık onları suçlamakta fayda yok. Sen de görüyorsun ki biz bugüne kadar maneviyattan hiçbir şey öğrenemeyip dinimizden habersiz kaldık. Aman ne olursun! Bir çaresine bakıp hem kendimizi hem bizden doğacak evlatlarımızı de ateşten kurtarmak için, dinimizden bir şeyler öğrenmek için, o yolda adım atalım. Mademki herkes ölüyor, biz de, bizden doğabilecek evlatlarda, ölümle baş başa kalacağız. Bu itibarla, yaratılış sırrını ve insan olmanın maksadını manasını öğreten, kitapları okusak iyi olmaz mı? Ancak bu şekilde İslam kültüründen nasipsiz kalmaktan kendimizi kurtarırız.

Bu iş bizim kafamıza göre rast gele de olmaz. Bunun şekil ve kaidesini de, akraba veya çevrede bilgili ve tecrübeli bir zat bulup ondan öğrenmeliyiz. Böylece hem kendimizi hem de bizden doğacak yavrularımızı ateşte yakmaktan kurtarmış oluruz demeli.

Oda insaflı davranıp peki dese, bu hayat arkadaşları bu işle, tebrik ve takdire layık  bir iş yaptıklarından ötürü, herkes bunlara gıpta edecektir. Bunların bu davranışlarını herkes beğenip başkalarına da örnek gösterecektir.

Çünkü bugün bunlar gibi geçmişte yaptığına pişman olup yola girenlerin çok örneklerini görüyoruz. Zamanında Kur’an-ı Kerim’i öğrenemeyip 60-70 yaşından sonra Kur’an‘ı öğrenip hatmedenlere şahit oluyoruz. Merak edip yaş ilerledikten sonra Allah’ın emirlerine uymak için kendilerini zorlayıp kitap okuyanlar da az değil.

Evet anne baba olanlara en mühim vazife hem kendilerini ve Allahın c.ş. hediyesi olarak onlara verilecek evlatlarını cehenneme birer odun parçası yapmaktan kurtarıp, onlara va’d edilen cennet mutluluğunu hak etme yolunda gayret etmektir

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org